Gelinen Aşamanın Suni Denge Analizi ve Çıkarımlar

*Devrimci Cephe Dergisi Sayı 1 den alınmıştır.

Devrimimize Mahir Çayan tarafından kazandırılan suni denge kavramı, yığınların ağır sömürü ve siyasal baskı koşullarına karşın sisteme karşı başkaldırma bilinç ve davranışına geçemeyiş durumunu tanımlamak için geliştirilmiş bir kavramdır. Suni dengenin epistemolojisine bakıldığında en önde görülen Che’nin “kararsız denge” kavramıdır.

Che’de bu kavramın tam bir açıklaması bulunmamakla beraber genel kabul gören açıklama oligarşinin toplum ölçeklerinde devasa düzeye getirdiği baskı ve terör aracı olarak devlet zoru karşısında yığınların korku içinde bastırılmasını ve bunun bir sonucu olarak devlete karşı bir başkaldırı sürecine geçememelerini anlatır.

Kararsız denge ve suni denge kavramları arasında gözetilmesi gereken ve olasıdır ki Mahir’in belli bir ölçüde başkalaştırılmış bir kavram kullanmasına neden olan en önemli fark şudur: kararsız denge, yukarıda tarif edildiği üzere, verili aşamada halk ve devlet güçleri arasındaki ikincinin lehine büyük bir dengesizlik halini ifade ederken. yani siyasal durumun bir tür fiziksel tarifine denk gelirken, suni denge bu fiziksel dengesizlik haline ek olarak yığınların sisteme tabiyet bilinçlerini ve bu bilinç gereği sistemle ve devletle içsel bir bağlantı halini de ifade eder. Yani ezilen yığınların sisteme tabiyeti kararsız dengede yığınlara kendi dışlarından dayatılan, dışsal bir olgu iken, suni dengede bu dışsallığı da neredeyse örtük hale getirecek kertede içsel, yığınların kendiliğinden bilinçlerinde verili olan bir olgudur.

Bu olgunun tarihselliği, Mahir’de “kitlelerin devlete başkaldırma geleneğinin olmayışı” şeklinde belirtilir. Bu belirlemenin epistemolojik arka planında ise Kıvılcımlı’nın Türkiye üzerine derinlemesine yaptığı tarih ve toplum analizlerinin olduğunu söylemek mümkündür. Kıvılcımlı, Osmanlının devletleşme sürecinde yerel üretici sınıfın göçebe sosyalizmi kurgulu devlet sınıflarına tabiyet ilişkisinin organik, içsel, gönüllü olduğunu gösteren özgün bir tarih tezi sahibidir ve bu temel saptama itibariyle Mahir’in ve Kıvılcımlı’nın Türkiyeli kitlelerin devrime kazandırılması için önerdikleri mücadele tarzları ve strateji dizilmeleri klasik olandan farklılık gösterir. Her ikisi de Türkiyeli yığın bilincindeki bu çarpık şekillenmeyi devrimden yana bükebilmek için öncü-vurucu güç tarzlarının gereğini işaret ederler. Bu yazıdaki amacımız Türkiye devrim tarihi üzerine çözümlemeler yapmak değildir ama yukarıdaki saptamamızın kabulünü kolaylaştırabilmek için bu konuda geçerken bir dipnot düşmekte yarar bulunmaktadır: Kıvılcımlı ve Mahir’in siyasal pratik tarihimizdeki konum ve genelde algılanış farklılıkları her ikisinin de temsilcisi oldukları kendi kuşaklarının tipik karakterlerini apriori taşımalarından kaynaklanır; 20’li yılların sosyalist kuşağı en yoğun davranış halindeyken bile derin düşünceler içindedir; 60’lı yılların sosyalist kuşağı ise en derin düşünce halindeyken bile yoğun davranış içindedir.

Türkiyeli yığınların siyasal davranış tarzlarına ilişkin ise şu konu öne çıkarılmalıdır: Türkiye devrimci hareketi yığınları devrime kazandırabilmek için her tür mücadele ve örgütlenme tarzını denedi, ancak yığınları sokağa ve devrime yöneltemedi. Türkiyeli yığınların siyasal tarzlarını anlama ve algılama çabası, sınıfsız ve kitlesiz bir devrimciliğin ne eleştirisine ne özeleştirisine içkin kılınamadığı için Türkiye devrimci hareketi sınıfsız ve kitlesiz devrimciliği bir kader gibi yıllardır beraberinde taşımaya mahkûm kaldı.

Kitlesiz devrim tarzı kendiliğinden aşılabilecek bir olgu değildir. Bilinçle kavramayı, bilinçle yönelmeyi gerektirir. Türkiyeli yığınların siyasal tarzlarını kavrayabilmek devrimci çalışmamızın ve taktik tartışmalarımızın mutlaka gündemine alınmalıdır ve Türkiye devrimci hareketi doğrudan bu içeriğiyle verili suni denge sürecinin güncele ilişkin somut politik karşılıklarını bulmayı başarmalıdır.

xxx

Türkiye devrimci hareketi, nihai bilanço yenilgi üzerinden ifade ediliyor olsa da, özellikle 60’lardan 90’ların ortalarına kadarki mücadelesiyle, Kürdistan devrimcileri ise, zaman zaman düşük konjonktürler yaşasalar da, özellikle 90’ların başlarından günümüze kadar gelen özgürlükçü mücadelesiyle Türk devlet yapısının sömürücü ve sömürgeci yüzünü, emperyalist ve faşist karakterini halk kitlelerinin gözünde oldukça net bir şekilde açığa çıkarmayı, bu zorba aygıtı oldukça hırpalamayı başardılar.

Diğer taraftan 24 Ocak’tan bu yana reel ekonomiyi uluslararası pazarın gereklerine göre şekillendirmeye çalışan, ama bu pazarın rekabetine güç yetiremeyip üretim temelinden giderek sıyrılan ve ticaret süreçlerine doğru savrulan sermaye yapılanmasıyla bağlantılı olarak Türk devlet yapılanması üretici sınıfların sağlık, geçim, barınma gibi en temel istek ve ihtiyaçlarına karşı o kertede yabancılaştı ki özellikle metropol alanlardaki halk sınıfları gözündeki “kerim devlet” meşruiyetini sağlayan içsel algı ağırlıkla tahrip oldu.

Özellikle 93’te Türkiye finans kapitalinin gündemine getirilen yeniden yapılanma süreci ve bu sürece dayanak kılınan sömürgecilik esaslı düşük yoğunluklu savaş, kurumsal baskı ve terörün yanı sıra çeteleşmeler ve çıkar klikleşmeleri sonucunda devlet halk nezdindeki bütün itibarını yitirdi. Devlet yapılanması öylesine derin zaaflar içindeydi ki, bu dönemde sol varlığından ziyade yokluğuyla bile halktaki bu bilinç değişimine yardımcı oluyordu, çünkü devlet özellikle metropol emekçilerine ve kent yoksullarına yönelttiği faşist yaptırımlarını gerekçelendirecek bir neden olarak ideolojik ve politik bir “komünizm” umacısı gösteremiyordu. Solun yokluğunda halk ve devlet doğrudan karşı karşıya kalmış durumdaydı. Bu süreç Türkiye’deki yapısal suni dengenin kararsız dengeye doğru evrildiği bir bağlamı bize vermekteydi.

