2006 yılının sonlarına doğruydu. Ağır kış koşullarında bir grup Türkiyeli Devrimci Özgür Kürdistan dağlarına doğru hareket halindeydi. Seyahat koşulları önlerindeki zorlu mücadelede ilk sınavları niteliğindeydi.
Kürdistan’ın asi nehri Zap’ın bölge tarihi kadar eski çabasıyla oluşturduğu vadiye geldiklerinde Türkiye devrimci hareketinin verili durumuna ilişkin geliştirdikleri pratik özeleştirel tutumu, en az Zap’ın çılgınca akışı kadar, en az dağların geçit vermez yalçınlığı kadar büyük bir kararlılıkla yaşamlarına işlediklerini kanıtlamışlardı bile.
Arkalarında, metropol kentlerin karşı devrim tarafından sindirilmiş ruhu, uzun yenilgi yıllarının ağır tortusu altından kalkma gücü̈ gösteremeyen bir siyasal mecalsizlik, mücadelenin bu düşük düzeyini artık mücadelenin kendisiymiş gibi algılayan statükocu bir algı ortalaması bırakmışlardı.
Oysa düşman sen duşmuşsun düşürülmüşsün ilgilenmiyordu. “Terörle mücadele” adına gün be gün, Kürt’lerin, Alevi’lerin, emekçi halkların, muhaliflerin boynuna taktığı faşist cenderesini daraltıyordu. Çünkü̈ dünyanın bütün büyük sermaye ve soygun ve sömürü̈ devletleri Ortadoğu’da büyük bir talanı başlatmış, Irak’ta, Lübnan’da, Filistin’de daha büyük ve kalıcı bir yeniden paylaşımın hazırlıklarını yapıyordu.
Türk sermayesi, soygun, sömürü̈ ve sömürgeci devleti kendini bu yağmaya hazırlamaktaydı. Devrim ve demokrasi güçlerinin ne kadar düştüğü̈, düşürüldüğü düşmanın umurunda değildi. O korkularını, zaaflarını biliyor ve o yüzden hep daha fazlasını istiyordu. Artık demokratik alanlarda bile karşı devrimin sürek avı başlamıştı.
Oysa Latin Amerika’da halk güçleri, oysa Ortadoğu’da halk güçleri bu uluslararası karşı devrim saldırısını püskürtmekte oldukça başarılı bir dönem yaşıyorlardı. Gelin görün ki Türkiyeli devrim ve demokrasi güçleri bütün itiraz ve karşı duruşlarını artık iyice Beyoğlu eylem ve eyyamcılığı içinde tutar olmuştu. Başka bir tarzın, başka bir yolun olup olmayacağı artık tartışma konusu bile değildi.
Orhan yoldaşın önderliğinde özgür Kürdistan dağlarının yolunu tutan bir grup Devrimcinin reddiyeleri de, kabullenmezlikleri de bunlaraydı. Yırtıp parçalamak istedikleri resim buydu. Kendileri de aslında uzunca bir süre aynı statükonun parçasıydılar.
O halde kendi varlıklarını inkâr edecek, kendilerini dönüştürecek, bir tür yeniden yaratılış yaşayacakları bir özel dönem gerekiyordu.
Dağların özgür rüzgârları, Kürt Özgürlük savaşçılarının yoldaş kucaklayışı, gündeme alınan konuya ilişkin gereken bütün enerjiyi iradi ve fiziksel varlıklarına akıtmaya yetmişti bile. Gündeme alınan konu neydi?
Gündeme alınan konu Türkiye devrimci hareketini yenilgi atmosferinden çıkarmak, onun yenilgiyi her gün yeniden üreten kurgularını dağıtarak tarihine layık yeniden Devrimci bir kuruluşa yönelmek…
Türkiye’nin Kürt, Türk, Laz, Ermeni, Pomak, Alevi, Sünni, Hristiyan vb. halklarını, emekçi halklarını, yoksul halklarını Devrimci bir kurtuluşa yöneltmek için kendi yeniden devrimci kuruluşuna yönelmek…
Gündem tamamen buydu. Budur!
O zaman önce bilinmelidir, arkasını Babailere, Pir Sultanlara, Şeyh Bedrettinlere, giderek Tariş direnişlerine, 15-16 Haziran direnişlerine, güçlü 1 Mayıs gösterilerine dayayan bir halk gücü̈… Mustafa Suphi’lerle başlayan tarihini Mahirler, Denizler, İbo’larla efsaneleştiren bir önderlik gücü̈ nasıl olmuştur da bu denli sinik ve mecalsiz bir çizgiye savrulup yerleşmiştir.
Aslında Türkiye’deki örgütlü̈ komünist mücadele, emsallerinin en erken örneklerindendi… Ta 1920’lerde başlayan örgütlenmenin üzerinde henüz kuruluş dönemlerinden başlayan bir talihsizlik vardır. Proleter hareketin kuruluşu Türk burjuvazisinin önderliğindeki bir ulusal kurtuluş sürecine denk gelmiştir.
