Haziran Direnişi, Sınıf Bakışı

Ya da Türkiye Niçin Arjantin Olmuyor?

Uluslararası ve yerel sermayenin ağır kriz politikaları uygulamaya sokulurken yönetici sınıflar kaçınılmaz bir sosyal patlamanın endişesi altında kıvranıyorlardı. Benzer kriz politikalarının uygulamaya sokulduğu Arjantin’de halk bu politikalara karşı beklentilere uygun olarak sokağa döküldüğünde soru söyle somutlaştı: Türkiye bir Arjantin olacak mıydı?

Yanıt hayatın kendisinden geldi, Türkiye Arjantin olmadı.

Türkiye’nin Arjantin bile olamayışını –“bile” diyoruz, çünkü Arjantin halk muhalefetinin de sınırlı bir zorlayıcılık gösterebildiğini biliyoruz- çözümlemek ülke tarihinin çeyrek asırlık yenilgi konjonktürünü tersine çevirmek için zorunlu bir uğraktır. Başta işçi sınıfı gelmek üzere, emekçi kesimlerin kendilerini bir toplumsal dönüşüm öznesi olarak dayatmadıkları hiçbir durumda bugünkünden daha farklı bir tablo yaşanmayacağı bilimsel bir gerçekse, ülke işçi sınıfının en birincil çıkarları için bile kendi toplumsal varlığını siyasal bir değere dönüştürememesinin mutlaka çözümlenmesi gerekmektedir.

Güncel soru Türkiye’nin niçin Arjantin bile olamadığı iken, proletaryanın İstanbul’u işgal ettiği 15-16 Haziran direnişinin yeni bir yıl dönümünü yaşıyor olmak Haziran direnişini konuşmayı bir tarihi yad etmekten çıkararak, geleceğe yol gösterecek somut tarihsel bir verinin stratejik bir analizi haline getirmektedir.

Bir yanda en kahredici tevekkül içinde sinik bir toplumsal duruş, öte yanda volkanik bir patlayış potansiyeli… Sınıfın kendi genel gidiş çizgisi üstünde bu atlama momentlerinin diyalektiği burada düğüm olmaktadır. Çözümsüzlük ya İskender kılıcıyla sınıfı saf dışı bırakıp onu ideolojik öncülüğe ısmarlayan ve sınıf dışı güçleri sınıfın tarihsel görevlerini üstlendiren küçük burjuva tarzlara ya da bayağı marksizmin doktriner kalıplarına yaslanarak toplumsal zorlayıcılığı, sınıfın yapabildiği düzeyde kabul edip mücadeleyi sınıfı bilinçlendirmek adına ahkam kesmeye indirgeyen burjuva tarzlara yol almaktadır. Bu iki yaklaşım da hayat içinde denendi. Sonucun katmerlenen olumsuzluk olduğu ortadadır. O halde bunların inkarı üzerine yükselen farklı bir sınıf bakışına ihtiyaç ortadadır. Sınıfın sosyal ve siyasal varlığı, sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi kendi bilimsel ve tarihsel temelleri üzerinde, bugüne kadar uğradığı bütün teorik mutasyonlar düzeltilerek yeniden işlenmelidir.

1970‘in Istanbul proletaryası ile 2002‘nin Arjantin proletaryası arasındaki senkron ancak bilimle nesnelliğe açılım getirebildiğimiz ve bunu iradi tarzlara büründürme yeteneğine kavuştuğumuz  koşullarda sağlanabilecektir. O gün tüm dünyanın sosyalistleşmesinin ilk günü olacaktır.

 

Basit Soru, Tarihsel Sorun

Madem teorik kavramlardaki bozulmalardan, nesnelliği çarpık algılayışlardan bahsettik ve bunların düzeltilmesini öncelikli yöntem olarak kendimize seçtik, ise önce alfabesinden başlayalım: Sınıf nedir?

Ülkemizde 40 yılı aşkındır sosyalizm telaffuzunun ve propagandasının engellenememesi sonrasında bugünün devrimcisine bu soru hemen kolayca cevaplanacakmış gibi gelebilir. Ama hiç de öyle değildir. Her şeyden önce işçi sınıfı biliminin kurucularından sınıf mücadelesine ve sınıfların tarihsel gelişimine dair ciltler dolusu açıklama kalmışsa da soruyu sorun olmaktan çıkaracak bir tanım kalmamıştır. Marx, Kapital’inin üçüncü cildini tam bu tanıma geçerken yarım bırakmıştır. Engels de kurucularından olduğu bilimin tarih bakışı konusundaki eksikleri giderme uğraşısından bu görevi tamamlayamamış olmalıdır. Sonuç olarak, tüm dünyaya sınıf mücadelesi perspektifiyle bakan, tarihi sınıf mücadelesine göre anlayıp toplumu değiştirmeye yönelen sosyalistlerin elinde bir sınıf tanımı bile bulunmamaktadır. Bu temel eksiklik sınıf mücadelesindeki aksaklıkların ve zaafların giderilmesi aşamalarında kendini göstermiş ve bu soruya verilen cevaplar sınıf mücadelesini algılama ve yönlendirmede farklı duruşları belirleyerek kolektif bir tutum için çözümlenmesi gereken bir sorun haline gelmiştir.

Sınıf tanımının bir sorun haline gelişi elbette konunun soyut haliyle kendinden kaynaklanmamaktadır. Sorunun kaynağında, bolşevik devrimiyle başlayan, 60‘larla yükselen geri ülke devrimlerinin Avrupalı marksistlerce kavranamaması yatmaktadır. Marksizm kuramının dogmatik kavranışı geri ülke devrimlerini açıklamada yetersiz kalıp, en gelişkin proletaryaya sahip gelişkin kapitalist ülkelerin sosyalizm yarışında geri ülkelerin arkasında kalması durumunu çözümleyemeyince kuramın esnetilmesi, yeni kavram arayışları ve kuram mucitlikleri ortalığı kaplamıştır. Bir ölçü olması açısından saygın bir devrimci kimliği olan, teorik sunuşları batı marksizmine soluk vermiş olan Gramsci’nin bolşevik devrimini “kapital’e karşı devrim” tanımıyla kuram dışı bir çizgi olarak nitelemesini hatırlamalıyız.

 Proletaryanın marksist kuramca verili olan devrimciliğini hayat içinde göremeyen küçük burjuva aydınları sınıf anlayışlarını güncel politikaya göre ayarlayıp zamanla öyle uçlara çektiler ki, is sınıf olgusunu verili nesnel ekonomik ilişkiler zemininden kopartarak politik ve ideolojik düzeylerde belirlemeye kadar vardı. Yani yaşanan moment gereği proletarya kendi çıkarlarını savunabiliyorsa sınıf idi, değilse değil.. Bu yaklaşımlar özellikle sovyetik sistemin 90‘da çöküşünü takip eden yıllarda hızla proletaryaya veda ettiler.