Ne ki, Türkiye devrimci hareketi aldığı ağır darbelerin yol açtığı güçsüzlükle, Kürt devrimi ise geliştirmeye çalıştığı ulusal özgürlükçü mücadelenin kendiliğinden kısıtlıkları itibariyle toplumda biriken özgürlükçü, değişimci basıncı siyaseten değerlendirme başarısını gösteremediler.

Devrimimiz açısından daha kötüsü, anılan nispi kararsız denge süreci devleti doğrudan karşısına alan ve onun verili statükosuyla çatışmanın temsilciliğini yapacak devrimci öncünün emekçi kitlelerle buluşmasında yeni bir evre oluşturabilecekken, Türkiye devrimci hareketi 80’lerden bu yana süren ideolojik ve politik kırılmasının bir sonucu olarak bu devrimci taktiğe yönelmeyi ısrarla reddetti, yönelmeye çalışanları ise mahkûm ve tecrit etme yolunu seçti. Ve hâlâ bu yolda…

xxx

Uluslararası emperyalizmin BOP süreci, geleneksel Türk devlet yapılanmasını ılımlı islam ve devletçi Kürt’le harmanlama ihtiyacını öne çıkartınca, Anadolu topraklarının binlerce yıllık tefeci bezirgân birikiminin yeni biçimlenişi olarak yeni Türk burjuvazisinin ve onun siyasal aygıtı AKP’nin rüzgârı esmeye başladı.

24 Ocak sürecinde TC’nin geleneksel devletçilik felsefesi parçalanmıştı. Şimdi ise, kuruculuktan kaynaklı devlet hâkimiyetini sürdürmekte ısrarlı kadim devlet sınıfları geleneğinin parçalanmasına sıra gelmişti, çünkü onun laisist ve kemalist Türkçü eğilimleri emperyalizmin bölge için öngördüğü şekilde geleneksel TC’nin ılımlı islam ve devletçi Kürtle işbirliğinin önünde ideolojik ve yapısal bir engel oluşturuyordu.

Emperyalizm, AKP’ye verdiği açık destekle, pratik gelişmesi Ergenekon davaları ve yargı düzenlemeleri şeklinde tezahür eden bir süreçte TC’nin yeniden yapılandırılmasında oldukça önemli bir yol kat etti. Kendi iktidar sürecinde, yeni Türk burjuvazisinin tüccar gelenekleri itibariyle toplumdaki değişimci birikimi devletin ve sistemin yeniden yapılandırılmasına altlık yapmayı büyük oranda başardı.

Her ne kadar TC’nin ılımlı islamla reorganize edilme süreci hâlâ işlemekte olan ve henüz tamamlanmamış bir süreç durumunda olsa da, yığın-devlet ilişkisi bağlamında yeni bir evreden söz etmeyi gerekli kılmaktadır.

Türkiye devrimci hareketinin 90’ların başlarına kadar sürdürülebildiği devrimci savaş ve sonrasında özellikle düşük yoğunluklu savaş sürecinde Kürt özgürlük hareketinin geliştirdiği direniş halkın bilincinde ve hayatında  devletin “ceberut” kimliğini iyice açığa çıkardı.

Kısmi de olsa ortaya çıkan bu kararsız denge halinin kendiliğinden bir verisi olarak başta proletarya olmak üzere kent yoksullarında, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin belirli kesimlerinde ceberut devlete karşı gelişen liberter eğilimler, keza geleneksel devlet karşıtı söyleminde, ideolojik ve politik hamlelerinde karşılığını bulması nedeniyle bu kez AKP’ye yedeklenerek yeniden sistemin içine çekilmekte, böylece yeniden suni dengeyi onarıcı ve güçlendirici bir dönüşüme uğramaktadırlar. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz süreçte ülkede sadece devlet değil buna bağlı olarak suni denge de yeni bir aşamada ve yeni bir düzlemde yeniden yapılanma sürecine girmektedir.

Devrimin ajit-prop’unun yığın bağlarını güçlendirecek bir örgütlenmeye vardırılabilmesi için şimdi üzerinde durulması gereken konu, bu yeni suni denge yapılanması ve onu devrim lehine kırabilmek üzere uzanımlarıyla birlikte kavranmasıdır.

xxx

Kadim ve modern tarihlerin hesaplaşmalarının coğrafyasında elbette hiçbir şey doğrusal süreçler izleyemez. Bu geçiş sürecinin “kül rengi”ni yaratan karşıtlıklar neredeyse denk güçlerde ve yan yana uzun süre akabilmektedir. Bu bağlamda emperyalizmin büyütüp geliştirdiği AKP, diğer yanıyla emperyalizmin bölgesel politikalarında sürtünme ve endişe yaratan kimi girişimlerin de merkezine oturmaktadır.

Emperyalizmin kendisini tercih etmesinde önemli rol oynayan bezirgân yapısallığının bir diğer tezahürü olan arsızlığıyla AKP ülkedeki egemenliğini kendi becerisi sanarak efendisine pay sahipliği dayatmaya kalkmış ve bölgede hâkimiyet rolüne soyunmuştur. Gelen bütün veriler ışığında görülmektedir ki emperyal karar verici odaklarda artık Erdoğan’ın şu ya da bu oranda tasfiyesiyle AKP’nin de yeniden yapılandırılması ihtiyaç halindedir.

xxx

Erdoğan’ın ve AKP’nin emperyalizmin çoktandır açığa çıkan bu hamlelerine karşı hamlesi referandum oldu. Amaç güçlü bir referandum oyuyla seçimlere giderek üçüncü AKP dönemini ve başkanlık sistemini gerçekleştirmek, bu sayede emperyalizmi kendilerine mahkûm ederek Erdoğan’ın ve yeni Türk burjuvazisinin bölgesel yeni paylaşımın aktörleri arasına girmesini garantilemekti.

xxx

Referandum’un oransal keyfi yeni Türk burjuvazisinin gelişim ve egemenlik alanlarının sınırlarını gösteren üç renkli Türkiye haritasında karşılık bulmadı. Oy oranları ülke genelinde AKP’nin siyasal ağırlığını gösterse de ona karşı güçlü bir reddiyeyi deklare eden gelişkin Türkiye kentleri ve Kürt coğrafyası ne Türkiye kapitalizminin ne de uluslararası emperyalizmin göz ardı edebileceği bir siyasal nicelik ve ondan ötesi nitelik taşımaktadır.

Emperyalizm açısından Kürt illerinde özgürlük hareketinin ağırlığı ve Kürt sorunu, merkezine stratejik planda İran’ın, gündemdeki taktik aşama itibariyle ise Irak’ı sisteme bağlayarak çekilme gibi bölgesel politikalar üzerinden ele alınacak özel bir bağlam halindedir.

