SAHTE KASIMPAŞALI…

                   

Kasımpaşa, İstanbul sur içinde Taksim ile Unkapanı arasında Haliç’in kıyısına kurulmuş yaklaşık 500 yıllık geçmişe sahip, kuruluşunda çok dinli birçok etnik grubu bünyesinde barındıran biraz dışarıya kapalı bir yerleşim merkezidir. Dışarıya kapalı oluşu bu gün bile kendi içinde yaşattığı önemli özelliklerinden biridir. Osmanlı ileri gelenlerinden Kasım Paşanın merkezine yaptırdığı cami ile (bu caminin bu gün halk arasındaki ismi Büyük Cami –yani Camiyi Kebirdir) oluşan bir merkezin etrafında biçimlenen yaşam alanları halen oluştuğu zamanki formunu koruyarak gelişmiş ancak şehrin ortasında olmasına rağmen nispeten kapalı olan kültürel yapısını muhafaza etmiştir. Kasımpaşa bütün tarihselliği, çok kültürlü yapısı, dızdızcısı (bir dilenme biçimi), anaforcusu (kavga eder gibi görünen iki kişiyi ayırmak için araya giren iyi niyetli vatandaşın cebini hızla boşaltmak için kullanılan bir hırsızlık tekniği), definecisi, velisi ve delisiyle yaşam biçimini muhafaza etmek için moderniteye direnen İstanbul semtlerinin belki de başta gelenidir. Yıllar önce Kasımpaşa lisesinde beraber okuduğum bir arkadaşımın deyimiyle, ”Hayatın en iyi öğretmenidir Kasımpaşa. Bu okuldan mezun olan mutlaka büyük adam olur, ama Kasımpaşa’nın çukurunda kalmaması, oradan çıkması şartıyla” deyişi bu gün bile kulağımda çınlamakta. Gerçektende coğrafi konumu itibarıyla Beyoğlu’nun arka tarafına düşen Tepebaşından bakıldığında Kasımpaşa Haliç’in kıyısında bir çanağı, bir çukuru andırır.

Çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği iki İstanbul semtinin hayatımda bıraktığı izler bu gün bile bütün tazeliği ile hafızamın en işlek köşesini işgal etmekte. Bu iki semtten bir Cihangir diğeri ise Kasımpaşa’dır. Bu yazı hiç şüphesiz bir parça otobiyografi ile tatlandırılmış bir anı yazısı olmayacak. Otobiyografimin ve anıların önemi bu gün bütün Türkiye Halklarının, narsist kişiliği, bilmediğini bile bilmezliğine sonradan görmüş olmasının eklendiği ve beyin nöronlarına kene gibi yapışmış. Epilepsi hastalığının neden olduğu kişilik bozukluğu nedeniyle, elinden zar ağladığı Recep Tayyip Erdoğan isimli şahısla aynı dönemlerde Kasımpaşa da yaşamış ve ne yazık ki böylesine hastalıklı bir kişiliği tanımış olmamdan kaynaklıdır.

 

 

