Suriye gündemi iktidarın dış politika ile içeriyi yönetmesinin aracı olduğundan bu yana iki haftanın değerlendirmesini içeren bir yazı yazıyorsanız Suriye’den başlamak bir gelenek haline geliyor. Bu defa geleneği değiştirelim. Ortadoğu’dan değil, daha doğrusu sadece Ortadoğu’dan değil Uzakdoğu’dan Güneydoğu Asya’ya, Kafkasya’dan İber Yarımadası’na, Kuzey Afrika’dan Güney Amerika’ya isyan eden halkların dünyada ve ülkemizde yarattığı/yaratacağı siyasal etkiden başlayalım.
Üzerine çok yazılıp çizildi ve daha çok da konuşulacaktır. Daha derin bir analiz ve mücadeleye daha çok katkı sağlayacak bir değerlendirmeyi borç olarak kenara koyup hatırlayalım. Ne oldu, neler oluyor?
Irak’ta işsiz üniversite mezunlarının öncülüğünde başlayan isyan “haklarım için protesto ediyorum” mesajlarıyla büyüdü. Iraklılar, “Başbakan ve yozlaşmış parti sistemi değişmeden durmayacağız” diyor. Lübnan’da WhatsApp vergileri üzerine halk sokağa döküldü. Patlama, vergi paketi yüzünden olsa da bunun bardağı taşıran son damla olduğu ve asıl olarak hükümetin yolsuzluklarının ve gelir adaletsizliğinin bu patlamaya neden olduğu söyleniyor. Dünyada en büyük Müslüman nüfusun yaşadığı Endonezya’da yeni ceza kanununda Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’nun zayıflatılmasını, evlilik dışı birliktelik, eşcinsel ilişki, tıbbi zorunluluk dışında kürtaj ve devlet başkanına hakaret gibi eylemlerin de suç kapsamına alınmasını öngören değişiklikler üzerine öğrenci örgütlerinin ve işçi sendikalarının başını çektiği eylemler başladı. Azerbaycan’da artık dünyada standart haline gelen yönetenlerin yolsuzluk ve rüşvet batağına karşı halk sokaklara döküldü. Şili’de eylemler metroya yapılan ulaşım zammına karşı başladı ama çok daha fazlasını isteyerek devam etti. Çünkü Şili halkının da dediği gibi mesele sadece zam değil; zam artı bu iktidar altında geçen 30 sene. Ekvador’da akaryakıt zammına karşı, Katalonya’da siyasal özgürlükler için, Mısır’da Sisi diktatörlüğüne karşı… Son eklenen halka Bolivya oldu. 21. Yüzyıl Sosyalizmi diye adlandırılan Latin Amerika deneyimlerinin görece istikrarlı son örneğinde Morales’in seçimleri tekrar kazanmasının üzerine yapılan ordu ve polis destekli darbe sonrası yerli halklar, belki de bir iç savaşın eşiğinde, bir kez daha sokaklara çıkmaya başladı.
Farklı ülkelerdeki protestolarda en dikkat çeken ortak yön gelir adaletsizliğine, eşitsizliklere, devlet yapısındaki çürümeye, yıllardır ülkeyi yöneten iktidarların yolsuzluğa, rüşvete batmış olmasına, baskıcı yasalara, polis ve ordu ile halkın taleplerinin bastırılmasına duyulan tepki. Hepsi bir sürecin bütün dünyadaki ortak sonuçları. Neoliberalizmin ideologlarının devletin küçülmesi, özgürlüklerin artması diye sundukları büyük yalanlar bir bir gerçeğine kavuştu. Neoliberal kapitalizmin hasadı ortaya çıktı. Her şey meta, herkes işçi, herkes güvencesiz, tüm ihtiyaçlar piyasadan karşılanmalı, “devlet” sermaye birikiminin sürekliliğini sopayla korumalı, meşruiyet boşluğu, rıza üretememe krizi diktatörlerle, faşist iktidar ve liderlerle yabancı düşmanı, kadın düşmanı, dinci… siyasetle doldurulmalı… Fazlası var eksiği yok.
Dünya sokaklarındaki isyanın neoliberal dönemin yeni bir büyük dalgası olduğu söylenebilir. Her seferinde bu hareketler bir öncekine göre kitleselleşiyor, direngenliği artıyor, eylem biçimleri çeşitleniyor. Ancak yine de sistem karşıtı bir alternatif yaratma konusunda yetersizler. Ne istemediklerini biliyoruz peki ne istediklerini? Bugünün sosyalizminin çeşitli ilkelerini, programını direnişin içinde bir öz olarak üretseler de sosyalist bir alternatife yöneldikleri, siyasal iktidar mücadelesine hazırlandıkları söylenemez. Sokağa çıkan halk kitlelerinin enerjisi düzen içi ve çoğu zaman sağ iktidarların gücü eline alması için bir zemin olarak kullanılabiliyor. Kısmi kazanımlar sağlansa da köklü çözümler elde edilemiyor. Pek çok durumda hareketler ordu ve polisten gelen şiddete karşı durabilecek araçları geliştiremiyor ya da uzun zamana yayılıp sönümlenebiliyor. Bu durumu değiştirebilmek için hareketlerin örgütlü olması, parçalı kazanımları değil sistemin kökten değişimini hedefleyen bir program oluşturması, eskiyi yıkıp yeniyi kurma iddiasını taşıması gerekiyor elbette.