Yeni Türk burjuvazisi ise soruna kaçınılmaz olarak kendi Türkiye egemenliğini sağlamlaştırmak dolayımıyla yönelmektedir. Erdoğan’ın ve AKP’nin referandum sonrasında Kürt sorununa ilişkin dile getirdiği bütün yaklaşımlar klasik inkârcı ve tasfiyeci devlet politikalarının yeni bir tekrarı olmaktan öteye gitmedi. Yeni seçim dönemine geçilirken hem kendi gerici ve ırkçı tabanının desteğini güvencelemek hem de özellikle MHP’li faşist tabandan kendi siyasal düzlemine aktardığı desteği korumak için Erdoğan ve AKP kurmaylarının Kürt sorunu üzerine belirledikleri politika, bu zeminde uluslararası sistemin dayattığı hamleleri seçim sonrasına kadar dondurmak ve bölgede kendi siyasal ağırlığını dayatacak bir “çözüm” söylemini bir seçim şekeri olarak kullanmak üzere çözümsüzlüğü sürdürmek şeklinde belirlenmiş durumdaydı.

Ancak uluslararası sistem bölge politikalarında Obama döneminde devreye soktuğu ekonomik krize karşı hamleleri sonrasında yeni bir tıkanma yaşamaktaydı ve bu tıkanmanın bu kez kendini esas olarak krizi finanse eden Avrupa ülkelerinde ortaya çıkması Atlantik’in iki yakasındaki emperyalistleri bu kez daha saldırgan politikalar etrafında birleştiriyordu. Avrupa’da yükselen ırkçılık ve islam düşmanlığı, Amerika’da Irak ve Afganistan başarısızlıkları sonrasında yükselen neo-con ve aşırı sağ eğilimler üzerinden karşılığını buluyordu. Bu yeni emperyalist saldırı eşiğine bağlı olarak bir anda bölgesel trafik ve bölgesel projelerde bir hızlanma kendini gösterdi.

Bu aşamada öncelikli sorun Irak’taki durumu uluslararası emperyalizm lehine şekillendirmek olarak ortaya çıkmaktadır. Irak’ta yeni hükümet inisiyatifi Maliki ve Sadr üzerinden İran’a doğru kayarken Kürt özerk yönetiminin de özellikle Kerkük konusundaki ılımlı söylemler itibariyle bu ittifaka doğru kaydığı gözlemlenmektedir. Oysa bu bölge Amerikan kuvvetlerinin bölgesel yerleşkesi olarak planlanmaktadır. Dolayısıyla özellikle Irak Kürtlerini güvenceleyecek tarzda TC’nin Kürt meselesinin çözümü hızlı bir şekilde devreye sokuldu. Kendi Kürt’üyle barış kuramamış Türkiye’nin Irak Kürtlerine güvence olarak gösterilmesinin imkânı yoktur. PKK’nin ateşkes politikalarına karşılık olarak Erdoğan’ın ağzından “tek ülke, tek devlet, tek bayrak” “terör örgütünün tasfiyesi” gibi özel savaş tekerlemelerinden başka bir şey duyulmazken birdenbire İmralı görüşmeleri “bazı çevreler ve devlet içinde bir kısım” eliyle diyalogdan müzakere zeminine sıçrayıverdi. Öcalan’ın son görüşme mesajlarında ise Kürt sorunun çözümsüzlüğünde doğrudan AKP’yi hedef alan ama “devletin yaklaşımı”nı daha olumlu bulan belirlemeleri itibariyle saptamak artık çok kolaydır ki, süreç yönetimi esas olarak AKP’nin elinden çıkmış bulunmaktadır. Kürt sorununun egemen sistem adına yönetiminde artık AKP’yi aşan bir inisiyatif söz konusudur.

Amerikan yönetiminde Türkiye’ye atanacak büyükelçi konusunda çıkan krizin ya da Obama’nın doğrudan YAŞ toplantısına müdahale etmesinin aylar önce açığa çıkardığı gerçek artık son derece somut bir şekilde gündemdedir. İran ve Irak süreçlerinde uluslararası emperyalizmin ihtiyaç duyduğu bölgesel politik düzenlemeler için artık yerel egemenlikleri aşan doğrudan müdahale aşamasına geçilmiştir. Yani artık küresel süreç zamana ilişkin bütün tahammüllerini tüketmiş görünmektedir.

xxx

Kürt meselesinin büyük oranda kendi kontrolünün dışına çıkmasının AKP’ye kendi orta Anadolu’lu gerici tabanında ve keza aynı alanlarda MHP’li faşist tabandan kazandığı oylarda belirli bir erozyona yol açacağı kolayca görülebilmektedir. Zaten bu nedenle AKP’ye toplumsal meşruiyetini önemli oranda kazandıran liberallar “oy kaybetsen de Türkiye’ye kazandırırsın, tarihe geçersin” türündeki gerekçelerle Erdoğan’a Kürt sorununda uluslararası sistemin dayatmaktan öteye uygulamaya geçtiği programların arkasında durmasını öğütlemekte, ona cesaret vermeye çalışmaktalar. Sürecin bu yönlü gidişi karşısında çaresiz kalan ve bu arada Kürt oylarından umudunu oldukça kesen Erdoğan ve islamcı Türk burjuvazisi, olası oy kayıplarına karşın egemenliklerini gelecek seçimlerle garantileyebilmek için %42’den pay almak zorunda olduklarını kavramış durumdadırlar. Seçim taktiklerini de bir taraftan Ergenekon ve Kürt meselelerinde ayak direyerek kendi tabanlarını korumaya çalışırken diğer taraftan %42’den pay alma temelinde kurmaya çalışmaktadırlar.

xxx

%42 sadece Erdoğan’ın değil, aynı zamanda uluslararası emperyalizmin de sorunudur, çünkü bu yüzdeyi oluşturan metropol Türkiye’nin gelişkin kentlerindeki özellikle orta sınıflarda, vahşi burjuvazi dediğimiz tekel dışı sermaye kesimlerinde ve burjuvazinin bu kesimlerinin siyasal etkisi altındaki emekçi sınıflardaki AKP karşıtlığı, bu zamana kadar AKP’ye verdikleri açık destek nedeniyle ABD’ye ve AB’ye karşıt kemalist bir ulusalcılığa dolayım da sağlamış bulunmaktadır.

Uluslararası emperyalizm ve Türkiye finans kapitalizmi, bir taraftan emekçi sınıflarda Taksim’i işgal edecek bir öfkeye varan bu yerel statüko ve küresel sistem karşıtlığını kontrol altına alabilmek, diğer taraftan metropol Türkiye’sinin modernist ve laisist orta sınıflarını ve vahşi burjuvalarını yeniden sisteme bağlayabilmek için CHP’yi yeniden formatlama ihtiyacı duymaktadırlar. Ayrıca CHP geleneksel devlet partisi kimliği taşıdığından dolayı, bu partinin “Kürde Af, Türbana Özgürlük” şeklinde formüle edebileceğimiz ideolojik ve siyasal yeniden yapılandırılması üzerinden devlet sınıflarının Kürt ve İslam sorunundaki direncini kırmak da mümkün olacaktır. Baykal’dan sonra geleneksel CHP bürokrasisinin de tasfiye edilmesiyle sürdürülen Kılıçdaroğlu rönesansı sayesinde uluslararası sistem metropol kentlerini de kendi bölgesel politikaları doğrultusunda yeniden örgütlemiş ve kontrolü altına almış olacaktır.