Şimdi ilk elde yapılması gereken proletaryanın marksizmce kuramlastırılan tarihsel misyonunun günümüz koşullarındaki geçerliliğini yok sayan görüşlerin kuramda ve yaşamı algılayışta yarattıkları çarpıklıkları düzelterek kuramın ortodoks savunusunu bütün revizyonizmler,  reformizmler ve dogmatizmler karşısında güçlendirmektir.

 

Sınıf ve Toplumsal Dönüşüm Kuramı

Marksizm toplumsal ve tarihsel gelişmeyi yalın üretim ilişkileri ve üretici güçler kavrayışı üzerinden yapar. Bunlar toplumun ekonomi alanı dediğimiz nesnel gelişme alanını oluştururlar. Hiç ikircimsiz ve her hangi bir konfüzyona yol vermeden söyleyebiliriz ki sınıflar da yeniden üretim sürecinde yer alan maddi yapılar olarak varlıklarını bu alanda oluştururlar. Kıvılcımlı’nın sınıf tanımı, bu nesnel zeminde yer alan farklı sosyalliklerden sınıfı ayrıştıracak bir bilimsel yalınlık taşır: “Her toplumun sosyal sınıfları, her şeyden önce, o toplumun ‘egemen ekonomi’ ilişkilerinde dolaysızca, yani birinci kertede görevli bulunan insan kümeleridir.” (HK, Genel olarak sos sınıflar ve partiler)

Yani sınıf kavramı hic de ekonomik nesnelliklerin açıklayamayacağı bir şey değildir. Sınıflar tümüyle egemen ekonominin birincil dereceden unsurlarıdır. Günümüzde somutlarsak egemen ekonomi kapitalizm ise bu toplumda sadece proletarya ve burjuvazi sınıftırlar, diğer sosyallikler zümre, tabaka  vb gibi sınıfa ait olamayan toplumsal tanım çerçevelerine girerler. Proletarya bu egemen üretim ilişkisinin kolektif üretici olan sınıfını oluşturur. Tarih ve bilim bu özelliğinden dolayı proletaryayı yeni toplumu kuracak güç olarak misyon sahibi kılar.

Marx toplumsal dönüşümlerin kurgusunu Katkı’nın ünlü önsözünde söyle kurar: “Gelişimlerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrimler çağı başlar.”

Bu kurguda anılan üretici güç mecazi somut çağdaş kapitalizm konu kabul edildiğinde derhal proletaryayla örtüştürülmüştür. Bu yaklaşımın, genel çizileriyle doğru olmakla birlikte Marx’ın yukarıdaki kurgusunu bütün diyalektiğiyle kavramada iç engeller ürettiğini şimdiden söylemeliyiz. Üretim ilişkilerince engellenen üretici sınıf değil onun da bir bölüğünü oluşturduğu üretici güçler ise, bütün üretim ilişkileri üzerinden geçerli olacak bir emek/insan kategorisi olarak algılanması, toplumsal dönüşüm için olmazsa olmaz insan:kolektif aksiyon üretici gücü olarak özel bir tanıma oturtulması gerekmektedir. Bu konuyu tartışmayı yazının ilerleyen kısımlarına ertelerken, bu mekanik kavrayışın türevi olan görüşleri ele almak konuyu daha kavranır kılacaktır.

Marx’ın kurgusunun günümüz kapitalizmine izdüşümü yapıldığında, azgın sömürü koşullarının proletaryayı bir üretici güç olarak engellemekte olduğu bir önvarsayımdır. O halde proletarya mevcut kapitalist üretim ilişkilerini dağıtmalıdır. Teorik akıl yürütme böyle olunca bunun hayatla kıyaslanması tümü birden marksizmin ve proleter sosyalizmin inkarına çıkan şu tür farklı yorumları ortaya çıkarmaktadır. Birinci yorum, Marx’ın yaptığı devrim kurgusu doğru değildir, yerine başka kurgular geliştirilmelidir, örneğin bu yaklaşımı yerellik zemininden çıkararak ancak evrensel bir çatışmaya taşımak lazımdır şeklinde eksiksizce özetlenebilir. Yani ya dünyanın toptan kurtuluşu ya da hiç! Bu yaklaşım devrimi kafdağının arkasında bir masal konusu haline getirmektedir. Bir başka yaklaşım, Marx’ın kurgusuna sahip çıkar görünerek, proletarya devrim yapmıyorsa o halde verili üretim ilişkileri onu engellemiyor, aksine geliştiriyordur şeklinde mantık yürütür ve bunu kanıtlayan teknik üretici güce ait gelişim verileri ileri sürer. “Elveda proletarya” yaklaşımı tümüyle bu mantıktan hareket eder ve bunu utangaç şekilde benimseyen yenik küçük burjuva aydınları çevreci, demokrasici, liberter bir tutum alıp bunu proletaryaya da önerirler. Bir başka kısım ise, Marx’ın yazdığı teorik, tarihsel olandır ama pratik, güncel olan başkadır. Teori ile pratik arasında, tarihsel olanla güncel olan arasında ilişki kurmanın gereği yok deyip bir hokus pokusla işin içinden sıyrılır ama bu sıyrılmanın kendisinde proletaryanın tarihsel misyonunun pratik inkarı bütün arsızlığıyla sırıtır.

Bu yaklaşımların tümünün de marksizm dışı olduğu, yaratıcı ve takipçilerinin gizli marksizm düşmanı oldukları su götürmez bir gerçektir. Ancak bu yaklaşımların tüm deli saçması referans ve sunularına karşın işçi hareketinin akımlarında kendilerine yer bulabilmelerinin yegane nedeni olan, proletaryanın özellikle ülkemizde kendine yönelik en ağır saldırılar karşısında tavırsızlığı da bir gerçektir. Görmezden gelinmemelidir. Aksi yaşamı kalıplara hapsetmeye çalışan, dolayısıyla yaşama yön verme iddiasını terk eden kuru doktrinerlik olur.

Kuram ve pratik arasında kurulmaya çalışılan bu bozuk bağlantıları ya da bağlantısızlıkları tasfiye etmenin önemli gereklerinden biri kuram ve pratik arasındaki doğru ilişkiyi açığa çıkarmak olmalıdır.

