Ortadoğu ve Yeni Dengeler

Ortadoğu, tarihinin en çelişkili ve çatışmalı durumunu yaşamaktadır. Ortadoğu’da yaşananlar krizden öte, her bakımdan bir kaos niteliğindedir. Bu kaosu yaratan Emperyalist sistemdir. Reel sosyalizmin yıkılışından sonra bölgeye yeni bir düzen verilmek istenmiş, ancak bu beraberinde daha büyük bir düzensizlik ve kaos yaratmıştır. Çünkü reel sosyalizmin yıkılışından sonra eski dengeler dağılmış, ama yeni bir denge ve statüko ortaya çıkmamıştır.

Eğer sorun sadece statükonun yıkılması sonrası yeni bir düzenin kurulması olsaydı, bu kadar süren çatışma ve dökülen kandan sonra yeni dengeler kurulur ve bölge statükosu göreceli de olsa oluşurdu. Ancak bir türlü yeni dengeler oluşmamakta, bir bölge düzeni kurulmamaktadır. Bu nedenle yaşanan kaosun nedenlerini daha kapsamlı ele almak, çözüm yollarını da buna göre oluşturmak gerekmektedir.

Ortadoğu ilk siyasal ve sosyal sorunların ortaya çıktığı coğrafyadır. İlk sosyal sorun olan kadın üzerindeki egemenlik, ilk sömürü ve hiyerarşi de, sınıflar da, şehir de, devlet de bu coğrafyada peydah olmuştur. Sorunların kök hücresi, kök coğrafyası Ortadoğu’dur. Sorunların coğrafyası olan Ortadoğu’da sorunlar kat kat birikerek katmerleşmiştir. İnsanlığın beşiği, ilk kültürün ve değerlerin yaratıldığı coğrafya burası olduğu gibi, sorunların en somut ve karakteristik bir biçimde kendini dışa vurduğu coğrafya da burasıdır. Bu açıdan sorunların burada ağırlaşması, çözümünün de bu topraklarda aranması tesadüfi değildir. Tek tanrılı büyük dinlerin bu coğrafyada neşet edip büyümesinin tesadüf olmadığı gibi.

Reel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte, Emperyalist-kapitalist sömürücü sistemin tüm sorunlarının Pandora’nın kutusu gibi ortalığa saçılması gerçeği yaşanmıştır. Çünkü reel sosyalizm, tüm kötülüklerinin ve ayıplarının ortaya çıkmasını engelleyen bir paratoner rolünü oynamaktaydı.

Emperyalist-kapitalist sömürücü sistemin en büyük kriz ve kaosunun Ortadoğu’da yaşanması bu çerçevede anlaşılır bir durumdur. Sistem kriz üreten bir karaktere sahipse ve daha II. Paylaşım Savaşında anlamsız hale gelmişse tabii ki sistem ilk çıktığı ve sorunların katmerleştirdiği Ortadoğu da kaos içine girecektir.

Iran-İrak savaşı Emperyalist-kapitalist sistemin kendi çıkarları önünde engel gördüğü Iran’ı dize getirmek için çıkarılmıştır. Daha sonra da Iran — İrak savaşında destekledikleri Saddam’ın1991’de Kuveyt’e saldırmasının önünü açarak Ortadoğu’ya köklü müdahalenin zeminini yaratmışlardır. I. Körfez Savaşında Irak’ı etkisizleştirip Çekiç Güçle varlığını somut olarak süreklileştiren ABD, 2003 yılındaki II. Körfez Savaşıyla müdahalelerini boyutlandırmış ve Irak’ı düşürmüştür. Bu müdahaleler sermayenin serbest ve güvenli dolaşmasını sağlama ve sistemin kendisini Ortadoğu’da tamamen hakim kılacağı bir hesap ve planlama ile yapılmıştır. Ancak Ortadoğu’daki sorunları anlamada büyük bir yüzeyselliği yaşadıklarından yanlış hesap Ortadoğu’dan dönmüştür. Sorunları iki yüzyıllık olan ABD ile sorunları dört yüzyıllık ele alan Avrupa, sorunları beş bin yıllık olan Ortadoğu’da amiyane deyimle çarpılmışlardır.

Sistemin öncüsü ABD’nin körfez savaşında Avrupa’yı bile karşısına alarak müdahaleye yönelmesi, Ortadoğu’nun yaşadığı sorunları anlamadığını ortaya koymuştur. Nitekim bir süre sonra müdahalesine Avrupa ülkelerini de kattığı gibi, bölgenin işbirlikçi statükocu güçlerinin bir kısmıyla da ortak hareket etme politikasına yönelmiştir. İrak müdahalesinin sonuç alamaması sonucu yeni bir hakimiyet planı olan Baker Planıyla Irak’a müdahalenin yeni bir politik strateji ve ittifak politikasına dayandırıldığı bilinmektedir.