AKP’nin kuşatılması ve CHP’nin yenilenmesi birbirine koşut süreçler olarak gelişecektir.

xxx

Çünkü uluslararası emperyalizmin gündemindeki bölge müdahalesi açısından görülmüştür ki, en uygun siyasal yapı AKP-CHP koalisyonudur.

AKP emperyalizm tarafından kendisine verilen şansı yeni Türk burjuvazisinin bölgesel pazara sahip olma politikaları nedeniyle yitirmiş durumdadır. Bölgesel pazarın yeniden paylaşımında başat konumda olabilmek için geliştirdiği siyasal ittifakların emperyalist algıda “eksen kayması” kuşkularına yol açmasının yanı sıra son YAŞ toplantısında estirdiği havaya rağmen cumhuriyet resepsiyonu krizinde net bir şekilde görülmüştür ki AKP, ordu ve geleneksel devlet sınıfları üzerinde hâkimiyet kurmakta yetersiz kalmış ve özellikle Kürt meselesinin hallinde devleti dönüştüreceğine, kendisi bizzat geleneksel devlet ideolojisinin bir temsilcisi konumuna yerleşmiştir.

Bütün bu nedenlerden ötürü, uluslararası emperyalizm önümüzdeki süreçte artık daha güçlü pratikleştireceğinin sinyalini verdiği Ortadoğu müdahalesinde Erdoğan’a ve AKP’ye baştan verdiği krediyi artık geri almış durumdadır. Hem AKP’yi hem de %42’yi kontrol etmek üzere CHP’nin gelecek seçimlerde AKP’ye ortak olmasına çalışılacaktır.

Reforme edilmiş CHP’nin sistemin merkezine yeniden iliştirilmesiyle, 80’den bu yana devlet-kitle ilişkisinde az çok koparılmış tabiyet hukukunun yeni aşamada geleneksel-tarihsel çizgisiyle yeniden örülmesi mümkün olabilecektir. Kürt meselesinin çözüm zemini olarak yeni aşamada devlet’in öne çıkarılmasını AKP-CHP koalisyonunun siyasal egemenliğine eklediğimizde karşımıza oldukça güçlü bir suni denge yapılanması çıkacağını şimdiden görmek mümkündür.

xxx

Erdoğan’ın bu gidişe nihai direnme şansı sıfıra yakındır. O, sıcak para politikalarıyla zaten kendi altına bir saatli bomba koymuş durumdadır. Efendilerine en diklendiği bir zamanda basit bir borsa operasyonuyla ayağının altındaki halı çekiliverir. Çin’le yaptığı ticari anlaşmalarla bu tür finans operasyonlarına karşı kendini güvence altına almaya çalışsa da spekülatif açığını geçmişte özellikle Uzakdoğu borsalarındaki operasyonlarla kapatmaya alışık Wall Street boğalarının saldırılarına karşı, uluslararası sermayenin serbest hareketine göre oluşturulmuş finans piyasasının yapısal olarak korumasının imkânı bulunmamaktadır. Yeni bir borsa bunalımı Türk finans dünyasının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır.

xxx

Bu dönemde yeni güçlü suni dengeyi yapılandırmak ve pekiştirmek üzere karşı devrimin sistemin ideolojik aygıtlarında da önemli eş zamanlı hamleler yaptığını görmekteyiz. Bunlar Hürriyet, Radikal ve Birikim’deki yeni düzenlemelerdir. Ve esas olarak %42’ye yönelik hazırlıklardır.

Hürriyet gazetesi bilindiği gibi Türkiye’nin en büyük basın tröstü olan Doğan Medya’nın amiral gemisi olarak anılmaktadır. Doğan Medya, yeni Türk burjuvazisinin hükümet destekli piyasa işgaline karşı geleneksel finans kapitalden yana takındığı tavrın yanı sıra, İslamcı sermayenin bütün propaganda imkânlarını ele geçirme operasyonlarının da bir gereği olarak Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin doğrudan hedefi konumuna geldi. Uluslararası burjuvazinin, özellikle Alman finans kapitalinin siyasal desteğine rağmen AKP hükümetinin getirdiği yüksek mali cezalarla tasfiye tehdidi altında tutularak Erdoğan’a ve islamcı sermayeye muhalif gücü kontrol altına alınmak isteniyor. Doğan Medya’nın AKP’ye karşı direnci giderek zayıfladığı bir süreçte, bu grubun önemli basın yayın şirketlerine Murdoch, Time Warner, Vivendi, RTL ve Axel Springer gibi kimi doğrudan Yahudi sermayesi, kimi neo-con politikaların doğrudan destekçisi olan sermaye grupları, hem de Doğan Holding’in beklediğinden daha yüksek sermayeler ödeyerek talip oldular. Yakın bir zaman içinde gerçekleşeceği söylenen bu sermaye aktarımı sonrasında hem Türkiye’nin en büyük basın tröstünün imkânları üzerinden toplum bilinci neo-con politikaların ihtiyacı doğrultusunda şekillendirilerek, özellikle gazete okuyan kentli kesimlerin Amerikan düşmanlığı giderilmeye ve bölgesel Amerikan politikalarına yatkınlıkları artırılmaya çalışılacak, hem de AKP’nin kendisine karşıt propaganda imkânlarını sindirerek toplum bilincini kendine göre şekillendirme hamlesinin önü kesilmiş olacaktır. Emperyalist sömürgeciliğin bu hamlesinin gücü Erdoğan’ı bir TV programında Hürriyet gazetesine takdirlerini iletmesine yol açacak kadar ürkütmüş bulunmaktadır.

Radikal gazetesi ise AKP’nin %42’yi kendinden yana şekillendirmek üzere AKP’ci bir yazarın yönetiminde ağırlıkla “yetmez ama evet”çi liberallerin yayın organı şeklinde organize edilmiştir. Metropol kentlerinde yerleşik orta sınıfların AKP iktidarına yönelik tirajlara yansıyan tepkisi Radikal’in bu yapılanmasının fazlaca işlevsel olamayacağını göstermektedir.

Birikim dergisine gelince;

Bilindiği gibi Birikim dergisi referandum sonrasında yayınladığı bir bildiri ile AKP’ye destek olmamakta direnen sosyalist ortamla pratiğe dönük bir ilişki sürdürmeyeceğini söyleyerek sosyalistleri dışarıdan vuruşlarla etkileme pozisyonuna çekildi. Konu üzerine değerlendirme yapan birçok yazar olayı mutlulukla karşılasalar da sosyalistler arasındaki bir ayrışma, genel planda bir daralma, sadeleşme olarak nitelediler. Bu değerlendirme aslında olayın gerçek rengini ve içerdiği tehdidi görememe tehlikesini taşıyor. Birikim’in sosyalist ortamla ilişkisini dışsallaştırması aslında Birikim’in asli ve stratejik pozisyonudur. Örgütsele, pratiğe, somut politiğe ilişkin bir konum geliştirmeksizin yüksek teori ve ideolojik referanslar odağı olmak Birikim’in, 70’lerin başında ortaya çıktığında da tuttuğu pozisyondur.