 

Kuram ve Pratik ya da Varlık, Bilinç ve Eylem

Engels’in sözleriyle, insan yerken içerken bile önce düşünür ise, davranış çözümlemelerine önce düşünceden başlamak gerekmektedir. Söz konusu ettiğimiz işçi sınıfı olduğuna göre sınıfın eylemini belirleyen sınıf bilincini işlemek birincil olandır.

Marx, Katkı’ya önsözden aktardığımız ünlü pasajından hemen önce gelen satırlarda şunları ifade etmektedir: “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir, tam tersine onların bilinçlerini belirleyen sosyal varlıklarıdır.” Bu pasaj her şeyden önce sınıf tanımını ideolojik ve politik tutuma taşıyan yaklaşımları marksizm dışına atmaktadır. Proletaryanın verili bilinci onun sosyal varlığında aranacaktır. Ancak, sosyal varlık dendiğinde anlaşılan modern kapitalist üretimin bir yerine işgücüyle dahil olmuş bireyler toplamından oluşan bir sınıf olduğunda, tüm dünya proleterlerinin benzer durumlarda benzer tutumlara girmelerini öngören mekanik bir toplum kurgusu üretilmiş olur. Oysa aynı otomotiv bandında çalışan Türkiyeli işçiyle Güney Koreli işçi işten çıkarmalara karşı aynı tutumu göstermemektedir. Güney Kore’de günlerce şiddetle direnilirken ülkemizde işten atılmayan atılmadığına duacı kalmaktadır. O halde sosyal varlık kavramından sadece verili ilişkideki sosyal konumu algılamak sadece marksizme vülger bir yaklaşım olmamakta, onun tarihsel materyalizmini de tahrif etmektedir. Sosyolojik bir kavram olarak sınıf’la tarihsel bir kavram olarak sınıf arasında fark vardır. Marksizm yöntemi gereği kavram ve çözümlemelerinde tarihsel olan üzerinden konuşur.

Genel anlamda sosyal varlıklar, özel çerçevede sınıf aynı zamanda bir tarihsel oluşumdur. Bu tarihsel oluş verili ilişkideki sosyal konuma içkindir. Sınıfın sosyal varlığı ve bu sosyal varlığın belirlediği bilinci söz konusu ettiğimizde bu tarihselliği göz önünde tutmamız marksizmin yöntemi gereğidir.

Bütün ülkelerin proletaryalarının arka planında kendi kırlarındaki emeğin serbestleşme süreci yatmaktadır. An’da davranan proleterin bilinci sadece doğrudan içinde bulunduğu üretim ilişkisinin eseri değildir. Hem kapitalizm öncesi hem de kapitalizme geçişteki tarihsel farklılıklar an‘daki farklı ülke proleterlerinin farklı bilinç ve davranış düzeyleri oluşturmasına yol açar. Temelde benzeşik modern üretimin, gene temelde benzeşik kolektif üretici sosyal varlığı olan değişik ülke proletaryaları tarihsel oluşum farklılıklarını kendi sosyal varlıklarına içkinleştirerek farklı bilinç ve davranış düzeyleri oluştururlar.

Sosyal varlığın dolaysızca belirlediği bilinç Hegelyan tanımıyla “kendinde bilinç” olmaktadır. Belki “kendiliğinden bilinç” olarak telaffuz etmek daha anlaşılır kılabilir. Kendi emeğinin özgürleşme sürecine dair tarihsel arka planı modern üretim süreci içindeki ilişkilerin kendisine verdiği doğal sezgi, düşünme, akıl yürütme gibi kolektif zihinsel kapasite proletaryanın kendiliğinden bilincini oluşturur. An’da yaşanan olaylar karşısındaki muhakemesi verili ekonomi ilişkilerince belirlendiği için proletaryanın kendiliğinden bilinci daha ziyade ekonomik bir bilinçtir ve bu bilince baglı politik davranışı ekonomizmden öteye geçemez. Bu yüzden Lenin, proletaryanın sosyal varlığının sınırlarını aşmak ve bilimsel olana ulaştırmak için ona dışardan bilinç götürülmesini kuramlaştırmış ve bu tespitindeki doğruluk onu ilk proleter ihtilaline götürmüştür. Demek ki sosyal varlığın belirlediğinin ötesinde bir de “kendi için bilinç” denilen edinilmiş bilinç kategorisi oluşturmak gerekmektedir.

 

Praxis ve Pratik

Bilinç eylemi koşulladığına göre farklı bilinç kategorilerinin farklı davranış kategorileri oluşturmaları gerekir. Kendiliğinden bilincin yol açtığı kendiliğinden davranışa praxis demek, edinilmiş bilinçle iradi olarak şekillendirilen davranışa pratik demek sosyal varlık-bilinç-davranış iletişimini çözümlememizde bize kolaylık sağlayacaktır. Bu tanımlamada praxis’le pratik’in kullanıldığı yerleri istersek değiştirebiliriz, çünkü marksist yazın içinde o kertede birbirine karıştırılmışlardır. Sosyal varlığın bilinç üzerindeki belirlenimi ve bunun eylemsel dışavurumu batı marksizmince tam bir matematik formülü gibi algılanmıştır. Marx’ın yukarıda aktardığımız yaklaşımları, proletaryanın sosyal varlığı onun devrimci bir sınıf olmasıdır, o halde proleter bilinç devrimci bir bilinçtir ve bu bilinç gereği proletarya devrimci davranır şeklinde formüle edilebilecek doğrusal bir mantığı yaklaşımlara egemen kılmıştır. Bilincin pratiği marksist yazında praxis olarak tanımlandığı için praxis kavramı marksist kuramın genel formülünü her özel evreye kendiliğinden geçerli kılan otomatik bir fonksiyon olarak kavrana gelmiştir. Özellikle bu kavramı hapishane koşullarında çok maksatlı kullanan Gramsci’nin 60‘lardan itibaren soğuk savaşın statükoları içinde gelişen bati marksizmi tarafından keşfedilmesi kavramın iç diyalektiğinin dondurulduğu bir kullanımı yaygınlaştırmıştır. Kavramın bu kullanılışından uzaklaşmak ve varlık-bilinç ilişkisinin otomatik sonucu olarak kavranan eylemsel dışa vuruşu iradi davranıştan koparmak için yukarıda sistemleştirdiğimiz şekilde kendiliğinden bilincin pratiğine praxis, iradi bilincin praxisine pratik demeyi tercih ediyoruz.