Arap halklarının sadece siyasi olarak değil, ekonomik, sosyal ve kültürel karakteriyle de ayağa kalkması, Kapitalist sistemin eski işbirlikçileri yerine yeni işbirlikçiler aramasına yol açtı. ABD’yi öteden beri öngördüğü işbirlikçi İslam’a dayalı yeni bir Ortadoğu yaratmaya yöneltmiştir. Bunun için de kendisine yakın gördüğü İslami siyasi güçleri desteklemiş ve iktidara gelmelerini sağlamıştır. Eski işbirlikçilerin ve kendine işbirlikçilik yapmada hevesli kesimlerin toplumsal temeli ve desteği olmaması, her zaman sistemi zorlayan bir durum yaşatmıştır. İşte yaşanan bu sıkıntılardan dolayı toplumlar ayağa kalkınca hemen işbirlikçi islam’a dayalı yeni bir Ortadoğu düzeni kurma hedefiyle hareket etmiştir.

I. Körfez Savaşı sonrası yaşananlar, Afganistan ve Irak işgalinin sonuç vermemesi sonrası ortaya çıkan ve Arap Baharı olarak tanımlanan halk ayaklanmalarının bölge dengelerini daha da altüst etmesi ve Suriye’de yaşanan iç savaşın bölgesel ve uluslararası karakter taşıması 1916’da Skys Picot anlaşmasıyla şekillenen Ortadoğu düzenini yerle bir etmiştir. Artık eski düzeni sürdürmek, hatta rötuşlarla restore etmek mümkün değildir. Halklar kendisi açısından özgürlük ve demokrasi için ayağa kalkarken, ABD de kendi çıkarını koruyacak yeni bir işbirlikçi düzen kurma çabalarına yönelmiştir. Arap Baharı denen halkların ayağa kalkışı sonrası işbirlikçi İslam’a dayanan yeni düzen arayışı bunun sonucudur.

Tunus’ta İslamcıların önemli bir siyasi güç olması, Mısır’da İhvan-ı Müslim’in iktidara gelmesi, Libya’da Mısır’a dayanılarak İslam maskeli gruplar tarafından Kaddafi’nin devrilmesi ve trajik sonu, bu yönlü politikanın pratikleşmesi ve zemini olarak görülmüştür. Bu rüzgar kısa sürede sistemle çelişen Suriye’ye yöneltilmiştir. Kapitalist sistem Suriye’de de işbirlikçi İslam’a dayalı bir rejim ortaya çıkarıp buna dayanarak yeni Ortadoğu düzeni yaratmayı hesaplamıştır.Çünkü Suriye’de kurulacak bir sistem tarihte olduğu gibi Ortadoğu’nun da şekillenmesini sağlayacak bir karaktere sahip olacaktır. Bilindiği gibi Osmanlılar da 1517’de Suriye’yi ele geçirerek Ortadoğu’nun kapısını açmış, Suriye üzerinden tüm Ortadoğu’ya hakim olmuştur.

Türkiye, ABD’nin Libya’ya yönelik müdahalesindeki kararlılığı görerek o güne kadar bir taraftan ABD ve Avrupa’ya, diğer taraftan Iran, Suriye, Irak ve KDP’ye dayalı olarak yürüttüğü bölge politikası ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezme ittifakını bir tarafa bırakarak tamamen ABD atına binerek hedeflerine ulaşmayı planlamıştır. “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyen Tayyip Erdoğan, bir hafta sonra NATO’nun İzmir üssünü Libya’ya müdahalenin üslerinden biri haline getirmiştir.

Libya’nın kısa sürede düşürüldüğünü gören Türkiye, Suriye’ye müdahalenin aktif aktörü olarak yeni Suriye’nin şekillenmesi ve bu temelde Ortadoğu’da oluşacak düzende en etkili güç olmak istemiştir. Bunun için de hemen muhaliflerle ilişkilenmiş, Türkiye’yi onların üssü yapmış, her türlü desteği bu güçlere vermeye başlamıştır. Türkiye Suriye’deki muhaliflere verdiği destek ve topraklarını kullandırmasıyla savaşın doğrudan tarafı ve yürütücüsü haline gelmiştir. Öyle ki, Suriye’de Sünni bir rejim yaratmayı ve buna dayanarak da tüm Ortadoğu’nun belirleyici gücü ve ABD’nin Ortadoğu’da dayanacağı tek seçenek olmak istemiştir. Bu çerçevede de kendi gücü ve pozisyonuna dayanarak ABD’yi kullanmayı ve Ortadoğu’da öngördüğü tüm hedeflere ulaşmayı düşünmüştür.

Suriye’de hem ABD’nin hem de Türkiye’nin planları tutmamış, öyle ki ABD ile Türkiye karşı karşıya gelmişlerdir.