Birikim, Althusser’in yapısalcılık olarak tanımlanan görüşleri üzerinden 70 sonrasının klasik ideolojik-politik şekillenmelerinin dışında kendine ait bir alan yarattı. Althusser, Sovyet revizyonizminin geri ülkelerdeki sosyalist kalkışmayı kavrayamayarak bu yüksek devrim konjonktüründe Detant adına bu devrimlere karşı gizli açık tavırlar geliştirmesinin yol açtığı ideolojik, politik ve teorik bayağılaşmaya tepki sayılabilecek entelektüel faaliyetini, batı marksizminin karakteri olan pratiksiz ama yüksek teori merkezi olma üstenciliği içinde marksizmin dışına taşıdı. Kurucuları tarafından “tarihsel materyalizm” olarak adlandırılan marksizmi, tarih bilgi ve bilincinin inkârı üzerinden ampirik ve eklektik bir kavram yığını haline getirdi. Batıda kuramlaştırılan ama doğuda pratikleşen devrim tarihselliği kendi özgünlüğü içinde bilince çıkartılamadan, teorik kavrayış Althusser eliyle batı marksizminin devrimsizliğinde tarihsiz, gelgeç bir güncellikle dejenere edildi..

Kendisi de göreceli olarak geri bir kapitalist ülke olan Türkiye’deki devrimci hareket Sovyet revizyonizminin sultasındaki ortodoks marksizmin ne işçiciliği, ne particiliği, ne de kitle kendiliğindenciliğine ait referanslarını kendi hayatında bulamazken Çin’in, Vietnam’ın, Küba’nın kırsal tarzlarına geçiş yapmayı kendiliğinden engelleyen bir kent devrimciliği sürdürüyordu. Birikim’in devrime ve marksizme karşı ama marksizmin içinden konuşması, Türkiyeli yüksek devrimci pratiğin ihtiyaç duyduğu klasik olandan ayrıksı teorik veri ihtiyacına karşılık geliyordu. Ve Birikim’in, örgütsel ve siyasal bir önderlik iddiası taşımaması, militanların grupçu ideolojik koruma kalkanlarını otomatik olarak devre dışı bıraktığı için geri bir ülkeye ait siyasal sürecin teorik izahı Birikim’in Althusserci verileri üzerinden yapılıyordu. Marks’ın teorik yaşamını ikiye bölüp genç eserlerinin üzerine çarpı çekerek, Engels’i, zaten o bu işleri bilmezdi diye yok sayarak sadece marksizmi tahrif değil esas olarak marksist teoriye karşı kuşku geliştirmek ve faaliyetin örgütsel tasfiyesi için “birey kültü”nü bayraklaştırmak onca lâf kalabalığı arasında Birikim’in Türkiye devrimine karşı esas olarak ısrarla sürdürdüğü misyonu idi. Ve etkisini en çok kentli küçük burjuva devrimciliğinin teoriye daha çok önem atfeden kesimleri üzerinde gösterdi. 12 Mart’ı faşizm olmaktan çıkaran Kurtuluş ve faaliyeti “dergi çevresi” olarak tanımlayan Devrimci Yol önderlikleri, Birikim’in, elbette tek başına kendisinin sebep olmadığı ama böyle olmasına özellikle çalıştığı bilinç yozlaşmasının tipik örneklerini oluşturdular.

Birikim’in attığı ideolojik ve teorik likidasyon tohumları 80 sonrasının yenik ruhlarında gür çalılar olarak yeşerdi; siyasal hayatımızın temel tartışmaları olarak karşımıza dikildi. Liberal solculuk düzeyindeki “sosyalist demokrasi”cilik, örgütsel çalışmayı bir kulüp faaliyeti düzeyine indiren “çoğulculuk”, “birey olma” ve en önemlisi toplumsal kurtuluşunu Avrupa demokrasilerine bağlayan, teorik besinini hâlâ batı marksizminde arayan militan mücadelelere kapısını sımsıkı kapamış bir sol…

Birikim’in bu misyonla ortaya çıkması elbette kendiliğinden bir süreç değildi. Birikim, solu sisteme yedeklemenin, soldan sisteme destek güçler üretmenin mekanizması olarak elbette genetik bir öncele sahipti: Kadro dergisi.

Kadro dergisi cumhuriyetin ilk yıllarında komünist hareketin saflarından ağırlıkla ihanet ederek kopan ve kendini kemalist hareketin başarısına vakfedenlerin kurduğu bir yapılanmaydı. Proletaryanın güçsüzlüğü gerekçe gösterilerek ülkedeki burjuva demokratik devrimin bekası için cılız burjuvazi adına kadro yetiştirilmesini önüne görev koymuş bir hareketti. Birikim dergisi ile Kadro arasında genetik bağlantılar kurarken sadece bir mecaz yapmadık, çünkü Birikim dergisinin birinci süvarisi Murat Belge, Kadro dergisi kurucularından Burhan Belge’nin oğlu, ünlü yazar Yakup Kadri’nin de yeğenidir. Kadro misyonu bir miras halinde Birikim dergisine aktarılmış durumdadır.

Misyon zincirini daha eksiksiz kurabilmek için Kadro ve Birikim arasına elbette bir de Hasan Cemal’in Yön dergisini koymak gerekir. Solu manipüle etme ve devrimci küçük burjuvaziyi sistemin destek gücü konumuna getirmenin bir aracı olarak bu entelektüel mekanizmalar sadece misyon çizgisi itibariyle değil, piyasaya çıkış zamanlamaları açısından da deterministik bir ortaklık taşırlar;  komünist ya da devrimci hareketin önemli potansiyeller taşıdıkları başlangıç süreçlerinde ortaya çıkarlar. Kıvılcımlı’nın, “komünizm süprüntüsü” dediği Kadroculuk için “ne zaman sahneye çıktı” diye yönelttiği sorusuna cevabı, “İzmir bir hafta işçilerin ve gençlerin işgalinde kaldığı zaman,” olur.Yön için aynı sorunun cevabı 27 Mayıs’ın, yani ülkedeki aydın küçük burjuvadaki sol potansiyellerin giderek açığa çıktığı zamandır. Birikim, 70’lerin başında, keza devrimci hareketin tarihinin en büyük potansiyelini açığa çıkardığı zaman görev aldı. ‘80 sonrasının yenilgi yıllarında Birikim yazarları karşı devrimin doğrudan ideolojik aygıtlarındaki görevlerine döndüler. Ve devrimin ilk canlanma emarelerini gösterdiği 87-90 aralığında yeniden görev aldılar.