NALINCI YOKUŞUNUN DİLİ OLSA KONUŞSA

Nalıncı Yokuşu, Kulaksız ile Kasımpaşa’nın Merkezini birleştiren dik bir yokuştur. Bizim evimizde Nalıncı yokuşunun üzerinde bir apartmanın en üst katındaydı. Sabah kahvaltılarını yaz günleri genellikle evimizin balkonunda yaptığımız için Nalıncı yokuşundan gelip geçenleri görür tanıdıklarımızla selamlaşırdık. O zamanlar mahallemizin delikanlılarından olan (bu arada benden 10 yaş büyük olduğunu ifade etmeliyim) Erdoğan her sabah elinde sefertası ile yokuşu iner ve çalıştığı sucuk üreticisi firmanın muhasebe servisindeki işine giderdi. Bir gün Murat 131 marka bir arabanın içinden analığıma adıyla seslenilmesi üzerine balkondan biraz da sarkarak baktığımda gördüğüm manzaraya şimdiler de anlam vermem için daha fazla sebep olduğuna inanıyorum. Arabanın sürücü koltuğuna yan oturmuş bir halde Erdoğan’ın analığıma verdiği o selam, görgüsüzlüğünün daha o günlerden tescil edilmesi gibiydi. Daha sonraki yıllarda birçok kez yolumuzun kesiştiği Erdoğan’la hep bir siyasi çatışma içinde olduğumuzu söylemeliyim. Bizler o günde onun için “kökü dışarıda olan tehlikeli mihraklardık”. Fakat konumuz bu değil, asıl konumuz onun nasıl olupta öğlen yemeği için taşımak zorunda kaldığı sefertasından, oğluna aldığı “gemiciklere” gelene kadar ışık hızıyla geçirdiği ekonomik ve siyasi “değişim ve gelişimdir”.  Şimdi Panama belgelerinde adı geçen büyük sermaye sahipleriyle girdiği ve namuslu, dürüst siyasetçiler için izahı imkânsız ilişkilerdir. 17-25 Aralık operasyonlarında suçüstü yakalanan bu vurguncu anlayışın öncesiyle gözler önüne serilmesi açısından “sefertası günlerinin” anlatılması önem arz eder. Yine o dönem Kasımpaşa’da olan ve halen Kasımpaşa’da yaşamakta bulunan dürüstlüğüne tanıyan herkesin kefil olabileceği çok sevdiğim Rizeli bir ağabeyimin , “Biz bunu Eyüp İmam Hatip Lisesinde bir gün şiir okurken gördük, ağzı laf yapar diye Milli Selamet Partisinin Gençlik kollarına aldık. Sadece bu konudaki günahım bile cehenneme gitmeme yeter” deyişi, Erdoğan’ın nasıl Zübükvari bir biçimde Türkiye siyasetinde merdivenleri tırmandığını anlatması açısından önemlidir. Daha sonra yapılan bütün seçimlerde, her şeye aday olması süreci başlayacaktır. O süreçte muzip bir insan biraz gaz vererek Erdoğan’ı Hamallar Odası Başkanlık seçimine de sokabilirdi. Çünkü nerede bir seçim lafı duysa adeta kırmızı görmüş boğalar gibi kendini hırsla o seçime hazırlıyordu. Ama bir konuda hakkını yememek lazım, Gençlik kolları Başkanlığı döneminde partide her türlü entrikayı çevirerek ve dostlarını satarak parti İl Başkanlığına gelişi daha o günden “satış” konusunda ne kadar uzman olduğunun delilidir. Siz bakmayın bu günlerde en yüksek perdeden vatanseverlik nutukları attığına, hem vatansever olacaksın ve hemde kendi vatandaşlarını, üstelik “kardeşlerim” diye hitap ettiğin farklı bir etnik kökene ait insanları apartman bodrumlarında diri diri yakacaksın. Bu da yetmeyecek Suriye de ki iç savaş konusunda Hafız Esad’ı kendi “halkının katili” diye tanımlarken kendi eylemlerin konusunda kılın kıpırdamayacak ve bir zerre olsun yüzün kızarmayacak. Aziz Nesin yaşasaydı sırf bu olay bile ona “Zübük”ü yeniden yazdırırdı. Satış konusundaki uzmanlığı o kadar ileri düzeye ulaşmış ki, son dönem Cizre de, Silopi de, Sur da, Gever de, Şırnak ta özcesi Türkiye Kürdistan’ının her yerinde işlediğin soykırım ve buna bağlı insanlık suçlarını adına Başbakan dediğin Davutoğlu eliyle gerçekleştireceksin sonra Başkanlık hevesin uğruna kullanılıp kirletilmiş bir mendil gibi elli dakikalık bir görüşmenin ardından bütün bu insanlık suçlarının enaz yüzde ellisini de sırtına yükleyerek adeta Aksaray’ından, Başbakanlıktan ve Partinden kovacaksın. Boşuna dememişler “Hırsızı Sultan yaparsan önce babasını soyar” diye, görmemişi de bir makama getirdiğinde satmaya önce en yakınlarından başlaması doğaldır. Çünkü kişiyi en iyi bilen en yakınlarıdır. Elbette bu alışkanlığın sadece pragmatist bir yanı yok, bir de İttihat ve Terakki Geleneğinden gelen rutin bir uygulama tarafı var. İttihat ve Terakki geleneğinin Erdoğan’la ne alakası var denildiğini duyar gibiyim. Kısaca İttihat ve Terakkinin en kirli işlerini yapan kurumu Teşkilatı Mahsusa’nın tarihçesine bakmakta fayda var. Teşkilatı Mahsusa’nın resmi olarak varlığının kabul tarihi 1912’dir. İlk başkanlığını Kuşçubaşı Eşref’in yapmış olduğu bu kurumun ikinci başkanı Süleyman Askeri Beydir. Her ne kadar Birinci Dünya savaşından yenik çıkılması sonucu Enver, Talat ve Cemal paşalar yurt dışına kaçmış ve İttihat ve Terakki fesh edilmiş gibi bir görüntü ortaya çıkmışsa da Mustafa Kemal de bu politikaların fiili takipçisi olarak uygulamalarında aynı politikaları esas almıştır. Özellikle Kürt Halkına karşı yürütülen soykırımlar bunun en büyük delilidir. Teşkilatı Mahsusa ise Topal Osman ve avaneleri şahsında kirli icraatlarını devam ettirdi. Bu konuda Daniş Karacabey ismi dikkat