ABD kendine işbirlikçi siyasal İslam yaratmak isterken, iktidarcı siyasal İslamcı güçler tüm Ortadoğu’da İslami güçlerin gelişmesinden güç alarak sisteme dayanma yerine, kendi düşündükleri iktidarcı devletçi sistemi kurma doğrultusunda hareket etmeye başlamışlardır. Bir taraftan ABD’nin Irak işgali döneminde güçlenen İslamcı hareketlerin, diğer taraftan Ortadoğu genelinde gelişen İslamcı akımların etkisi ve Türkiye’nin desteğiyle Suriye’de kısa sürede ABD, İsrail ve Lübnanlı Hiristiyanları rahatsız eden devletçi iktidarı İslamcı bir siyasi güç ortaya çıkmıştır. ABD ve Avrupa, bu güçlerin Suriye’de iktidar olmasını engelleyen bir politika izlemişlerdir. Suriye rejimi ile bu güçlerin çatışması ve her ikisinin yıpranarak kendisine muhtaç hale gelmesini beklemiştir.

Bu durumdan yıkılmayla yüz yüze gelen Esad rejimi yararlanmış ve ayakta kalmaya çalışmıştır. Kuşkusuz Iran rejiminin desteği, Hizbullah’ın bu savaşta yer alması ve Rusya, Baas rejiminin yıkılmasını engellemede rol oynamış olsalar da, Esad’ın yıkılmasını esas olarak önleyen, ABD ve Avrupa’nın İslamcı örgütlerden rahatsızlık duyan politikalarından yararlanması olmuştur. Rejimin direncini en fazla arttıran bu durum olmuştur. Öyle ki Esad rejimi IŞİD’in ilerlemesine müdahale etmeyerek ABD ve Batı’ya bağlı güçlerin tükenmesini hedefleyen ve IŞİD karşısında kendisinin tercih edilir hale gelmesini sağlayan bir politika izlemiştir. Türkiye’nin El Nusra ve IŞİD gibi örgütleri desteklemesi, ABD ve  Avrupa’nın   bunu tehlikeli görmesi, Baas rejimini bugüne kadar yaşatmıştır. Bu çerçevede Baas’ın bugüne kadar varlığını sürdürmesinden, Suriye’de demokratik bir iktidar istemeyen, kendi etkisinde ve Kürtleri ezecek bir iktidar isteyen Türkiye de sorumludur. Hatta demokratik dinamiklerin gelişmesini engelleyen esas güç olduğundan birinci derecede Türkiye sorumludur. Bu açıdan IŞİD’in varlığından da, Esad’ın iktidarını sürdürmesinden de sorumlu olan güç Türk devletidir.

Türk devleti Suriye politikasını Kürt düşmanlığı ve Ortadoğu’da  sünni eksenli oluşum üzerine kurmuştur. Hala da bu politikasını sürdürmektedir. Türk devleti, Suriye’de aktif rol oynayarak ABD desteğini almayı sağlamak ve kendine yakın bir iktidar yaratmak istemiştir. Böylece hem Ortadoğu’da etkin olmayı, hem de bu destekle Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmede daha güçlü pozisyona gelmeyi amaçlamıştır. Bunun için de Suriye’deki krizden Kürtlerin yararlanmasını engellemek için Baas rejiminin erkenden düşmesi doğrultusunda çabalarını en üst düzeye çıkarmıştır. Bu nedenle muhalefet içindeki İslami kesimleri olabildiğince desteklemiştir. Ancak Baas rejimi erken yıkılmadığı gibi, devlet birçok bakımdan dağıldığından Suriye’deki iktidar boşluğu ve güçler arası çatışma uzadıkça uzamıştır. Bu durum da Rojava Devriminin güçlenmesi ve gelişmesi için büyük fırsatlar ve imkanlar sunmuştur. Türk devletinin Suriye politikalarındaki amaçları gerçekleşmezken, korktuğu başına gelmiş; Kürtler Suriye’de güç kazanmıştır.

Türkiye Suriye’de istediği hedefine ulaşamadığı gibi, Ortadoğu’da dayanmak istediği Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarı ABD’nin orduya verdiği destekle devrilmiştir. Bir anda Ortadoğu dengeleri yeniden altüst olmuştur. Bu durumda en fazla zorlanan ve kaybeden güç Türkiye olmuştur. AKP Hükümeti Kürt sorununda yanına KDP’yi, Ortadoğu’da da Mısır’ı alarak kendini güç kılmayı hedeflemişti; ancak Mısır ayağını erken kaybederek boşa düşmüştür.

Türkiye Mısır’ı kaybederek Suriye politikasında zorlanma yaşayıp Rojava Devrimi karşısında da sıkışınca eski Saddam yanlıları, IŞİD ve KDP ile Sünni bir ittifak yaparak Ortadoğu politikalarını etkilemek istemiştir. Bu ittifakın içine Katar’ı da katarak Irak rejimi karşıtları, Suriye rejimi karşıtlarıyla ortak hareket edecek; böylece bölge politikasında herkes kendisine muhtaç olacaktı. Bunu başarırsa PKK’yi tasfiye etmede avantajlar kazanacaktı.