Birikim, dönemin düşük devrim konjonktüründe sadece devrimin etkisizliğinden dolayı değil, aynı zamanda yapısalcılığa karşı geliştirilen teşhir ve tecrit sürecinin bir sonucu olarak da silik pozisyonda kaldı. Ama burada geçerken belirtmeliyiz ki yerlerini doldurmaya aday olan yok değildi. Teori Politika dergisi, böyle devrimciliğe böyle Birikim’cilik denecek tarzda yapısalcılığı gündemde tutmaya çalıştı ama her taklit gibi, biçimsel abartmaların ötesine geçemedi; jargona bindirilmiş entel züppeliğin teorisiz teorikliğin acı tadını gideremediğinin kanıtı oldu.

Özellikle referandum süreci ve sonrasında ortaya çıkan sonuç kent küçük burjuvazisinin ve proletaryasının verili gidişe duyduğu tepkiyi öne çıkardı. Türkiye devrimci hareketi bu tepkinin öncülüğüne kendiliğinden adaydır. Devrimin bu kitle gücünü ve potansiyel siyasal nüfuzunu sistem dışına taşımaması için devrimci hareketi bir kez daha bilinç tutulmasına uğratmak üzere Birikim politik sahada en etkin olduğu pozisyona çekilme kararı aldı. Buna ikinci Birikim dönemi demek doğru olacaktır. Kadro ve Yön çizgileri kapitalizmin gelişimi adına, burjuva demokratik devriminin tamamlanması adına burjuvazinin devletçiliğini sola yedirmeye çalışıyordu, şimdi Birikim aynı çizginin ileri bir aşaması olarak burjuva devletini demokrasicilik olarak sola yedirmeye çalışıyor.

Burjuva demokrasisinin kapitalizm öncesi sınıfların ve onların ideolojik örgütlenmesi olan kilisenin alt edilmesiyle geliştiğini pek iyi bilen Birikim, binlerce yıllık kurgulu tüccar sermayenin sünni ideolojiyle devletleşmesini devrimsel bir demokratik süreç olarak pazarlamaya kalkıyor.

Tıpkı Kadro ve Yön dergileri ve I. Birikim gibi II. Birikim de marksizm içinden “çorba fikirler” ortaya atarak “düzen içi” olma ön koşuluyla formatlanmış “yeni bir sosyalizm tanımı”yla devrimci ortamın “kafadan gayri müsellah” olmasına (silahsızlandırılmasına) çalışan bir ajan sosyalizmini temsil etmektedir. Devrimin sürgit devre dışı kalmasının ön koşulunun devrimcilerin düşünsel silahsızlandırılmasında olduğunu bilen Birikim, yeni Türk burjuvazisinin kendi demokrasisi üzerine yaydığı alaturka ütopilerini bize marksizmin tahrifatı üzerinde şekillendirilmiş alafranga demagojilerle sunma gayretlerini daha da şiddetlendirecektir.

Birikim, kendini solla pratik ilişkilenmenin dışına çıkartıyor çünkü devrimci hareketin pratikçe yükselmekte olduğu bu sürecin onun devrim düşmanı siyasallığını daha görünür kılacağını ve bunun, onun sözünü değersizleştireceğini biliyor. Birikim, solla pratik ilişkilenmenin dışına çekiliyor, çünkü yükselen devrimci mücadelenin teoriye ihtiyacının da artacağını ve devrimin doğulu gerçeklerini kavrayamayan ve hâlâ batı marksizminin verileriyle beslenen devrimci hareketi teorik zeminde, egemen sınıflarca tahkim edilmiş entelektüel mevzilerden şekillendirmenin daha kolay olabileceğini biliyor. Türkiye devrimci hareketinin ne genelde sistemsel olarak ne de özelde Türkiyeli bir devrimin sorunlarını teorik olarak çözmekten henüz uzak olması, devrimci hareketin Birikim türü ajan sosyalizmlerine karşı zaafını oluşturuyor. Bugün sürdürülen sivil toplumcu, devrimsiz devrimcilik anlayışı zaten Birikim’in teorik mirasıdır ve bu yüzden de Birikim’in sola sırtını dönmesine en çok üzülenler gene ağırlıkla Devrimci Yol ardılları olmuştur.

Konuyu kapatırken, Birikim’in “sol” dışına çıkmasının, onu “sol”dan  saymayanlar açısından bile çok sevinmeyi gerektiren bir durum olmadığının, aksine daha uyanık olmamızı gerektiren bir gelişme olduğunun bir kez daha altını çizmekte yarar bulunmaktadır.

Birikim’in solu soldan burjuvazinin ateşine tutmak için ideolojik mevzilere çekilerek elini rahatlatması teorik sorunların girdabında kıvranan sol açısından oldukça büyük ve onu savmayı önümüze ciddi bir görev olarak koyan bir tehlikedir, çünkü Birikim marksizmin ancak doğulu ve geri ülke devrimsellikleri üzerinden yeniden üretimi ile etkisizleştirilebilecek bir karşı devrim sızmasıdır.

Birikim’e ve onun devrimci hareket üzerindeki etkilerine karşı uyanık olunmalıdır.

xxx

Referandum sonrası değerlendirmelerinde Türkiye’nin üçe bölündüğü hususunda herkes birleşti.

Yeni Türk burjuvazisinin egemenlik alanları doğudan, Kürt özgürlük hareketinin siyasal egemenliğini pekiştirdiği Kürt kentleri tarafından, batıdan ise gelişkin kapitalist ilişkiler içindeki modern sınıfların yaşam alanlarının yoğunlaştığı kentler tarafından kuşatılan, tefeci bezirgân talanına en açık toprak ekonomisinin, geri ve gerici kırsal küçük mülkiyetin ağırlıkta olduğu orta Anadolu ve orta Karadeniz bölgesi olarak belirginleşti. Kıvılcımlı’nın bir zamanlar var olan Amerikan radar üssü üzerinden andığı Sinop’tan, bir başka Amerikan üssünü barındıran Adana’ya çekilen bir çizgi üzerinden tarif ettiği karşı devrim ekseninin siyasal karşılığı zaten 12 Eylül sürecine girerken bu eksen üzerindeki Sivas, Çorum, Maraş gibi gerici kitle tarzlarının provaları üzerinden görülmüştü. Şimdi bu eksen etrafındaki kentler, elbette biraz daha şişkin bir şekilde ve Kürt illerinden göç nedeniyle güney ucundan biraz daha doğuya kaymış olarak ama yetişkin nüfusun neredeyse %90’ının beyaz ordunun kadro ve siyasal lojistiği olan gerici faşist kitleselliği ile AKP’nin mutlak hâkimiyet alanları şeklinde bir kez daha karşımıza çıkmış oldu.

Kürt illerinin özgürlükçü siyasallığını bir tarafa koyduğunuzda bu renkli haritada Türkiye devrimi adına kendini gösteren bir renk bulmak ne yazık ki imkânsızdır.