Praxis ve pratik arasına koyduğumuz bu ayrım, Marx’ın koyduğu sosyal varlık- bilinç arasındaki belirlenim ilişkisinin vülger kavranışına bir düzeltme demektir. Marx’ın felsefi kategorileri onun geliştirdiği tarih metodu ya da saf ifadesiyle tarihsel materyalizmin dışında ele alınamaz. Eleştirimize konu olan vülger marksizm bu ilişkileri daimi olarak Marx’ın ağırlıkla uğraştığı ekonomi alanının ilişkileri içinde kavramaya çalıştığı ve böylece ekonomik çözümlemelerdeki soyutlamaları tarihsel düzeyleri içinde ele almaktan uzak düştüğü ve giderek Althusser ve tilmizleri eliyle tarihsel oluşu doğrudan reddettikleri için bu bozulma ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin kendinden önceki üretim ilişkilerinden önemli bir farkı üretimin ya da daha genel söyleyişle ekonominin çok belirgin bir şekilde toplum hayatında yer almasıdır. Kapitalizm öncesi toplumlarda üretim toplumun tüketim ihtiyaçlarına göre kendini ayarlayan bir basit yeniden üretim yordamı içinde yapıldığından toplumsal yaşamın fark edilmeyen kendiliğinden bir ögesi durumundaydı. Oysa kapitalizmde üretim doğrudan zenginliğin biriktiği ve artı değer sömürüsü üzerinden zenginliği biriktirmek için yapılan geniş yeniden üretim yordamına tabidir. Bu durumda ekonomi burjuva toplumunun en belirgin ögesi olmuştur ve bu nedenledir ki Marx bu tarih kavrayışının bir sonucu olarak kapitalizmin izahını burjuva ekonomi politik biliminin ve işleyişinin eleştirileri üzerinden yapmaya yönelmiştir. Kapitalist  toplumda bu denli belirgin olan ekonomik yapının içine giren proleterin kendisini burjuvazi tarafından verili olan bir sistemin makinalar gibi bir parçası olarak görmemesi, bilincinin bu ilişki içinde şekillenmemesi imkânsızdır. Konumu itibariyle proletaryanın kendisini bizzat kendi yaptığı üretimin bir nesnesi, bir kas mekaniği gibi görmesi kaçınılmazdır. Marx’ın özellikle belirtilendirdiği ama batı marksizmi tarafından sosyal, politik ve ideolojik değeri verilmeyen yabancılaşma kavramı bir şekilde proletaryanın kendisini üretimin öznesi olarak görmeyişini ifade eder. Kapitalist ekonominin tarihte yer alisi itibariyle proletaryanın kendiliğinden bilinci sosyal varlığının iste bu yabancılaşma dolayımıyla algılanmasından oluşur. Bu nedenledir ki, üretim sürecinden kaynaklı çelişkilerini kendisine dışından verili sistemin içinde çözme bilincini asamayan, makina aksamının amortismanını sağlamaya benzer şekilde kendi yeniden üretimini talep etmeyle sınırlı, ekonomizm olarak adlandırılan bir politik bilinç düzeyinde kalır. Proletaryanın praxisi kendini açığa çıkaran zincirleme içinde; tarihsel-sosyal varlığının yabancılaşma kırılmasına uğramış kendiliğinden bilincinin eseri olur.

Kapitalist toplumun ve modern sınıf mücadelesinin yüz elli yıllık tarihine karşın proleter mücadelenin düsen eğiminin başka bir dizi faktörler yanında önemli bir nedeni kapitalist üretimin özellikle işbölümünün gelişmesine bağlı olarak yarattığı yabancılaşma eğiliminin derinleşmesidir. Yabancılaşma düzeyi artık proletaryanın üretkenliğini etkileyecek o boyutlara varmıştır ki, tarihsel olarak kolektif aksiyonun güçlü olduğu Japon modeli kalite çemberleri uygulaması, proletaryadaki yabancılaşma eğilimlerini kırmaya çalışmanın bir yöntemi olarak yaygınlaştırılmaktadır.

 İleri kapitalist ülkelerin işçileri, yoğun yabancılaşma etkisindeki kendiliğinden bilinçleri geri ülke emekçi halklarından kendilerine aktarılan paylarla da beslenerek sistemin dönüştürücü gücü olma yolunda tarihen çağrılı oldukları görevin gereğini kavrayamamaktadırlar. Batı marksizmi marksist kuramın ic diyalektiği kendi vülger beklentilerini doğrulamadığı için marksizmi tahrif etmekten başka çare bulamamaktadır. Oysa onların da bildiği, ama yanaşmadıkları gibi çözüm Lenin tarafından getirilmiştir. Proletaryanın modern üretimin bir öznesi olduğunu kavratacak şekilde kendiliğinden bilincinin aşılması, tarihsel ve bilimsel olana, gerçek bilincine taşınması proletaryaya dışsal olan bir edim olarak gerçekleştirilecektir. İçinde bulunduğu üretimin gerçekleştirilmesi için burjuvalara ihtiyaç olmadığını kavrayan proletarya, üretimin nesnel koşullarını burjuvazi üzerinden kabullenmek yerine doğrudan kendi üretici kimliği üzerinden benimseme bilinciyle iktidara talip olacaktır. Ancak;

Evet ancak, proletaryaya dışardan bilinç taşıma esprisi kendisine dışsal olan bütün siyasal varlıklara proletaryaya bilinç taşıma imkânı sağlamaktadır. Yani proletaryanın nesnelliğini kavrayışından doğan kendiliğinden bilinciyle tarihsel öznelliğini ifade eden bilinç arasındaki boşluğu değerlendirmede burjuvazi de marksistler kadar hak sahibidirler ve zaten bu haklarını kullanmakta o kadar bencil davranmışlardır ki, günümüz itibariyle proletaryanın gerçek bilincinin oluşturulmasında marksistlere hiç pay bırakmamışlardır. Burada konu sınıf mücadelesine açılır. Devrimci hareket, proletaryaya üretimdeki nesnelliğiyle örtüşen bir öznellik taşıdığı için elbette tarihsel olarak proletaryaya dışardan bilinç taşımanın gerçek öznesidir, ancak günümüzde yaşandığı üzere burjuvazi tarafından bu faaliyetin bastırıldığı konjonktürlerde milliyetçilik, din, liberalizm, sendikalizm gibi burjuva ideolojik yapıların proletaryaya egemen kılınması mümkün olmaktadır. Lenin’in andığı proletarya üzerinde diğer sınıfların politik ve ideolojik nüfuzu denen olgu iste bu ikili bilinç kategorileri arasındaki boşluğa yapılan müdahalelerin sınıf mücadelesinin bir görüngüsü olarak karşımıza çıkışıdır.