İşbirlikçi İslam’a dayalı yeni bir Ortadoğu düzeni kurmak isteyen ABD bir süre sonra görmüştür ki, hala kendi sistemine Ortadoğu’da işbirlikçilik yapacak İslamcı siyasi hareketler zayıftır. Birçok İslami hareketin üzerinde daha fazla çalışmadan, sistem içileştirmeden mevcut durumlarıyla işbirlikçi İslam’a dayalı bir Ortadoğu düzeni kurmak zordur. ABD, işbirlikçi İslamcılarla ilişkiyi ve birçok İslamcı grubu daha fazla işbirlikçi çizgiye çekme çalışmasını sürdürme kararı almakla birlikte şu anda bunlara dayanarak bir sistem kurmayı erken görmüş, bu nedenle yeni politik yaklaşımlar içine girmiştir. Bu da klasik böl, parçala, çatıştır, zayıf düşür ve böylece hegemonya sağla politikasıdır. IŞİD’e göz yumulması, IŞİD’le parçalı Suriye ve Irak yaratılma politikası böyle gündeme girmiştir. IŞİD’i tam bir provokasyon gücü ve bazı güçleri korkutup kendine bağlama unsuru olarak kullanmıştır. Barack Obama’nın,  “IŞİD’in Musul’a girişine müdahale etseydik Maliki’ye güç verirdik” demesi, nasıl bir IŞID, nasıl bir Irak politikası izlediklerinin itirafı olmuştur.

ABD’nin İslamcı siyasi akımları frenleme ve zayıflatma politikasında İsrail ve Lübnanlı Hıristiyanların rolü bulunmaktadır. Bölgedeki Hıristiyan ve başka inançtan diğer toplulukların tehdit altında olması da ABD ve Avrupa’yı böyle bir politikaya yöneltmiştir. Türkiye’deki İslamcı bir iktidarla Suriye’deki İslamcı bir iktidarın ortak hareket etmesi de öngördükleri Türkiye projesinin çökmesi açısından tehlikeli görülmüştür. Bu nedenle Türkiye’nin Güney’inde güçlü siyasal İslamcı bir iktidar görmek istememişlerdir. Çünkü Türkiye tarihsel olarak yarı Avrupalı olan, beş yüz yıldır Avrupa ile ilişki içine giren, son yüz elli yıldır da Avrupa’nın siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel sistemine entegre edilmek istenen bir ülkedir. Bu açıdan Türkiye’nin kendi yörüngelerinden çıkmamasını istemişlerdir. Bir zamanlar eksen kayması tartışmalarının yapılması da Türkiye’ye verilen rolden kayma olarak görüldüğünden gündemleştirilmiştir. ABD ve Avrupa’nın Suriye’de Türkiye’yle yakın ilişki içinde olacak bir İslamcı iktidara neden karşı oldukları bu çerçevede daha da anlaşılır olmaktadır.

Kuşkusuz Türkiye’nin Arap Sünni İslamcı gruplarla ilişkileri bu güçlerin hem iktidarcı, hem milliyetçi, hem de Kürt düşmanı karakterlerinden dolayı başta Kürtler olmak üzere tüm Ortadoğu halkları için büyük tehlikeler taşımaktadır. Çünkü Türkiye’deki AKP iktidarı da, bu Sünni milliyetçi Arap kesimler de demokrasi ve özgürlük karşıtıdırlar. Halkları baskı ve zulümle yeni bir hegemonya içine alarak tüm demokrasi dinamiklerini ezmek istediklerinden, halkların da karşı çıkması ve mücadele etmesi gereken bir zihniyet olmaktadır. IŞİD’in saldırıları ve bölgede Türkiye desteğiyle yeni dengeler yaratması karşısında Kürt özgürlük güçleriyle IŞİD’e karşı koalisyon kuran güçlerin ortak düşmana karşı aynı safa düşmeleri, Türkiye ile IŞİD gerçeğinin bu karakterlerinden ileri gelmektedir.

Ancak ortaya çıkmıştır ki, IŞİD’i herkes kullanmak isterken, IŞİD de herkesi kullanma politikası izlemektedir. Nitekim IŞİD Musul’u ele geçirdikten sonra kontrolden çıkıp her tarafa el atar duruma gelince uluslararası güçler ve bazı bölge güçleri IŞİD’i frenleme, zayıflatma ve kontrol altına alma politikalarına yönelmişlerdir. Her güç, kontrol altına alınmış IŞİD gerçeğinde iyi bir ajan ve kullanılan aktör görmektedir. Ancak Türkiye ise desteğini sürdürüp IŞİD’i güçlendirerek IŞİD’i Kürt özgürlük Hareketi’ni ezme karşılığında uluslararası güçlere pazarlama politikası yürütmektedir. IŞİD’e karşı kurulan koalisyonla Türkiye’nin karşı karşıya gelmesi bu nedenledir. Türkiye “Kobane neden bu kadar önemli, stratejik değil, Halep stratejik” derken, aslında IŞİD’le birlikte kendisini de pazarlamaya çalışmaktadır. Kürt karşıtı olursanız hem IŞİD’i size satarım, hem de işbirlikçiliğinizi yaparım mesajı vermektedir. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketi karşısında IŞİD’i desteklemekte ısrar etmektedirler.