çekicidir. Bu şahıs Kurtuluş savaşının başlarında Teşkilatı Mahsusa’nın son idarecisidir. Cumhuriyet tarihinde ise Kürt soykırımlarının hemen hepsinde başrol oyuncusu olarak yer almaktadır. Daha sonra kurulacak olan MAH (Milli Amele Hizmetleri)’ninde yönetici kadrosunda yer alır. Bilindiği gibi MAH kısa bir süre sonra bu kurum MİT (Milli İstihbarat Teşkilatı) olarak isim alacaktır. Eşref Kuşçubaşı, Yakup Cemil gibi maceracı sergerde takımının kurduğu bu teşkilatın Ermeni Soykırımında oynadığı rol bu gün herkes tarafından bilinmektedir. Mustafa Kemal de bu izi takip etmiş Kürt Soykırımlarında bu çeteden faydalanmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin NATO ya girişini müteakiben Genel Kurmay Bünyesinde Kurulan Özel Harp Dairesi, Nato Gladyosunun Türkiye şubesi olarak hala varlığını sürdürmektedir. Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu kirli çetenin Erdoğan ve avanesi ile ilişkilerine gelince,1950’lerden sonra özellikle Nato ülkelerinde ortaya çıkan Kominizmle mücadele anlayışı Nato Gladyosunu oluşturulma sebeplerindendir. Bu amaçla Türkiyede de kurulan Kominizmle Mücadele dernekleri, ilim Yayma Cemaati, Milli Türk Talebe Birliği gibi oluşumlar bu Gladyonun Türkiyede nasıl örgütlendiğini göstermesi açısından önemlidirler. Adı “Ergenekon” olarak belirlenen bu Gladyo şubesi Türkiye solu içinde de faaliyetlerini sürdürmüş, özellikle 12 Mart Muhtırasından sonra Türkiye solunun yaşadığı öncülük sorunu esnasında bu boşluğu kapatmak için ciddi sızma hareketleri geliştirip belli ölçüde de başarılı olmuştur. Ancak bu yazının konusu Kasımpaşa ve Erdoğan olduğundan dolayı “Erdoğan’ın nereden nereye nasıl koştuğuna” bir parça ışık tutabilmek adına konuyu dağıtmadan devam etmekte fayda var. AKP 2002 seçimleriyle iktidara gelmesinden bu yana bu çete boş durmamış, geçmişte kontrol altına almış olduğu İlim Yayma, Milli Türk Talebe Birliği gibi yapılara Birlik Vakfı, İHH, TURGEV gibi yenilerini ekleyerek Türkiye’nin sağ cenahındaki kontrolünü sağlamlaştırmak istemiştir. Bir yandan Türkiye Kürdistan’ında “Hizbikontur” gibi yapıları organize ederek, giderek gelişen Kürt Özgürlük Hareketine karşı mücadelesini yürütmeye çalışmıştır. Şimdi Bizim Kasımpaşalı Erdoğan’ın bununla olan ilişkisini netleştirmek zamanı geldi sanırım. Erdoğan’ın gerek Fetullah Gülen örgütüyle son günlerde girdiği mücadele, gerekse Türkiye Kürdistan’ında başlattığı askeri ve siyasi soykırım ve Türkiye’nin bütün Devrimci demokrat güçlerine meydan okuyuşu bu çetenin tarihsel yöntemlerine birebir uygun gelişmektedir. Bu tarz, bir dönem çetebaşı olan İsmet İnönü’nün Mustafa Kemale karşı yürüttüğü mücadele tarzının aynısıdır. Önce uzlaşıyor gibi görün, sonra etrafını ele geçir altını boşalt, yalnızlaştır ve hallet. Erdoğan ve avanesinin İlim yayma ve Milli Türk Talebe Birliği geleneğinden geldiğinin Fetullah Gülen cemaati tarafından bir süre unutulması ve dikkate alınmaması onlara bu gün çok pahalıya patlayan bir ders olmuştur. 6. Filo olaylarının ve 6-7 Eylül soykırım denemesinin baş aktörlerinden olan provakatör Mehmet Şevket Eygi ve ekibinin 24 Temmuzdan hemen sonra kaçak sarayda hiç bir neden yokken hangi sıfatla ağırlandıklarını Erdoğana sormak gerekir. Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın görüşmeler boyunca defalarca “Ortak vatan vurgusu yaparak Biz bu işi masanın etrafını kalabalıklaştırmadan biz bize çözeriz” uyarılarına kulak kapatmasının asıl sebebi Erdoğanın bu gün bu çetenin elinde bir oyuncak haline gelmiş olmasından başka neyle izah edilebilir. Bu cinayet ve soykırım şebekesinin yöntemi bellidir. İnsanın zaaflarını yakalamak ve o zaaflara düşmesini sağlamak için imkan tanıyıp, zemin sunmak sonrada onu eline alıp bir köle gibi insanlık adına işlenen en pis cinayetlerde, soykırımlarda pervasızca kullanmak. Bu gün bizim Kasımpaşalının da içinde bulunduğu durum aynen budur. Sefertasından gemiciklere doğru seyreden bu çok hızlı yolculuğun böylesi bir bedeli var elbet. Erdoğanın unutmaması gereken bir gerçekliği ona hatırlatmakta fayda var. Bu çetenin geçmişte ağına düşen herkes bu gün Kürt Özgürlük Hareketinin Mücadelesi sonucu tarihin çöplüğüne postalanmış durumdadır. Bunu anlamak için başını biraz geriye çevirip yakın geçmişe bir bakış atması yeterli olacaktır. Ayrıca Türkiye Kürdistan’ında şahlanan bir Devrimci Halk Savaşı gerçeğini, her gün o bölgede verdiği kayıpları gizleyerek daha ne kadar saklayabileceğini sanmaktadır? HBDH (Halkların Birleşik Devrim Hareketi)’inde devreye girmiş olduğunu gözden kaçırmadan, bu devrimci Halk savaşının çok yakında Metropollerde de kendini göstereceğini söylemek kehanet olmasa gerek. Hiç şüphesiz savaş, arzu edilecek bir şey değildir. Ancak hiç kimse böylece zorbaca yöntemlerle ne Kürt Halkının iradesini köleleştirebilir, nede Türkiye’nin Devrimci demokrat güçlerini 80 darbesinden sonra bir kez daha Faşizmin yeşil rengiyle ezebilir.