Geri devrim koşullarında toplumsal muhalefete nüfuz etmenin doğru bir taktiği olarak geliştirilen hayır’ın kitleye ulaşım yollarını açıp açamadığı taktiğin kendi gerekçesi itibariyle elbette henüz siyasal bir iddia olmaktan öte gidemez. Devrimci hareketin bilinen güçsüzlüğü Hayır oylarında bir yüzde hesabına oturmasına elbette imkân tanımaz. Hayır taktiği zaten güncel Türkiye muhalefetinde göreli bir yer tutmayı hedeflediği için bu nicel konumlanmanın sonuçları, o da ancak başka doğru taktiklerle taçlandırıldığı takdirde ölçülebilir bir somutluğa ulaşacaktır.

Boykotçulara gelince, bütün siyasal konumlanma ve tarzlarıyla statükoya gömülü olanların, tam da Birikim’in istediği gibi her gün sistem içi solculuk üretirlerken bir “sandıksal demokrasi” manevrasıyla kendilerinin statüko karşıtı bir eyleyiş içinde olduklarını ilan edivermeleri aslında kimilerinin devrimciliği ne kadar ucuzlattığının da bir göstergesiydi ama gene de, bu zeminde tartışma yürüten kimi arsız piyasa düşkünlerini görmezden gelirseniz, Türkiye solunun boykotçu kesimlerinin de Kürt devriminin başarısı üzerinden kendilerine pay çıkartmakta çok ısrarlı olmamakta, yani referandum haritasının Türkiye bölümlerinde devrime ait siyasal bir değer bulamadıklarını ikrarda aslında oldukça gerçekçi davrandıklarını söylemek mümkündür. Bu ölçülü yaklaşımda, Kürt özgürlük hareketinin kurmayları ve Öcalan tarafından boykot taktiğinin ve başarısının Kürt halkı açısından oldukça ileri bir mana teşkil etmesinin yanı sıra, genel Türkiye siyaseti açısından AKP’ye verilen bir şans olduğunun açıklanmasının pay sahibi olduğu düşünülebilir. Bilindiği gibi boykotçu Türkiye solu, hayır taktikçilerini 80 statüsünü savunmakla suçlarken aslında AKP’nin değişiklik söylemine verilen liberal manayı savunmuş oluyorlardı. Biz boykotçu solun, arkasındaki daha büyük bir kütlenin önüne düşen gölgesinden kendi cismine ilişkin halüsinasyonlara kapılmayacağı umudunu taşıyoruz, çünkü hemen referandum sonrasındaki AKP politikasının ne Kürt meselesinde, ne demokratik alan çalışmalarında, ne yeni bir anayasa girişiminde hiçbir gelişme sağlamayacağının tam olarak anlaşılması Türkiye solunun hayırcı ve boykotçu kesimlerinin muhalefette ortaklaşmasının potansiyel imkânlarını açığa çıkarmış durumdadır. Ortaklaşmanın tartışılmaz verisi ve hareket noktası bu haritada Türkiye adına devrimin izinin olmamasıdır.

Evet, bu haritada devrim yok ama bu haritadan devrim çıkar.

            

Her şeyden önce bu harita yeni bir harita değildir. Ta Şefik Hüsnü’nün “Türkiye ve İçtimai İnkılâp” adlı çalışmasından beri bilinir. “Doğu Anadolu: Tarım ekonomisine bile girememiş göçebe toplumu… Orta Anadolu: yoksul küçük toprak sahibi köylüler, feodal ağa, mütegallibe vurgunu… Kıyı Anadolu: büyük ölçüde yabancı sermaye ve işçi hareketi…” Ya da başka sözlerle Kıvılcımlı tarafından yapılan özet: “Soysuzlaşmış tarih öncesi (doğu), kapitalizm öncesi (orta), kapitalizm…” Ve bu tablo üzerinden Türkiye Sosyalist İşçi Çiftçi Fırkası zamanından beri çizilen “sosyal sınıfların stratejik ve taktik devrim durumları” şöyle tarif edilir: “Deniz kıyılarıyla birlikte batı Türkiye’nin enerji dolu proletaryasının orta Türkiye’nin geniş ezilmiş halkı ile kuracağı pek tabii ve gerçek karşılıklı çıkarlara dayanır birliğin vereceği güç, sosyal devrimin zaferini elde etmek için en büyük faktör olacaktır. Ve bu zafer, bugün sosyal hareket için elverişli şartlardan yoksun, büsbütün geri kalmış doğu Türkiye ezilmişlerinin de yüzyıllık boyunduruklarını kırdıracak ve onları hürriyetin mutlu ufuklarına kavuşturacaktır.”

Bu programın yüz yıllık başarısızlığı üzerine yürütülen tartışmalar referandum haritasıyla kadük olmuştur. Geçen zamanın bu program ve stratejiye dayattığı tek değişiklik “Doğu ezilmişleri”nin, “batının enerjik proletaryası” ve devrimcilerinden öğrendikleriyle onlarsız kendi “hürriyetlerinin mutlu ufukları”na yönelme becerisini geliştirmeleridir. Ancak gene de “deniz kıyıları”ndaki sosyo-politik hayata taşamayacak kadar kendi coğrafyalarındaki dönüşüm süreçlerinin henüz çok başındalar. O halde Türkiye’nin bugünkü devrimcileri için yüzyıl evvel tanınan görevin en azından iki bölümü hâlâ geçerliğini korumaktadır.

Referandum haritası yüzyıl önceden yapılan saptamaları doğrulayarak devrimin yatağının gelişkin metropol alanları olduğunu göstermiştir. Bugüne ait aşılması gereken handikapları saptayarak bunlara göre doğru taktikler geliştirebilmemiz, yüzyıl öncesinden miras aldığımız devrim programını yüzyıllık bir başka yalnızlığa uğurlamamızın önüne geçecektir.

Metropol alanlarda AKP karşıtı toplumsal muhalefetin ideolojik-siyasal öncülüğü, proletaryanın devrimci öncülüğünün yokluğunda geçmiş kemalist burjuva devriminin ulusalcı, modernist ve laisist programını taşıyan büyük ve orta burjuva kesimler eliyle yürütülmektedir. Bu zeminde Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını hiçbir sınırlama ve koşul ileri sürmeksizin propaganda ederek burjuvazinin şovenist önderliği kırılmalıdır. Kapitalizme devrimci yoldan geçememiş bir toplumsal formasyonda geri ve gerici sosyalliklerin varlık ve hatta iktidar koşullarında modernizm ve laisizm sosyalizmle ittifak edebilecek burjuva demokratik değerler olarak kabul görebilir.

CHP’de yapılan yeni restorasyonlar, emperyalizmin bölgesel politikalarına sürtünme yaratmayacak tarzda geleneksel devletçi eğilimlere islamcı ve Kürt öğeleri içeren yeniden yapılanmayı hazmettirme amacını gütmektedir. Kürt öğe ister işbirlikçi, ister devletçi karakterde olsun esas olarak Kürt halkının özgürlükçü iradesinin denetiminden uzak kalamayacaktır. CHP’nin Kürt halkının demokratik istemleri karşısında en azından tarafsız bir konuma sürüklenmesi, devrimin metropol alanlardaki şovenizme karşı propagandasının etkinliğini artırıcı bir ortam yaratacaktır.