Türk devleti Rojava Devrimini boğmayı önüne koymuştur. Bunun için başından beri El Nusra, IŞİD ve KDP ile birlikte Rojava Devrimini boğmak için çalışmıştır. KDP AKP ile işbirliği içinde Rojava Deyimine ihanet içinde olmuştur. Eğer bugün Rojava Devrimi zorluklar ve sıkıntılar yaşıyorsa bunun en büyük sorumlusu KDP’dir. KDP, AKP ile sürdürdüğü Özgürlük Hareketi karşıtı kirli ilişki ve ittifakı Rojava’da daha da çirkin bir biçimde yürütmektedir. Hem AKP hem KDP El Nusra ve IŞİD saldırılarıyla Rojava Devriminin dağılacağını beklemişlerdir. KDP petrol bölgesini ele geçirecek, buraları petrol emirliğine bağlayacak, Kobane ve Afrin ise IŞİD’e terk edilecekti. Direniş AKP, KDP, IŞİD planlarını Rojava’da bozmuştur. AKP, KDP, IŞİD ilişkileri Maliki düşmanlığıyla daha da geliştirilip her gücün kendi muhalifini ve karşıtını ezmek istediği bir ittifaka dönüşmüş, Musul’un ele geçirilişiyle birlikte Ortadoğu’da dengeler değişmiştir.

Ancak Musul’un ele geçirilmesinden sonra IŞİD ile KDP arasındaki ilişki bazı nedenlerle bozulmuştur. Ne KDP IŞİD’in, ne de IŞİD KDP’nin dediğini yerine getirecek durumda olduğundan, IŞİD, KDP’nin de iktidarını kaybedeceği bir saldırı başlatmıştır. IŞİD’in Musul sonrası politikaları, Şengal, Maxmur ve Hewler’e yönelik saldırıları, bu saldırılar karşısında gerilla direnişi IŞİD’in hesaplarını bozduğu gibi, PKK karşıtlığı üzerinden izlediği yanlış politikalar sonucu KDP’yi de büyük bir güç ve itibar kaybına uğratmıştır. Öyle ki Hewler’in boşaltılması ve Güney Kürdistan’ın IŞİD denetimine girmesi tehlikesi ortaya çıkmıştır. Ancak gerillanın direnişi ve ABD’nin hava saldırıları bu tehlikeyi durdurmuştur.

Gerillanın Şengal’deki Direnişi, Şengal’in stratejik yerlerini tutması Şengal’in düşmesini engellediği gibi, IŞİD’in Şengal’e hakim olarak Rojava Devrimine yönelmesi ve Güney Kürdistan’ı tehdit etmesinin de önünü almıştır. Bu açıdan Şengal’deki direnişin askeri ve siyasi stratejik değeri çok büyük olmuştur.

Kuşkusuz Özgürlük Hareketi’nin Şengal Direnişi, ideolojik duruşu, Kürtleri korumada gösterdiği ısrar, Şengal için öngördüğü demokratik özerklik projesi tüm insanlığı derinden etkilemiştir. Bu yönüyle Şengal Direnişi sadece askeri ve siyasi değil, ideolojik, felsefi ve paradigmasal özellikler taşımaktadır. Şengal direnişi sadece Şengal’i savunmada rol oynamamış, daha sonraki Kobane Direnişinin kırılmamasında, Kobane Direnişi şahsında Özgürlük Hareketi’nin dünya ve bölge çapında güç olmasında da çok etkili olmuştur. Şengal’de gösterilen direniş olmadan, Rojava Devriminin ve Kobane’nin bölge düzeyinde ve dünyada bu kadar etkili olması söz konusu olamazdı. Yine Güney Kürdistan’ın diğer alanlarına gerillanın müdahalesı, Maxmur’daki direnişi de Şengal’deki direnişin etkisini görmek gerekmektedir. Bugün Kerkük’te ve çevresinde, bunu sağlatan da Şengal’deki direniş tüm Kürt toplumunda yarattığı etki ve itibardır. Şengal Direnişi sadece Güney Kürdistan’da ve tüm Ortadoğu’da değil, dünyada Kürt Özgürlük Hareketinin meşruiyetini yeni bir boyuta taşımış, bu meşruiyet ve güç karşısında KDP gerillanın Güney Kürdistan’daki varlığına karşı çıkamaz hale gelmiştir.

Kobane Direnişi siyasi olarak bir bölgesel ve uluslararası savaş alanı haline gelmiştir. Türk devletinin sürekli neden Kobane demesi, burada yürütülen direnişin bölgesel etkileri ve sonuçlarının nasıl olduğunu bilmesindendir. Çünkü Türk devleti Kobane saldırısını bölgesel etkinliğini arttırmak, IŞİD’le birlikte bölgesel politikalarda yönlendirici olmak için başlatmıştır. Kobane saldırısının arkasında esas olarak Türk devleti olduğu gibi, hala bu saldırıda gösterilen ısrarın arkasında da Türkiye vardır. Türkiye, Musul konsolosluğumuz esir alındı diyerek Musul ve Şengal saldırılarındaki rolünü gizlemek istediği gibi, Süleyman Şah Türbesi tehdit altındadır diyerek de Türkiye ile IŞİD’in Kobane’ye ortak saldırısını örtmek istemektedir. Özel kuvvet Musul ve konsolosluğu üs olarak kullanırken; Kobani saldırısında da Süleyman Şah Türbesini üs olarak kullanmaktadır.