Komünist örgütlenmeye can verecek proletarya ülkenin batısındaki kentlerde, özellikle İstanbul’da, emperyalist işgalin altındadır. Genç Türk burjuvazisi ise Anadolu’da her türden kıyım ve komployla komünist gelişimi darbeler.
Kuruluş döneminin bu ilk özellikleri bütün siyabal tarihinin kaderi olur ve 20’lerde başlayan ilk dönem komünizmi Türk burjuvazisinin gelişim süreçlerine tabi olmaktan çıkamayan bir pratikle varla yok arası bir çizginin sahibi olur.
Pratikteki bu güdüklük karşısında gene kuruluşu önemli oranda belirleyen Bolşevik devriminin etkisiyle kazanılmış teorik ortodoksi, Leninci Marksizm bu ilk dönem komünist hareketin Türkiye devrimine getirdiği önemli bir özellik olur.
Derken, Türk burjuvazisi özellikle ikinci paylaşım savaşı sonrasındaki yeni birikim modeline göre palazlanıp devletçilik dışında kendine bir varoluş aramaya başlar. Egemen blok içindeki çelişkiler 27 Mayıs’a yol açar. Modern batı demokrasilerine öykünmeyle gelen nispi demokratik ortamda
Devrimci hareketin ikinci dönemi başlar. Üniversiteli, aydın gençlik hareketi ülkede proletaryanın varlığını tartışılır kılacak kertede bir parlaklıkla siyasal hayata egemen olur. Dönem Dev-Genç dönemidir. Dönem her türden teorik girdiyi safsata düzeyine düşürecek kertede yüksek pratik dönemidir. Dönem davranışın neredeyse düşüncenin önünde gittiği bir dönemdir.
Dev-Genç, üretici mitinglerindedir. Dev-Genç grevlerde, işçi direnişlerindedir. Dev-Genç, sokakların işgalindedir. Ve gençlik, içinden çıkardığı önderleri Mahir, Deniz, İbo’lar eliyle, içinden çıkardığı devrimci örgütlenmeleri, THKP-C, THKO, TKP-ML üzerinden üç koldan devrimci savaştadır.
Ancak Türkiye’nin yüzlerce yılda şekillenmiş tarih ve toplum gerçeği de bir saat kurgusuyla tıkır tıkır işlemektedir. Mahir’in sözleriyle “devlete karşı başkaldırı geleneği olma yan” bir halk gerçeğimiz vardır. Devrime yönelik en güçlü sempatisini, devlete karşı en büyük düşmanlıklarını bir türlü̈ bağımsız bir halk örgütlenmesine dönüştüremeyen bir sivil toplum ülkesidir, Türkiye. Türkiye devrimci hareketi 80’lere kadar süren bu ikinci dönem boyunca kendi parlaklığından halkın bu siyasal donukluğunu göremedi. Nasıl ki 80 Eylül’ünde her yerde o kadar çok ve egemenken bir gecede yok oluverdi, uzun zindan gecelerinde yavaş yavaş kendisiyle yüzleşme, kendisiyle muhasebeye oturma imkânı bulabildi. Yavaş yavaş bazı alışıla gelmiş verilerin ötesine geçme olanakları beliriyordu.
Evet, yenilgilerin bir nedeni “proletaryasız proleter devrimcilik yapmak” tan kaynaklıydı.
Evet, örgüt yapılarının zaafı modern işleyişli Parti’ler değil, daha kuralsız, salt pratiğin yön verdiği grup, hareket dinamiklerine sahip olmalarındandı.
Ama hayır, uluslararası sosyalist sistemin çözülüşü ve sömürgeci TC’nin yeni bir hızla başlattığı düşük yoğunluklu savaş bu doğruların doğru bir şekilde hazmedilmesine imkân vermedi. Bu yeni bulunan doğruları kendi asli yapısal doğrularıyla sentez etmesine şans tanımadı.
Sömürgeci TC, Kürt halkının ve Özgürlük savaşçılarının üzerine var gücüyle yürürken veya yahut da yürüyebilmek için metropollerdeki her tür Devrimci direniş odağını bire dek tüketme görevini ihmal etmedi.
Devrimin militan niteliğini, Savaşkan Sosyalizm anlayışını düşmanın bütün saldırganlığına rağmen bayraklaştırmaya çalışan bütün savaşçı örgütlerden bütün devrimci kadroları gerek eylem pratiklerinde gerek faaliyet süreçlerinde ve en son tutsaklık koşullarında bile yok etmek düşmanın düşük yoğunluklu savaş stratejisinin bir gereği oldu.