Bayağı marksizmin praxis felsefesine yaptığımız düzeltmeye rağmen kullandığımız kavramlar kapitalist üretim ilişkileri itibariyle emeğin nesnel koşullarının bütün kapitalist ülkelerde benzer olmasına karşın proleter davranışın farklı ülkelerde farklı düzeyler göstermesini izah etmekte hala yetersiz kalmaktadır, çünkü proletaryanın praxisi, kendiliğinden bilincinin yol açtığı davranışının politik karakterini oluşturuyorsa da bu davranışın bir de doğrudan sosyal karakteri vardır. Bu nedenle proleter davranışa yönelik genel teorik çerçeve, bu davranışın sosyal karakterine yönelik yapacağımız çözümlemeyle tamamlanmalıdır. Bu çözümleme ister istemez marksist dönüşüm teorisinin çarpık algılanışına bir müdahale olacaksa da esas olarak ülke proletaryasının davranışını kavramaya pratik yarar sağlayacaktır.

 

Toplumun Çekirdekcil Yapısı ya da Üretici Güçler Teorisi

Hatırlayacağımız gibi Marx, sosyal devrim teorisini üretici güçlerin üretim ilişkileri tarafından engellenmesi koşullarında bu üretim ilişkilerinin üretici güçlerce değiştirilmesi şeklinde sistematize eder. Batı marksizmi bu çerçeveyi somut kapitalist üretim ilişkileri ve kas ve makine mekaniğinden oluşan üretici güçler kapsamında ele alır. Bütün marksist yazında üretici güç maddesi teknik ve işçi toplamı olarak açımlandırılır. Üretim ilişkileri parantezi kapitalizm olarak doldurulduğunda proletarya bu ilişkileri yıkacak otomatik üretici güç olarak ortaya çıkar. Bu kavrayış son tahlilde doğru olmakla beraber, önceki satırlarda da belirttiğimiz gibi sosyal devrim teorisinin ögelerini kavrayış zaaflarından dolayı teorinin uzanımlarında kaçınılmaz çarpılmalara uğrar. Örneğin bu kavrayış ileri kapitalist ülkeler dururken devrimin niçin Rusya’da olduğunu kavramaya ışık tutamazken, proletaryanın siyaseten yokluğunu hiç açıklayamaz

Burada vülger marksizme ikinci müdahale üretici güçler teorisiyle yapılmalıdır. Marksist üretici güç anlayışı basit bir işçi ve makine toplamı değildir. Engels’in son dönemlerinde bu tür mekanik algılayışların yoğunluğu karşısında bir eleştiri ve düzelti tarzında yazdığı şu satırlar ardından gelen marksistler tarafından işlenmemiştir: “Toplum tarihinin belirleyici temeli olarak saydığımız ekonomik koşullardan bizim anladığımız insanlığın verili toplumda geçim araçlarını üretmeleri, ürünleri kendi aralarında (işbölümü olduğu kadarıyla) değiştirmeleridir. Böylece bütün üretim ve taşıma tekniği içerilmiş olmaktadır. Bizim kavrayışımıza göre bu teknik keza değişim yöntemini ve bundan başka ürün bölüşümünü ve bununla, ilkel toplumun çözülmesinden sonra sınıflara bölünmeyi, böylece derebeylik ve serflik ilişkilerini, bunlarla birlikte devlet, politika, yasalar vb’yi belirler. Ekonomik koşullar, bunlardan başka bu ilişkilerin üzerinde işlerlik bulduğu coğrafi temeli, ekonomik gelişmenin önceki aşamalarından kalmış ve gelenekler ya da durağanlık eseri güncele aktarılarak hala yaşamaya devam eden kalıntıları ve keza kuskusuz toplumun bu biçimini kuşatan dış ortamı da içerir” (H. Starkenburg’a, 25.01.1894 tarihli mektubundan) Marx’ın Grundrisse’deki “üretim doğanın toplum dolayımıyla mülk edinilmesidir” tanımının içerebileceği bütün ögeleri Engels’in bu tasnifinde bulabiliriz. En sonunda Kıvılcımlı’nın üretici güçler tasnifi bu çerçevenin damıtılmış bir sunumu olmuştur: “Teknik: Toplumun tabiatla güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları… Coğrafya: Toplumu doğrudan doğruya dışardan, daha doğrusu mekan içinde çevreleyen maddi ortam, iklim, tabiat, vb… Tarih: Toplumu doğrudan doğruya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam. Gelenek, görenek kalıntıları vb. İnsan: Toplumun gerek dış-maddi ortamını, gerek iç manevi ortamını teknik-araçla işleyen Kolektif aksiyon (topluca eylem), zor ve şiddet anlamlı güç‘” (Tarih, Devrim, Sosyalizm, Tarih ve Üretici Güçler bahsi) Kıvılcımlı, marksist üretici güçler teorisinin ampirik kavranışına bir uyarı şeklinde, sosyolojik açıklamaların teknik’i esas alabileceğini ama tarihsel materyalizmin metoduna bağlı bir çözümlemenin bütün bu üretici güçlerin insan üretici gücüne göre dizilişlerini esas almasını önerir. “Tarih, o gerçek insanın: belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte her şeye can veren bu kolektif aksiyondur.”(keza) İşte proletarya eyleminin sosyal karakteri tam da bu tanım gereği ortaya çıkmaktadır.

 

Bir Kolektif Aksiyon Kategorisi Olarak Proletarya

Geride bıraktığımız uluslararası ve yerel yüksek devrim konjonktüründe, toplumsal dönüşüm eyleminde proletaryanın öncülük hakkı artık gerekçelerini unuttuğumuz bir aksiyom haline gelmişti. On yılı aşkındır yaşadığımız yenilgi konjonktürü ise küçük burjuva aydınının zihninde bu aksiyomu tersine çevirmiş durumdadır. Onun için artık toplumsal dönüşüm değil toplumsal ilerleme söz konusudur ve bunun da öncüsü liberal burjuvazidir. Sınıfa inancın bu yaklaşımdan aşırı etkilendiği bir süreçte bu aksiyomun nesnel gerekçelerini hatırlamak şarttır. Böylece sanal beklentilerle hayat arasındaki açığın küçük burjuva dünyalarda yarattığı sokun toplumsal etkisini kırmak mümkün olabilecektir.