 

Sonuç olarak, Bizim Kasımpaşalının da serüveninin sonuna yaklaşmış bulunmaktayız. Bu arada yine Kasımpaşalı kıdemli komünist bir arkadaşımın Erdoğan’la ilgili bir anekdotunu paylaşmadan yazıyı bitireyim istemedim. Bu arkadaşla bir gün konuşurken Erdoğan’ın Kasımpaşalılığından söz ettiğimde koca komünist bana şiddetle karşı çıkarak şöyle demişti. ”Arkadaş sen büyük bir yanılgı içindesin. Kasımpaşalılık bir kültürdür. O Kolpacı (yalancı) ne zaman bir arkadaşı için kavgaya girmişte bu yüzden geceyi nezarette geçirmiş, veyahut Beyoğlu’nda meyhanede hem sarhoş ve hem de beş parasız kalmış, hangi arkadaşı için gecenin bir yarısı bir yanını yataktan kaldırıp yardıma koşmuş. Bunun gibi misalleri çoğaltabiliriz. Ona her şeyi söyle ama Allah aşkına Kasımpaşalı deme” diyerek beni uyarmıştı. Şimdi bile bu konuşmayı hatırladığımda yüzümü kaplayan gülümseme o kıdemli Komünistin ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlatıyor. Evet son olarak bu sahte Kasımpaşalı ve kolpacı kabadayıya bir çift sözüm var. Sen Türkiyeli Halkların tarihine bilmediğinide bilmeyen, narsist, yeşil faşizmin soykırım mimarı ve ailecek hırsız olarak geçeceksin. Ama asla Kasımpaşalı olarak anılmaya layık değilsin. Kasımpaşa’nın en büyük talihsizliği seni ve aileni bir dönem içinde barındırmış olmasıdır hepsi bu kadar. Yazıya bir türk sanat müziği parçasından iki mısra ile son vermek yerinde olacak. “kimseyi şaşırtmaz artık gidişin bu senin aslına rücu edişin”

 

Devrimci selam ve saygıyla.

                                                                                                          05.12.2016

Şehid Ferhat Kurtay Akademisi

                                                                                                         EMER AMED

Önceki İçerik‘‘HALKLARIN BİRLEŞİK DEVRİM HAREKETİ‘‘ ÜZERİNE
Sonraki İçerik18 MAYIS GÜNÜ HALKLAR ARASINDA BİR KÖPRÜDÜR