TC’nin, Hristiyan tarihinin Saint Barthelmi, İslam tarihinin Kerbela katliamları gibi özellikli bir saldırı dönemi artık Türkiye Devrimci hareketinin yüksek ikinci dönem konjonktürünün kapanmasına, Türkiye devriminde artık yeni bir döneme geçilmesine yol açıyordu.
Yenilginin iyice dibe vurduğu böyle dönemlerde bilinçler de olumsuz etkileniyor. Kendisine ait farkına vardığı özeleştirel doğruları başka doğrularla harman etme yerine, yenik tarihini tümüyle reddeden kaba, kuru bir anti-tez niteliğinde taşlaştırdı.
Doğruları, kendi tarihselliği içinde bilince çıkartmaktansa, onları soyut bir kelam düzeyinde genel geçer bir veri düzeyinde bayağılaştırıldı.
Grup ve Hareket tabelaları kaldırıldı, artık herkes “partili” ve “partici” idi. Yukarıdan değil aşağıdan inisiyatif esastı. “Öncü’nün militan mücadelesi”ne gelince, süreğen yenilgilerinin sonrasında, o, artık ağızlara alınamayacak kertede mahkum edilmişti.
Her Devrimci öznenin devrimin öznesi olamayacağı tamamdı ama sınıf devrimciliğinin sınıfın devrimciliğini aşan bir kapsam ve inisiyatif olduğu unutulmuştu. Hele ki sivil toplumu gelişmemiş, siyaset tarzı geleneksel olarak yukarıdan şekillenmiş bir toplumda bu stratejik bir sapmaya tekabül ediyordu.
Sadece olabilecek olan mücadeleye tâbiyet, Devrimci hareketin üçüncü̈ döneminin temel özellikleri olarak oportünist ve statükocu karakterini belirliyordu.
Türkiye tek tanrılı dinlerin doğduğu bir bölgede. Hıristiyan’ın Allah, İsa, Ruh-ül Kudüs’ündeki Teslis gibi, halkımızın ağzındaki “Allahın hakkı üçtür” deyişindeki gibi “üç” bizde hayır sayılır. Ama devrimci mücadeleler tarihinde, bu mücadeleler özü̈ itibariyle skolastisizme, metafiziğe karşı oldukları için olacak, “üç” pek de hayırlı değildir.
Lenin, ünlü̈ “Ne Yapmalı”sını, Rus devriminin olumsuz bir dönemine tekabül eden ‘’Üçüncü döneme son verin” çağrısıyla noktalar.
Bugünlerde Kürt halk önderi Öcalan, “sömürgeciliğin Kürt halkını teslim alma ve öncüsünü tasfiye etme dönemi” diye tanımladığı üçüncü döneme son verilmesi gerektiğini belirtiyor, Kürt Özgürlük Hareketi bu çağrıya yeni bir stratejiyle dördüncü̈ ‘stratejik dönemin ‘ farklı bir evresine geçildiğini ilan ederek yanıt veriyor.
Türkiye Devrimci hareketi de on yılı aşkın zamandır süren kendi üçüncü̈ dönemini bitirme çağrılarına bir süredir tanık oluyor.
Bitirilmek istenen, aşılmak istenen üçüncü dönem nedir?
Hemen hemen sadece legal faaliyetle yetişmiş militan tipidir Sadece teorik ve pratik bakımdan geri kalmayan, aynı zamanda geri kalmışlıklarını bir sürü̈ görkemli savlar ileri sürerek haklı göstermeye çalışan önderliklerdir. Leninci Marksizm’in bir Devrimci doktrin olmaktan çıkartılarak, post modern söylemlerle sulandırılmış bir bulamaç haline getirilmesidir sınıf mücadelesi söylemini sınıfın düşük profilli mücadeleciliğine tâbi kılıp, bu söylemi geniş ve enerjik bir eylemci çizgiye dönüştürme çabasından vazgeçilmesidir; “ Partileşme ” düşüncesini ve “ parti ” örgütlenmesini militan bir örgütün yaratılması için bir çağrı olmaktan çıkarıp, mücadelenin bir tür “ Devrimci bürokrasili ” ve “ demokratik biçimli ” bir “ Sosyalizmcilik “ oyununa çevrilmesidir.
İşte Orhan yoldaş ve onun örgütsel pratiği, Türkiye Devrimci hareketinin böylesine yenik ve sinik ̈ üçüncü dönemini kapatmak ve zafere doğru dördüncü̈ dönemini açmak için yapılmış en güçlü çağrıdır.
Orhan yoldaş bu nedenle sadece Bostancı Direnişi değildir. Bostancı Direnişi’yle Orhan yoldaş, “ teslim olmayan bir feda devrimci kuşağı ”nın günümüz itibariyle son temsilcisi olmuştur. Türkiye Devrimci hareketinin şanlı geçmişinde “teslim olmayan fedai devrimciler” bir kuşak oluşturabilecek kadar çok, ama sayılabilecek kadar azdırlar. Böyle bir müstesna makama oturmak bir devrimci için en büyük payedir.