Türkiye IŞİD’Ie kader ortaklığı yaptığından, Kobani saldırısında da ortaklığını sürdürmektedir. Uluslararası güçlerin baskısına rağmen IŞİD’e karşı koalisyon içinde ısrarla yer almaması bu ortaklığın sonucudur. IŞID’Ie Işbirliğini KDP’li bir grubun Kobaniye geçmesine izin vererek gizlemek istemiştir. Nitekim bu geçişten sonra Türk devleti üzerinde “koridor aç” baskısı hafiflemiştir.

Türk devleti Kobane direnişinin kısa sürede kırılacağını hesaplamıştır. Böylece Afrin de düşürülecek, Türkiye ile IŞİD uzun bir sınır komşusu olacak; Rojava Devrimi kuşatılmış olarak Suriye genelindeki siyasi etkisi ortadan kaldırılacaktı. Bu gerçekleştiğinde de Türkiye IŞİD üzerinden Suriye ve Ortadoğu politikalarında yeniden etkin olacaktı. İşte Kobani.  bunu önlediği ve Türk devletiyle IŞİD ilişkisini açığa çıkardığı için Türk devleti çok öfkelenmiştir. Türkiye’nin Kürt politikası değişmediği ya da uluslararası güçlerle IŞİD karşılığında Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezme konusunda anlaşmadığı müddetçe Türk devletinin IŞİD’le işbirliği sürecektir. Türk devleti bir taraftan IŞİD gibi faşist bir çete örgütü elinin altında tutarak Ortadoğu’da varlığını sürdürmek isterken, bu politikası sonucu diğer taraftan da dış politikada bir çıkmaza girmiş bulunmaktadır. Türk devleti dış politikasını Kürt düşmanlığı üzerine kurduğundan Kürdistan’da IŞİD’i Kürdistan Devrimine karşı kullanmaya devam edecektir. Türk devleti IŞİD’le sadece bölge politikalarında etkili olmak istemiyor, Kürt Özgürlük Hareketi’ni IŞİD’le uğraştırarak içeride de rahatlamayı amaçlıyor. Bu açıdan IŞİD’le mücadeleyi kısa süreli değil de uzun süreli düşünmek gerekmektedir.

Öte yandan Kürt Özgürlük Hareketi’yle IŞİD arasındaki mücadele kaçınılmaz hale gelmiştir ve kısa sürede sonlanması da beklenmemelidir. IŞİD Ortadoğu’daki kaosun sonucu ortaya çıkan bir güç olduğu gibi, bu kaosu derinleştirerek tam bir devrimci ortam yaratmıştır. Ortadoğu’daki siyasi gelişmeler ve kaos, sorunları devrimci tarzda çözümlemeyi gündeme koyduğu gibi, IŞİD’in varlığıyla birlikte Ortadoğu’da sorunlar devrimci tarz dışında çözmek imkansız hale gelmiştir. Bu açıdan IŞİD’e karşı mücadeleyi bölgesel devrimci bir mücadele olarak ele almak, bu karşı devrimci güç yenildiğinde Ortadoğu’da demokratik devrimin önünün sonuna kadar açılacağını bilerek hareket etmek gerekmektedir.

IŞİD gerçeğini ele alırken sadece günlük politik yaklaşımlar içine sığdırmak yanlıştır. Kuşkusuz dönemsel politikalarla bağı vardır. Yine birçok gücün kullanması sonucu kısa sürede etkili hale gelmiştir. Ancak Ortadoğu’da iktidarcı İslamcı siyasal güçlerin her yerde güç haline geldiği düşünülürse ve bu güç olma durumunun uluslararası güçleri de tehdit ettiği dikkate alınırsa, IŞİD ve her türden İslamcı hareketleri daha boyutlu ve tarihselliği içinde ele almak gerekmektedir. Dikkat edilirse bu tür hareketler en fazla da reel sosyalizmin yıkılışından sonra kendilerini güçlendirme imkanı bulmuşlardır. Reel sosyalizm belli düzeyde halklar için bir umudu ifade ediyordu. İktidarcı devletçi sistem karşısında halklar özgürlük ve demokrasi arayışlarını yüzlerini reel sosyalizme dönerek karşılamaya çalışıyorlardı. Ancak reel sosyalizmin yıkılışı en fazla da Ortadoğu’da bir ideolojik boşluk doğurmuştur. Ortadoğu’nun maddi değil, manevi uygarlık merkezi olduğu düşünülürse ideolojik boşluğun sonuçlarının en fazla da Ortadoğu’da görüleceği açıktır.

Reel sosyalizmden sonra başka hiçbir hareket de ideolojik boşluğu doldurmadığından bu hareketler İslam’ın tarihsel kültürüne ve değerlerine de seslenerek verili ortamda kendilerini rahatlıkla güçlendirme imkanı bulmaktadırlar.