CHP’nin, nihayetinde AKP’yle ittifaka kadar vardırılacak tarzda orta Anadolu gericiliğine ve islamcı ideolojiye tolerans geliştirmesi metropol alanlardaki toplumsal muhalefeti, devrimin, emperyalizmin işbirlikçisi bezirgan islamcılığa karşı propaganda ve örgütlenmesine etkin karşılıklar bulmasını kolaylaştıracak tarzda, siyasal olarak boşa düşürecektir. Metropol alanlarda işbirlikçi bezirgân islamcılığa karşı propaganda ve örgütlenme orta sınıfları devrime karşı tarafsızlaştırırken, özellikle CHP’nin seçimler sonrasında hükümet yapılanmasında yer alması ve zaten kendisine kuşkuyla bakan emekçi sınıfların gözünde sistemin somut temsillerinden biri haline dönüşmesi koşullarında, proletarya ve kent yoksullarının sisteme öfkesinin yöneleceği siyasal düzlem devrime ait olabilecektir.

Bu yüzden –şimdi de geçerli olmakla birlikte- özellikle olası CHP-AKP koalisyonu koşullarında hem devlete hem de dinsel gericiliğe karşı birbirini ötelemeyen ya da öncelemeyen politikalar ve mücadele biçim ve araçları geliştirmenin hazırlıklarına şimdiden girilmelidir.

Türkiye devrimci hareketi 60’lardan bu yana faşist devletle değişik düzeylerdeki mücadelesinde önemli tecrübeler kazandı. Ama bir kitle eğilimi olarak islamla ve kurumsal bir ideoloji olarak din’le nasıl hesaplaşacağına dair marksist bir kavrayış geliştiremedi. Oysa Türkiye devrimci hareketinin Nasrallah’la Fethullah arasındaki ayrımı gözetebilecek ve bunu pratiğine yedirebilecek kertede bir din ve islam perspektifine ihtiyacı vardır. Bu perspektif solu günceldeki tezahürleriyle hem Kemalist esintili modernist yaklaşımlardan, hem de işbirlikçi islama yol veren liberal söylemlerden koruyacak bütünlükte olmalıdır.

Önümüzdeki seçim süreci devrimci demokratik ajitasyonun bütün ayırt edici kapsamıyla kitlelere yöneltilmesinde çok önemli bir imkân sunmaktadır. Bu seçimlerde, Türkiye devrimci hareketi ve Kürt özgürlükçülüğü ittifakının Türkiye metropollerinde ciddi bir devrimci demokratik rüzgâr estirmesi oldukça mümkündür. Bu süreçte, referandumda olduğu gibi daraltılmış tercihlere zorlanılmayacağı için bütün eğilimleriyle sosyalist hareketin ve Kürt özgürlükçülüğünün, bütün halklardan emekçilerin demokrasi taleplerine sahip çıkmanın basit bir programı etrafında bir araya gelmelerinde -kendi kadim grupçuluk hastalığımız otokontrol altına alındığında- teorik olarak öngörülebilir hiçbir sorun yoktur. Daha ötesi, devrimci demokratik bloğun asgari düzeyde olsun oluşturulabildiği koşullarda bu süreçten Türkiye devrimci hareketini de moral olarak toparlayacak olumlu kazanımlar elde edilmesi çok güçlü bir ihtimaldir. Ancak sürecin bu umutlu niteliğinin aynı zamanda küçük burjuva dükkâncılıkları da ajite eden bir öğe olduğunu unutmamak gerekir. Şimdiden herkesin kendi zemininden birlik-cephe telalığına kalkması sürecin gerektirdiği mütevazı, soğukkanlı ve kolektifi gözeten yapı işçiliğinden oldukça uzakta olunduğunu gösteriyor. Dikkatli, ölçülü ve kapsayıcı olmak bu zemindeki iyi niyetin ölçüsüdür.

Diğer taraftan, başarı olasılığına bindirilmiş daha büyük bir tehlike ise potansiyel kolektifin seçim programlı kalması, seçimlerin ardından dağılmasıdır. Bundan önceki benzer süreçler bütün aksi niyetlere karşın bir seçim bloğu olmanın ötesine geçilemedi. Seçim süreci üzerinden motive olan kolektif devrimci demokratik kurumsal çalışmayı kalıcı kılabilmek için artık belki de artık geçerliliğini yitirmiş modeller yerine başka tarzların arayışları ve tartışmaları gerekmektedir. Örneğin, devrimci hareket, böyle bir süreci geliştirebilmek için yapacağı bir ön hazırlıkla, mücadelesinin geldiği özerklik aşaması itibariyle Kürt halkının metropollerdeki siyasal nüfuzunun, öncüsünün Türkiyelileşme programına da içkin yeni bir varyant olarak, tutmayan “çatı partisi” modelinden Almanya örneğindeki gibi bir “kardeş parti” modeline yönlendirilmesini önerebilmeyi düşünmelidir. Verili aşamada metropollerdeki Kürt siyasal örgütlenmesinin varlığında böyle bir kardeş partinin örgütlenme sürecinin yaratacağı öngörülebilen komplikasyonların basit örgütlenme teknikleriyle giderilmesi mümkündür. Ancak teknik sorunları gölgede bırakan bir esas dahilinde, bu modelle Türkiye devrimci hareketinin çatı partisinin çatılmasını bile engelleyen Türk reflekslerini fiilen aşmak da, metropollerdeki Kürt proletaryanın sömürü süreçlerine muhalefetini engelleyen Bundvari kasılmalardan kurtulmasını sağlamak da mümkün olabilecektir.

Diğer taraftan, mücadelenin seçim gibi özel dönemlerini de içeren ve aşan dönemsel özellikleri itibariyle, devrimci hareket, yeniden yapılandırılmakta olan sistemi ister doğrudan karşısına almaya yönelsin isterse kendini sakınmaya özen gösteren altta güreş pehlivanlıklarına soyunsun, son dönem operasyonlarının ve zindan süreçlerindeki gelişmelerin gösterdiği gibi devletin daimi hedefi olmanın dışına çıkamaz.

Sistem, suni dengeyi güçlendirmek için harekete geçirilen dinamiklerin aynı zamanda kararsız dengeye geçiş açısından da bir eşik yaratmakta olduğunu yüzlerce yıllık devlet aklı ve zaaflarını daha kolay görmesini sağlayan içerden bir bakışla elbette bizden daha iyi görmektedir. Bu nedenle o ya da bu düzeyde bölgesel bir yeniden paylaşımın açılımına girmenin öngününde kendi cephe gerisini temizlemek ve tesirsiz hale getirmek onun her günkü politikası olacaktır.

Öncü kendini, ön dalgalarını yaşamakta olduğumuz düşman saldırılarına karşı korunaklı bir şekilde yapılandırmalı ve bir savaş düzeni almalıdır.

Önceki İçerikFırtına Yaklaşırken Rotayı Tutturmak İçin Kerterizler
Sonraki İçerikFırtına Konjonktüründe İlerlerken