Bu payeye erişebilmesi için bir devrimcinin yüksek bir inanç, kırılamaz bir kararlılık, alt edilemez bir onur yüceliğine sahip olması gerekir.
Bostancı Direnişiyle Orhan yoldaş, Müntzerlerden, Bedrettinlerden, Mahirlerden Denizlerden, İbolardan beridir gelen, emekçi halkların Özgürlük mücadelesine ve bu mücadelenin zafere kadar süreceğine olan inancını bizlere taşımıştır.
Bostancı Direnişiyle Orhan yoldaş, Türk ve Kürt halklarının kardeşliğine, Türkiye ve Kürdistan Devrimlerinin kan kardeşliğine kararlıca bağlılığı anıtlaştırmıştır.
Bostancı Direnişiyle Orhan yoldaş, düşmanın en üstün olduğu koşullarda boğacak, kendi operasyonunda teslim alacak, kendi yayınına yasak koydurtacak kertede teslim alınamaz
Devrimci onuru bayraklaştırmıştır.
Ama Orhan yoldaş gene de sadece Bostancı Direnişi değildir. Onu böyle algılamak Orhan yoldaşı dar kavramak olacaktır. Bostancı Direnişini eksik kavramak olacaktır.
Çünkü̈ Bostancı Direnişi, aynı zamanda Türkiye Devrimci hareketinin tarihine ait ve unutulan birçok Devrimcinin, unutulan Devrimci değerlerin yeniden anımsatılmasıdır.
Yenik ve sinik üçüncü̈ döneme son verme kararlılığı, zafere kadar sürecek yeni bir döneme özeleştirel bağlılığın eylemleşmesidir.
Çünkü Orhan yoldaş bir çizgi savaşçısıdır.
Artık düzen içilişmiş statüko Sosyalizminden çıkarak, yenilgilerinden aldığı dersler ve tarihin bıraktığı şanlı mirasın ışığında Savaşkan Sosyalizm çizgisini yeniden maddeleştirmek isteyen bir inisiyatifin kurucu komutanıdır.
Onun öncülüğündeki bir grup devrimcinin özgür Kürdistan dağlarına doğru yola çıkarken arkalarında bıraktıkları Türkiye gerçeği, Türkiye devrimci hareketinin durumu ve bu devrimci müfrezenin görev sahasına döndükten sonra estirdikleri devrimci rüzgârın sadece Türkiye devrimci hareketinde değil, bütün muhalif kesimlerde yarattığı bilinç ve ruh rönesansı göz önüne getirilemediği sürece ne Orhan yoldaşın Türkiye Devrimci hareketi açısından ifade ettiği siyasal değeri, ne de Bostancı Direnişi tam olarak anlaşılmış olur
Orhan yoldaş ve onun devrimci eylemi, sürece dönüştürülemeyecek bir moment olarak kalsa dahi, bu haliyle bile yenik, sinik üçüncü̈ dönem Sosyalizm anlayışı ve pratiğinden, bu anlayış ve pratiğin oluşturduğu oportünist ve statükocu çizgiden bir kopuşun ifadesidir.
Kürt özgürlük hareketiyle dayanışmayı bayağı bir enternasyonalizm kavrayışından öte Türkiyeli bir devrimin stratejik gereği sayan, acıları ve değerleri kendi liberal sahtekarlıklarına malzeme yapan küçük burjuva ve burjuva aydın sürüsünden tiksinen.
Ama bütün bunları Leninci Marksizm’in bir devrim doktrini olduğunu bir an için olsun unutmadan yapan militan bir
Sosyalizm çizgisi…
İşte Türkiye Devrimci hareketinin dördüncü̈ dönemine ait olması gereken temel özellikler.
İşte Orhan yoldaşın Devrimci eylemiyle kurumlaştırmaya çalıştığı devrimci çizgi.
Bu çerçeve ve kapsam tam olarak kavranamadığı sürece ne Orhan yoldaşın Devrimci kişiliği ne de Bostancı Direnişi tam olarak bilince çıkartılmış olabilir.
Oysa bugün, Orhan yoldaşın şehadetinden yıllar sonra da bu durumu anlamaya artık daha fazla ihtiyacı var Türkiye Devrimci hareketinin. Özellikle de HBDH ‘in kurulması ardından. Özellikle de Kürdistan sömürgeci, işgalci TC devletinin yoğun soykırım ve katliam saldırıları varken.
Bu nedenle diyorum ki Orhan yoldaş gibi olmalı…
Orhan yoldaş gibi yapmalı…
MAHİR YILMAZKAYA
2016 KOBANÊ
Kaynak; Nisan Köprüsü broşürü