Proletaryanın yeni bir toplumun kurucusu olması egemen ekonomi ilişkilerinde dolaysıza bulunan üretici sınıf olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu üretim ilişkisi içinde proletarya büyük ölçekli üretim alanlarında kapitalist üretimin koşulladığı bir de kolektif aksiyon, topluca davranış gücü elde eder. Alman İdeolojisi’nde kolektif aksiyonun Kıvılcımlı tasnifine dayanak olacak şekilde ifadelendirilmesi şöyledir: ”bir üretim tarzı veya belirli bir sanayi aşaması, sürekli olarak bir kolektif aksiyon tarzına veya bir toplumsal asamaya bağlıdır; ve bu kolektif aksiyon tarzının kendisi bir ‚üretici güçtür‘; insanlarca ulaşılabilir üretici güçler yığını toplumsal durumu belirler..” Kapitalist üretimin kolektif aksiyonu yaygınlaştırıp yoğunlaştıracağını düşünen Marx, bu nedenle kapitalist gelişmenin destekçisi de olmuştur. Kolektif aksiyonun toplumsal durumu belirleme gücü ya da toplumsal dönüşümde yeni topluma ebelik yapacak zor ve şiddet anlamı göz önüne alındığında proletaryanın siyasal ağırlığının sosyal konumu gereği kendisinde verili olan kolektif aksiyon gücünü açığa çıkarabilmesiyle orantılı olduğu sonucuna varırız. Ülkemizdeki sosyolojik araştırmaların gelip eşiğinde kaldığı gözlem noktası burasıdır. Örneğin Tülin Öngen kolektif aksiyonun bir üretici güç olarak açığa çıkamayışını “sınıfın kapasitesini gösterememesi” ve bağlı yaklaşımlarla yakalamaya çalışır ama ampirik çözümlemeler onu genel tekerlemelerden öteye geçmesine yol vermez. (Bkz, Prometeus’un sönmeyen ateşi, s.228-30)

Proletarya kolektif aksiyon gücünü tarihsel oluşumunun etkilerini taşıyan düzeylerde açığa çıkarır. Modern kolektif üretimin kendisi saltık bir üretici güç yığılması olarak kabul edilirse, bunun mantık sonucu kolektif aksiyonun açığa çıkışının tüm ülkelerde eşit, hiç değilse yakın düzeyler göstermesi olur. Bu çerçeveli bir beklentiyi geliştirir. Oysa kolektif aksiyon üretici gücü sosyolojik değil tarihsel bir oluş gereği ülkeden ülkeye fark gösterir. Bu farklılık verili toplumun önceki aşamalarından devr alınan alışkanlıklar, gelenek ve görenek farklılıklarının bir görüngüsü olduğu için konu sadece değişik ülke proletaryaları arasındaki farkla sinirli kalmaz, değişik ülkelerin sivil toplum davranışlarını kapsayan bir yay ilim da gösterir. Ancak biz, konuyu dağıtmamak için yaklaşımlarımızı proletarya ekseninde sürdüreceğiz.

Basit sınıf çıkarları itibariyle de olsa Avrupa proletaryasından tutalım, Latin proleterlerine, oradan uzak doğunun sanayileşmiş ülke proleterlerine kadar değişik ülke proleterlerinin Türkiye proletaryasından daha ağırlıkla kendi varlıklarını gösterebiliyor olmaları sosyolojik olarak bu ülkelerin tümünde ayni olan kapitalist üretim ilişkilerinin verili zaman kesitindeki benzemezlikleri ya da eşitsizlikleri itibariyle değil bu ülkelerle Türkiye arasındaki tarihsel kolektif aksiyon düzeyleri arasındaki bizim aleyhimize olan eşitsizliği nedeniyledir. Keza konuyu dağıtmamak için bir sınırlama da burada gerekmektedir; bu eşitsizliğin somut çözümlemesini doğrudan kendi ülke özelliklerimiz üzerinden yürüyerek geliştireceğiz, diğer ülkelerinki bu çözümlemenin bir türevi olarak belki algılanabilecektir.

 

Türkiye Proletaryasının Niteliği ve 70 Direnişi

Birinci saptamamız şudur: Türkiye işçi sınıfının kendiliğinden başkaldırı geleneği yoktur. Bu geleneksizlik işçi sınıfına kendine öncel tarihsel aşamalardan miras kalmıştır. Yedi yüz yıllık Osmanlı devletleşmesinde, proletaryaya öncel olan basta köylülük olmak üzere halk kesimlerinin devletle olan ilişkileri biat ilişkisidir, tabiyet ilişkisidir. Kadim göçebe devletleşmesinin bir sonucu olarak devlet halk çelişkisinde halkın genel eğilimi isyan eğilimini çok öteleyen tevekkül eğilimidir. Göçebe ilişkilerine sahip yapısıyla yerleşik toprak ekonomisini yönetmeye gecen Osmanlı’da bu iki farklı üretim ilişkisi düzeyinin yansıyışı olarak toprak üreticileri reaya (güdülen) oldular. Osmanlı toprak ekonomisi özel mülkiyetsiz beyt-ül mal-i müslimin olan toprakları isleyen üreticiler ve sahib-ül arz, yerlerin koruyucusu, devlet birlikteliğinde şekillendi. Toprak üreticisinin bilincinde memleket, toplum ve devlet ayni şeyin farklı ifadeleriymiş gibi yansıdı. Bu yüzden memleketten ayrı bir devlet anlayışı gelişmedi. Yerine, devlet giderse memleket yani üretim temeli göçer zihniyeti kökleşti. Bugünün ülke proletaryasının tarihsel bilinçaltı budur.

Bu yüzden Osmanlı döneminin büyük köylü ayaklanmaları olan Celali ayaklanmaları bile salt köylülüğün kendiliğinden ayaklanmaları olmadı. Celali ayaklanmalarını oldukça ayrıntılı inceleyen Mustafa Akdağ’ın çalışmasından kolayca izlenebileceği gibi, ya ordudan çözülen sipahiler ya medreselerden çözülen suhteler (medrese öğrencileri) bu ayaklanmaların ideolojik ve örgütsel hazırlayıcıları oldular.

İşte, Türkiye işçi sınıfı kendisine sunulan kolektif üretimin nesnel koşulları gereği kendi sınıf çıkarlarını geliştirecek ya da savunacak kolektif aksiyonunu açığa çıkarmada toplumsal durağanlığın günümüze taşıdığı bu tarihsel ilişkinin  içinde bağlı kalır. Türkiye gibi sömürge faşizminin en kurumsallaştığı geri kapitalist bir ülkede her işçi eyleminin mutlaka devletle yüz yüze gelmek zorunda olduğunu bilen işçi, devletle arasındaki tarihsel ilişkinin bağlayıcılığını yasar. Yani modern kolektif aksiyon gücü sınıfın kendiliğinden iradesinin bir sonucu olarak tarihsel geleneklerin ağlarını parçalayarak açığa çıkamaz.