Öte yandan insanlığın beşiği olmuş, büyük uygarlıklar yaratmış, tek tanrılı dinleri ortaya çıkarmış Ortadoğu, kapitalist modernitenin ve maddi uygarlığın gelişmesiyle birlikte ötelenen bir coğrafya haline gelmiştir. Arap coğrafyasının kırk parçaya bölünmesi, İslami değerlerin ve kültürün oryantalist bakışla horlanması ve ötelenmesi özellikle Arap toplumunda büyük bir öfke birikimine yol açmıştır. Dolayısıyla reel sosyalizmin yıkılmasından sonra ortaya çıkan ideolojik boşluk, siyasi olarak eski dengelerin tümden yıkılması bu öfke birikiminin patlamasına yol açmıştır. Bu açıdan IŞİD gibi iktidarcı devletçi faşist karakterdeki hareketlere karşı mücadele ederken bu hareketleri iyi tanımak ve bunlara karşı mücadele yöntem ve araçlarını doğru ve etkili geliştirmek çok çok önemlidir.

Özellikle bu hareketlere karşı mücadele ederken İslam’a doğru yaklaşım içinde olmak, İslam’ın demokratik ve kültürel değerlerini demokratik sosyalizmin kaynakları ve değerleri haline getirmek ve Arap karşıtlığı gibi bir duruma düşmemek çok çok önemlidir.

Ortadoğu’da 20. Yüzyılın başında olduğu gibi yeni dengeler ve yeni statüler oluşacaktır. Bu da tüm bölge ülkelerini ve halklarımızı ilgilendirmektedir. Özelikle de 20. Yüzyılda yok sayılan Kürtleri ilgilendirmektedir. Ortadoğu’da yaşanan tüm gelişmeler Kürtlerin de kaderini belirleyecektir. Bu açıdan Kürtler 20. yüzyıldaki gibi izleyen konumunda ya da pasif kaldıkları takdirde yeni kurulacak statünün altında kalma tehlikesi doğacaktır.

Gelişmelerin hızlandığı ve yoğunlaştığı günümüzde kim doğru politikalar izler ve inisiyatifli olursa onlar kazanacak, doğru politikalar temelinde inisiyatifli ve hamleci olmayanlar ise kaybedecektir.

Kürt Özgürlük Hareketi şu an Ortadoğu’daki pozisyonu güçlenmiştir. Suriye’de diğer tüm alternatifler tıkanmışken, Suriye’nin geleceğinde belirleyici etken olma konumunu kaybetmişken Suriye’nin geleceğini en fazla etkileyecek güç haline gelen Kürt Özgürlük Hareketidir. Suriye’de Rojava Devrimi ve Kürt Özgürlük Hareketi etkili olup devreye girmeden yeni bir Suriye yaratmak mümkün değildir. Ancak Rojava Devrimi değerleri ve ekseninde yeni bir Suriye şekillenebilir. Çünkü Suriye’yi bir arada tutacak ve tüm toplumsal kesimlerin taleplerini karşılayacak tek siyasi çizgi Rojava Devrimci güçlerine aittir. Bu siyasal çizgi Rojava’nın özerkliği temelinde tüm Suriye’ye taşırıldığı takdirde mevcut siyasi tıkanıklık aşılıp demokratik Suriye’ye ulaşılacaktır. Kuşkusuz bunun için sadece Rojava’yla sınırlı, dar siyasi yaklaşımlar yerine Suriye genelini ve tüm toplumsal kesimleri hedefleyen politik çizginin pratikleşmesi için aktif olmak ve öncülük etmek gerekmektedir.

Kuşkusuz Rojava Devrimi, Kobani’de ortaya çıkan hazırlıksızlık, büyük eksiklikler ve bunun sonucu yaşanan büyük kayıplara rağmen IŞİD’e karşı direniş ve IŞİD’in durdurulması ve geriletilmesi temelinde bu konuma kavuşmuş bulunmaktadır. Türkiye Suriye’de en az etkili olabilecek bir duruma gelmiştir. Mevcut rejimin kendisini eskisi gibi sürdürmesi mümkün değildir. ABD’nin etkisi ve denetimindeki muhalif güçler zayıf konumdadır. Varlıkları sınırlı düzeyde bundan sonra da sürse belirleyici konumda olamayacaklardır. Bu açıdan herkesin Rojava Devrimine muhtaç olacağı ve Rojava Devrimi etrafında şekillenecek bir Suriye’ye razı olacağı bir durum ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bunun Kürt Özgürlük Hareketi tarafından çok iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Özcesi tüm halklar için umut olan, Ortadoğu için model olabilecek Rojava Devrimi, kendine biçilen bu role uygun ciddiyet ve yaklaşımla kendini ele almalı.

