“The Platform”, öncelikle gelecekte filmlerini merak edeceğimiz bir yönetmeni müjdeliyor. İkinci olarak neoliberalizmin yalnızca ekonomik olarak değil toplumsal olarak da yarattığı tahribatı gözler önüne serme çabasında.
Hayatınızın bir noktasında “kapitalist sistem piramidi” adı verilen çizime mutlaka denk gelmişsinizdir. En üstte bir külçe altının bulunduğu, hemen altında yönetici elitlerin, onların altında ruhban sınıfın yer aldığı, sonra sırasıyla askerler ve burjuvaların geldiği bir piramittir bu. En geniş olan tabanda ise emekçi sınıf bulunur ve üstekilerin hepsini taşır. Diğer katmanlar arasında sıralama döneme göre yer değiştirse de en üst ve en alt katların sabit olduğunu içinden geçtiğimiz bu dönemde de yakıcı bir biçimde anlıyoruz.
Dünya tarihinin en etkili salgınlarından birisiyle boğuşurken, yalnızca Türkiye’de değil dünyanın dört bir yanında emekçiler üretime zorlanmaya devam ediyor. Tam da kapitalist piramidin üst basamaklarındaki asalaklar yerlerini, gelirlerini korumaya devam edebilsin diye.
Geçen yıl Toronto Film Festivali’nin “Gece Yarısı Çılgınlığı” bölümünde Halkın Seçimi ödülüne layık görülen, şu sıralarda Netflix’te gösterimde olan İspanyol korku/gerilim filmi “The Platform” (El Hoyo) esprisini biraz ‘kapitalist sistem piramidi’nden alıyor sanki.
Lüks bir restoranın mutfağındaymışçasına yemeklerin arasında gezinerek açılıyor film. Ardından dış ses bize şunları fısıldıyor: “Üç tür insan vardır. Yukarıdakiler, aşağıdakiler ve düşenler…” Ve sonra ana karakterimiz Goreng’in hapishane gibi bir yerde gözlerini açışıyla giriyoruz filmin içine. “48. kat” diye sesleniyor ona hücre arkadaşı Trimagasi. Sonra aşağıya doğru kaç kat gittiğini o an için karakterlerinde bilmediği dikey bir hapishanede olduğunuzu düşünüyoruz. Ancak bir süre sonra Goreng’in gönüllü olarak orada olduğunu öğreniyoruz. Yani bir deneyin parçası olabilir. Ama Trimagasi için aynı şeyi söyleyecek kadar delil yok elimizde. Yani gerçekten cezasını çekiyor olabilir.
Bu ‘hapishanenin’ bütün numarası, filmin açılış sekansında gördüğümüz yiyecekler üzerine kurulu. Bu yiyecekler, sıfırıncı katta üretiliyor ve birinci kattan başlayarak ‘delik’den aşağıya doğru indiriliyor. Her katta iki dakika kalıyor. Hal böyle olunca üst kattakiler sürekli karınlarını doyururken, platform aşağıya doğru indikçe yemek azalıyor ve özellikle ellinci kattan sonrakiler aç kalıyor. Her hücrede iki kişi kalırken, belirli aralıklarla bulundukları katlar değiştiriliyor. Böylece bazen üst katlara, bazen de yerin derinliklerine gönderiliyorlar…
Böylesi bir mekânın neden inşa edildiğine, insanların niçin buraya konulduğuna dair elimizde tutacağımız tek somut veri ise yıllarca yönetim için çalışan ve bir ara Goreng’in hücre arkadaşı olan Imoguiri’nin, buranın amacının sosyal dayanışmanın spontane bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak olduğuna dair sözleri…
“The Platform”, sınıf farklılıklarına dair hiç de öyle üstü örtük konuşmayan bir film. Basit bir mekanizma ile ‘en üsttekiler’ ve ‘en alttakileri’ için düzenin nasıl işlediğini göstermek istiyor. Üstelik ‘ahlakın’ da sınıfsal konuma göre şekillendiği gerçeğini ihmal etmeden. Örneğin, alt katlardayken paylaşım bekleyenlerin, üst katlarda buna ihtiyaç duymaması gibi. Hikayenin püf noktalarından birisi, içeriye girerken insanlara sevdikleri yemeklerin sorulması ve bu yemeklerin de sofrada olacağı bilgisi. Yani aslında herkes kendi sevdiği şeyi ya da ihtiyacı kadarını yese belki herkese değil ama büyük bir çoğunluğa yetecek kadar yiyecek var masada. Ama ihtiyacı olanı değil, yiyebileceği kadarını yiyor insanlar. Bu da bizi ‘tüketim toplumu’ eleştirisine götürüyor.