Buradan ikinci saptamamıza geçebiliriz: Proletaryanın üzerine atılı geleneksel ağları parçalayanlar gene geleneksel güçler olur. Nasıl celali ayaklanmaları sipahi ve medrese öğrencilerinin eylemcil katkılarıyla oluşmuşsa Türkiye proletaryasının bilinen en büyük direnişleri bu kurgunun güncel yansımaları olarak gerçekleşmişlerdir.

15-16 Haziran 1970 işçi direnişi bütün bu toplumsal bilinçaltlarının ve bunların parçalanış mekanizmalarının açığa çıktığı bir laboratuvar işlevindedir. Sınıfın emek-sermaye çelişkisini açığa vurusu kendi iç yapısı eseri olmamış, geçim avadanlıkları ellerinden alınmak istenen sendikal aristokrasinin bir kısmının basit bir protesto amacıyla işçiyi meydana çağırmasıyla bu çelişki kendini eylemcil olarak dışa vurmuştur. Sendika yöneticileri bir kaç binlik bir protesto beklerken yüzbinler sokağa dökülüvermiştir. Sendikaların ülkemizdeki yapısı Kıvılcımlı tarafından “sendika devletçiliği” olarak tanımlanmaktadır. Proletarya, bu tanımlamadaki geleneksel ilişki itibariyle, işçi simsarlığı ne denli deşifre olursa olsun sendikaların ve sendikacıların çağrısını hiçbir zaman karşılıksız bırakmamıştır.

15 Haziran günü, direniş tasarladıklarının ötesine geçince sendikacılar sendika şubelerinin kapılarına kilit vurup ortalıktan çekilerek proletaryayı önderliksiz bırakmıştır. Bu durumda da proletarya kendi içinden çıkardığı öncüleriyle eylemini geliştirememiştir. 16 haziran sabahı başsız ve önderliksiz kalan proletarya fabrika önlerinde ve avlularında ne yapacağını bilemez bir şekilde bekleşirken bu kez meydana Dev-Genç inmiştir. 15 Haziran’da hazırlıksız yakalanan devletin 16 Haziran’da aldığı bütün önlemlere karşın devrimci gençliğin militanlığı askeri barikatlara ilk yürüyenler olarak sınıf selinin bütün İstanbul’u ele geçireceği yatakları açmıştır. Sınıf, suhtesini yanında gören reayanın celalileşmesi gibi, modern üretimin ona verdiği kolektif aksiyon gücünü gençlikle yan yanalığında zor ve şiddet anlamıyla açığa çıkarmıştır. Küçük burjuva aydınının görmek istediği “sınıf kapasitesi” Türkiyeli koşullarda iste böyle oluşmaktadır. Türkiyeli proletaryanın praxisi, proletaryayı neredeyse salt demografik bir değer halinde atıl tutarken gerekli yan verilerin sunulduğu koşullarda proletarya hızla sistemi tehdit eden bir pratik göstermekte, marksist kuramın soyut belirlemesini doğrulayan somut bir siyasal değer haline dönüşmektedir.

Türkiye’nin tarihsel ve sosyal gelişmesinin bu özgün sonucu keza Kıvılcımlı tarafından devrimin özgüç tasnifinde kendisini göstermektedir. Modern toplumun kurucusu ve dönüştürücü gücü olarak proletaryanın bu işlevini yerine getirebilmesi toplumsal bilinçaltındaki esiğin aşılmasına bağlı olduğu için ek sosyo-politik kategoriler devreye sokularak Kıvılcımlının özgüç tasnifi proletarya+proletarya aydınları şeklinde sistematize edilmiştir. (bkz, Halk Savaşının Planları, gerçeklerle strateji planı bahsi..)

 

Proletarya ve Devrimci Hareket

Türkiye proletaryasının bu özgün davranış özelliğini kavrayamayış öncelikle Türkiye devrimci hareketinde ideolojik, stratejik ve pratik bozukluklara yol açmıştır. Proleter praxisin kendiliğinden bir birikimle devrim eylemine tekabül edeceğini düşünen bayağı marksizm soyundan her tür sağ oportünist ve revizyonist çizgi devrimci mücadele düzeyini proletarya ne kadar yaparsa o kadar’a indirgedikleri için mücadelesiz bir siyasal hat oluşturmuşlardır. Marksist kuram gereği sınıfı esas alıyor görünen bu yaklaşımlar ideolojik ve pratik tutumlarıyla sistem içi unsurlar olmaktan öteye gidememişlerdir.

Proletaryanın kendi devrimci, aksiyoner siyasal değerini toplumsal yasamda hissettiren bir düzey tutturamaması, devrimci mücadeleye proletarya dışından katılan kesimlerde proletaryayı mücadelenin ekseninden uzak tutan stratejilerin genel kabul görmesine yol açmıştır. Bu kesimler ya doğrudan köylülüğü temel güç sayan stratejilerle ya da en olumlusu proletaryaya sadece ideolojik öncülük tanıyan, pratik değerini asla kale almayan stratejilerle kendi siyasal çizgilerini ifade etmişlerdir. Bu kesimlerin strateji planları ya da ideolojik tutumları her ne kadar özgün olmayan, ithal kalıplar gösterse de, bu tür stratejilerin seçilmesini determine eden şey proletaryasından proletarya dışı devrimci kesimlerine kadar herkesi şekillendiren toplum yapısallığı olmuştur. Bu kesimlerin proletarya dışı sosyalizmleri bir taraftan sınıfın verili konumundan kaynaklanan nesnel bir tutum, yani kendi sosyal varlıklarına tabi bir başka praxis düzeyi iken, diğer taraftan proletaryanın “asgari mücadele” tarzını ideolojileştiren yapıların sistem içi kimliklerine karşı tepkiden beslenen bir öznelliğin de ifadesi olarak şekillenmiştir.

 12 Mart yenilgisi, 70‘lerle gelen güçlü devrimci dalganın doğal bir gereği olarak bu konuların bilince çıkmasında yeterli etkiyi sağlayamadı. Ardından aynı kurgularla yenilgi 80‘de tekrarlanınca, devrimci ortamımızda nihayet proletaryasız proleter devrimcilik yapma cambazlığının tehlikesi fark edildi. Devrimci hareketlerin tümü birden işçi sınıfı demeye ve sınıf devrimciliğinin raconu budur diye partileşmeye başladılar. Osmanlı kebabını batılı çatal bıçakla yemek bizi ne kadar modern yapıyorsa 70‘lerden beri süregelen devrimci tarzların sınıf ve parti tekniğine geçişleri de onları o kadar modern kıldı. Yani devrimci hareketin yapısal zaafları açısından ha ali dayı, ha dayı ali hali söz konusudur.