Irak’taki siyasal durum, Sünni-Şia çekişmesi Kürtlerle merkezi Hükümet arasındaki sorunlar nedeniyle sadece Irak’ı değil, tüm bölgeyi yakından ilgilendirmektedir. ABD’nin büyük bir müdahale yaptığı, ama başarılı olamadığı açıktır. Tüm Ortadoğu’daki despot ve tekçi zihniyet nedeniyle bu defa da Irak’ta Sünniler kendini dışlanmış hissetmiş, bu, Irak’taki istikrarsızlığa kaynaklık etmiştir. İşin içine tüm Sünni Araplar ve Türkiye girince, Güney Kürdistan’da KDP de Sünni cephe içinde yer alınca Irak kriz üreten ve tüm Ortadoğu’ya yayan bir ülke haline gelmiştir. Maliki iktidarı üzerinden Sünni Araplar, Irak Baas güçleri, IŞİD, Türkiye ve KDP cephesi tam bir ittifak içinde hareket etmiştir. Bu cephe, IŞİD’in bölgede güçlenmesine neden olan bir rol oynadı. Nitekim bu ittifakın sonucu Musul direnmeden IŞİD’e teslim edilmiştir. IŞİD’in Musuru teslim almasında KDP’nin de rolü olduğundan, Musul çevresindeki peşmergeler Kürtleri savunma yaklaşımı içinde olmamış, Musul’daki Kürtler de göç etmek zorunda kalmışlardır. KDP’nin IŞİD’in Musul’u ele geçirmesine yaklaşımı ve Şengal’den çekilmesi IŞİD’le kurulan açık ve zımni ilişkilerin ve ittifakın var olduğunu ortaya koymaktadır. KDP Türkiye ve IŞİD’le kirli işbirliği içine girmiştir. Ancak sonuçta IŞİD kendini güçlü görüp Hewler’e doğru yönelince KDP ABD’den yardım istemiştir. Güney Kürdistan’da direnecek tek güç gerilla kalmıştır. Gerilla dışında tüm askeri güçlerin iradesi kırılmıştır. Ancak gerillanın devreye girip direnmesi Güney’deki irade kırılmasının önüne geçmiş, sadece Hewler’i değil, Güney Kürdistan’ı da kurtarmıştır. KDP’nin dar çıkarları ve Özgürlük Hareketi düşmanlığı Güney Kürdistan’ı kaybetme tehlikesini ortaya çıkarmıştır.

Diğer yanda Ortadoğu’daki gelişmeler İran’ı da zorlamaktadır. Şia-Sünni çatışması İran’ı sürekli bir siyasi çatışma içinde tutmaktadır. Süriye’de Esat ta çok bugün asıl çatışan güç İrandır. Öncelleri Ortadoğu’da kriz ve savaşlar içinde kendini yaşatan Iran rejimi, şimdi Ortadoğu’daki çatışmalarda en fazla zorlanan ve tehdit altında kalan ülkelerden biri haline gelmiştir.

Bugün gerek Suriye’de gerekse ırak ve Yemen’de mevzi kazanan, güç kazanan İran olmuş olsa da Sünni eksen ve Emperyalistlerle tarihsel çatışmada İran saldırıların hedefinde. Yemen’deki çatışma ve müdahaleyle birlikte uluslararası nükleer anlaşma vb de aslında Emperyalistlerin İran’a Yönelik yeni saldırı ve girişimlerin önünü açma manevrasıdır. Bu konuda da asıl olarak Kürt Özgürlük Harekatı üzerinde hesaplarda yapmaktadırlar…

Her zaman karmaşık ve çatışma halinde olan Ortadoğu bugün emperyalist ve uluslararası güçler nezdinde daha içinden çıkılmaz noktaya gelmiştir. Ancak Kürt dinamiği ve KÖH’nin gündemleştirdiği bu çözüm ve projelerle birlikte Rojava ve Kobani direnişi Ortadoğu halkları nezdinde üçüncü bir yol açmıştır. Orhan Yılmazkayacı çizginin 2006’dan beri sürekli vurguladığı gibi dünyadaki çelişki ve çatışmalar Ortadoğu’da yoğunlaştı. Bu ortaya çıkan kaotik ortamdan faydalanmak, KÖH dinamiğiyle birlikte Ortadoğu devrim cephesini geliştirip güçlendirmek özelde ülkemiz genelde Ortadoğu halkları için ortaya çıkan bu momenti iyi değerlendirmek gerekiyor.

Emperyalistlerin böl-yönet-parçala politikalarının odağı olan halkları birbirine kırdırma, birbirine düşmanlaştırma, kurtuluş ve özgürlükçü dinamiklerini köreltme, yok etme politikaları karşısında tüm halkların birlikte özgürce bir arada yaşama perspektifi bugün Ortadoğu’da başarmanın dinamiğini ortaya çıkarmıştır. Bunun için tüm halklar ve devrimci güçler Ortadoğu devrimciliğini ve Ortadoğu devrim cephesini birleştirme tarihsel görevi ile yüz yüzedir. Bu görevden kaçmak, yan çizmek, kendine ve coğrafya halklarına ihanet demektir.

                                                                                                                        16.05.15

                                                                                                                        Şemdin Şimşir

Önceki İçerikNisan Köprusu
Sonraki İçerikSALDIRILARIN SORUMLUSU AKP-RTE DEVLETİDİR!