Imoguiri’nin bahsettiği sosyal dayanışmanın ise aşağılara doğru indikçe karşılık bulmasının, yukarıdakiler tarafından pek de umursanmamasının gerekçeleri olmalı hiç kuşku yok ki. Film bu ‘dayanışma’ meselesi konusunda oldukça umutsuz. Foti Benlisoy birkaç gün önce birartibir.org’ta kaleme aldığı “Virüs ve felaket komünizmi” başlıklı yazısında felaket, distopya vb. filmlerde dayanışma biçimlerinin yer bulamadığını belirtiyordu. İçinden geçtiğimiz dönemden dayanışma örneklerini sıralayarak, felaketlerin dayanışma ve örgütlenme biçimlerinin icadına da vesile olabileceğini aktarıyordu. “The Platform” bu anlamda arada bir yerde duruyor denilebilir. Bir yandan rekabet duygusunun, dayanışmanın önüne geçtiğine, ‘insanın insanın kurdu’ olduğuna, açlığın ahlaktan önce geldiğine dair çokça veri bulabilirsiniz filmin içinde. Öte yandan Baharat’ın Goreng’in çağrısına yanıt vererek “cehennemin dibine doğru” yolculukta ona eşlik etmesi gibi durumlar da var.
Ancak, ilk kez bir uzun metraj için kamera arkasına geçen Galder Gaztelu-Urrutia ve senarist David Desola’nın ‘lider’ ya da ‘Mesih’ gibi politik/ dini göndermeleri de kafa yormak gerekiyor. Herkes durumu kabullenmiş ve süresini doldurmaya, hayatta kalmaya çabalarken Goreng’in işleyişi bozacak fikirler üretmesi, buna dair çaba göstermesi karşısında “sen komünist misin”, “sen Mesih misin” gibi ithamlara maruz kalması örneğin… Ve tabii yerin yedi kat altından çıkıp gelen ‘kurtarıcı çocuk’. Yani filmin yaratıcıları da umudu dayanışmadan çok kurtarıcıda arıyor gibi sanki. Henüz izlememiş olanlar için burada keselim.
“The Platform”, öncelikle gelecekte filmlerini merak edeceğimiz bir yönetmeni müjdeliyor. İkinci olarak neoliberalizmin yalnızca ekonomik olarak değil toplumsal olarak da yarattığı tahribatı gözler önüne serme çabasında. Kamusal çözülmenin değil sadece, bireysel çürümenin de vardığı boyutu gösteriyor sanki. Türkiye’de yaşlı insanlara reva görülenler, İspanya’da terk edilmiş huzurevlerinde yataklarında ölü halde bulunan insanlarla ilgili haberler önümüze düştükçe böylesi bir çürümeden dayanışma çıkarmanın çok zor olduğunu; ama bu çürümenin önüne de ancak ve ancak büyük dayanışma ağları kurarak geçebileceğimizi bir kez daha görüyoruz.
THE PLATFORM
ORİJİNAL ADI: El Hoyo
YÖNETMEN: Galder Gaztelu-Urrutia
OYUNCULAR: Ivan Massagué, Zorion Eguileor, Antonia San Juan
ÜLKE: İspanya, 2019
SÜRE: 94 dk.
Şenay Aydemir
Gazete Duvar