Devrimci hareketin sınıf hareketini kavrayışı neredeyse proleterleşme sürecinin demografik bir kabullenişi düzeyindedir. Bu kabulleniş, 80‘le birlikte finans kapitalizmin ağırlığının artık tartışılamaz boyutlara gelmesinin bir sonucudur. Devrimci hareketin tarih bilinci ve yöntemiyle değil gözüyle düşündüğünün bir kanıtıdır. Ve dolayısıyla ne proleter pratiğin açığa çıkmasına ne de sınıf devrimciliğine ulaşmaya yeterli olamaz. Bu konuda en trajikomik örnek 89 bahar eylemlilikleri ve devrimci hareketimizin bu eylemler karşısındaki tavrıdır. Bu eylemlerin oluşma koşullarını, proletaryanın yönlendirilişini doğru çözümleyemeyen devrimci hareket, 89‘u takip eden yıllarda fukara köylünün kuraklıkta yağmur duasına çıkması gibi her bahar eylem duasına çıkar olmuştu. Kimisi hızını alamayıp genel grev bile önermişti.. Bir kaç hayal kırıklığı yılından sonra simdi artık kimse ağzına ne 89‘u ne de baharı alır oldu. 89 eylemini koşullayan siyasal konjonktür 83‘ten beri Özal’la gelen ekonomik ve siyasal dönemin uluslararası gidişe koşut olarak kapatılması ve yerine geleneksel yapıdaki ekonomik ve siyasal süreçlerin açılması dönemiydi ve bahar eylemlerini takiben dyp-shp hükümeti işbaşı yaptı. 89 eylemliliklerinin öncülüğünü de bu iki siyasi partinin siyasal yakınlığında olan sendikalar yaptılar. Elbette proletaryanın sendikal aristokrasinin ve burjuva siyasal hesaplarının çağrıladığı bu eylemlere katilimi kendi birikmiş sınıf çelişkilerinin eseri idi ve sıklıkla sistemi ürküten davranışlar gösterdi ve de bu yüzden eylemlerin yozlaştırılması için her gün başında yalınayak başı kabak lümpen işçi eylemciliği öne çıkarıldı ama eylemlerin son derece kontrollü bir şekilde başlatılması ve bitirilmesi devrimci hareketin algılama kapasitesinin (belki de esas “kapasite” kavramı burada irdelenmelidir) ötesinde kaldı. Proletarya fabrikalarından nasıl çıkarıldıysa öyle içeri sokuldu, sınıfın ve toplumun siyasal hafızasında neredeyse hiçbir kalıt bırakmadan eylem olmamışa döndü.

Ülke proletaryasına bakış, onun pratiğini çözümleyişte gerçek durum ve devrimci hareketin algılayışı arasındaki açı işte bu kadar büyüktür. Bu nedenle önemli olan proletaryanın sosyolojik varlığının kabulü değildir, onun tarihsel şekilleniş içinde oluşan sosyal varlığını ve buna bağlı siyasal değerinin bilince çıkarılmasıdır. Bu önermenin altı kalın kalemlerle çizilmelidir, çünkü bu önermenin gereğinin yerine getirilmesi devrimimizin zaferle sonuçlanacak nihai yükselişi için olmazsa olmaz bir ön koşuldur. Bu başarılamadığı takdirde en sınıf devrimcisi görünenlerin kendilerinden önce ayni yolu çiğneyen sağ oportünist ve revizyonistlerle sistem solculuğunda buluşmaları ve oradan da pratikçe proletaryanın inkârından teorice aydınlanmacı, kadrocu, çevreci, kültürcü, demokrasici kulvarlara seğirtmeleri kaçınılmazdır.

 

Ve Kısaca Pratik Sonuçlar

Sınıfa bakışta gerçeğin keşfi bizi bazı pratik sonuçlara taşımaktadır. Birinci olarak, ülke proletaryasını toplum hayatında etkin kılmak için praxisi atalet modundan verili çelişkiler gereğine çıkaracak bir müdahale yapılmalıdır. Yani paradoksal olarak aşağıdan gelişmesi gereken kendiliğinden sınıf hareketinin yukarıdan örgütlenmesi planlanmalıdır. Bunun için doğrudan; bizzat proleter doğal öncülerden, devrimci; sisteme karşı cepheden militan, radikal tavır alışları en az zihniyet düzeyinde olumlayan ve çoğulcu; en dolaysız sınıf çıkarlarında ortaklaşmayı öne çıkartan ve haliyle buna dolayım teşkil eden ideolojik, örgütsel vb farklılıkları öteleyen kolektif bir işçi hareketi oluşturulmalıdır.

İkinci olarak –elbette bu sıralama konuların önemlerinin ve önceliklerinin sıralaması değildir- proletaryayı praxisten pratiğe taşıyacak faaliyetin sadece “dışardan bilinç taşımak” olarak tanımlanmasının yetmezliği kavranmalı yerine “bilinc+eylem” taşıma geçirilmelidir. Eylem, suhtenin reayaya yaptığıdır, onun yolunu açarak celalilestirmesi, bizim düzlemimizde proleter kolektif aksiyonun sokak tıkanıklığını aşacak tarz ve yöntemlerdir. Celali, köylü doğasıyla isyanda kalır ama proletarya ihtilale yürür. Bu yaklaşım sınıf devrimciliğinin temel prensibi olmalıdır. Bu yaklaşım bir tür yozlaşma içinde olduğu görülebilen silahlı mücadele hattının rehabilitasyonu için özellikle geçerlidir. Sınıfsız devrimciliğin sınıfı pek ilgilendirmeyen kendine ait gündemlere bağlı olarak devreye soktuğu militan tarz ister istemez kitleleşememekte ve dolayısıyla yenilgi kaçınılmazlaşmaktadır. İşin trajik yani en destansı direnişlerin dahi proleter kayıtsızlığa toslaması ve aksi niyetlerle yola çıkılırken devrim ve proletarya arasındaki açının daha da büyümesine yol açmasıdır.

Bu düzeneğin oturtulması için elbette salt ülke proletaryasının kritiği yeterli değildir, ülke devrimci hareketinin yapısal bir otokritiği de şarttır.

Bu kritik ve otokritik gerekleri yerine getirildiğinde Türkiye proleter hareketi gene Arjantin gibi olmayacaktır, onu aşarak dünya devriminin öncü konumuna oturacaktır.

08.06.02

Önceki İçerikİsrail ABD Kongresi’ni Satın Alıyor: ABD-İran Barış Görüşmelerine Sabotaj
Sonraki İçerikLiberal Yanılsamalar ve Devrimci Netlik