Peki, ayağımızı bastığımız topraklarda görünen nedir?
İsyan Türkiye’yi teğet geçmeyecek. Neoliberalizmin çöküntüsü ve onunla simgeleşen AKP’li 17 yıl… Toplum iki kampa bölünmüş… Gelmekte olanı görememek körlük olur.
Gidişatın iyi olmadığını Erdoğan görüyor. Seçim yenilgisinden daha beteri eve dönmeyi reddeden bir sokak hareketidir elbette. İşte bu nedenle iktidarını korumak için başvurmayacağı yol yok. Erdoğan kendini iktidara taşıyan koalisyonu bir arada tutmak için belli ki çeşitli pazarlıklar ve sopa gösterme süreçleri işletiyor.
Son dönemde en işlevli araç savaş. “Barış Pınarı Harekatı”nın AKP’nin oylarını artırdığı, bu ivmeyi korumak gerektiği bizzat AKP yöneticileri tarafından söyleniyor. Bu nedenle Trump’la görüşüp ABD’yle orta yolu bulmak, Rusya ile anlaşarak Suriye topraklarında şimdilik kalabilmeyi sağlamak için çırpınıp duruyor. Son olarak Sabah gazetesinde çıkan bir yazıdan ekonomi hakkında eleştirel konuşmayı yasaklayan bir yasa hazırlığı içinde olduklarını öğrendik. Birkaç gün sonra da Hazine ve Maliye Bakanlığı “Ekonomimiz aleyhine algı oluşturmaya çalışanlar ile terör operasyonunda algı oluşturmaya çalışanlar birbirinden farksızdır. Bakanımız Berat Albayrak’ı hedef alan haberleri yapanlara, aynı şekilde bu yalan ve iftiraları gündemde tutan kişilere karşı gerekli tüm hukuki süreçler başlatılmıştır” açıklamasını yayınladı.
Ekonomi tıkırında değil ve olası hoşnutsuzluklar, eleştiriler, sokak hareketleri oluşmadan önlenmeli. Ekonomiyi halk için iyileştirmek ise hükümetin en son tercihi. Çünkü önce kurtarılması gereken yandaş şirketler var. 2020 yılı bütçesinde 28 milyar lira daha fazla vergi toplamayı hedefliyorlar. Son hazırlanan vergi düzenlemesiyle yüksek gelirliden daha çok vergi alınacağı söylense de düşük gelirliden, asgari ücretliden alınan vergiler düzenlenmediği sürece emekçinin üzerindeki yükün azalmayacağını, daha da artacağını net olarak söyleyebiliriz. Oysa yapılması gereken asgari ücretin tümüyle vergi dışı bırakılması, genel tüketim maddelerindeki KDV’nin sıfırlanması. Bir diğer kriz noktası işsizlik. 5 milyona yaklaşan kayıtlı işsiz sayısı, her ay artıyor. Genç kadın işsizliği oranı Temmuz ayında %33,3’e yükseldi. Borç yükü almış yürümüş. Araştırmalar icra iflas dosyalarının 20 milyonu aştığı ve her gün 7 bin yeni dosya daha eklendiğini söylüyor. Sadece 2016-2018 dönemlerini kapsayan 3 yılda 18 milyona yakın elektrik abonesinin borç yüzünden elektriği kesildi. En zenginle en yoksul arasındaki gelir uçurumu durmadan artıyor. Geçim sıkıntısı zamlarla katlanırken belediye başkanlarının, kurum yöneticilerinin çıkıp maliyet artışlarını gerekçe göstererek, suya, elektriğe yapılan zamlara halkı ikna etmeye çalışması nafile. Çözüm için bulunacak kaynak emekçilerde değil servet sahiplerinde aranmalıdır. Ama biliyoruz; çıkar birlikleri olduğu için bunu yapamazlar.
Bütün bu hazırlıklar, ekonomik gidişatı iyi gösterme gayreti, emperyalistlerin kapısını çalmalar, boşuna değil. Erdoğan’ın sorun çözme kapasitesi iyice sınırlandı. Ve 17 yılda yarattığı çürüme ekonomik krizle birleşince hem iktidarını oluşturan çıkar birliğinde hem de toplumda büyük bir çözülmeye yol açtı.
Son günlerde yaşanan intiharlar üzerinden, nedenlerini, ekonomik sıkıntıların etkisini, haberlerde nasıl yer verilmesi gerektiğini konuşur olduk. Dünya çapında yapılan araştırmalarda işsizlikteki artışla intihar oranlarındaki artışın paralellik gösterdiği, kriz koşullarında erkek intiharlarının arttığı ortaya konulmuş. Peki, tek neden ekonomik midir? Geleceğini planlayamayan, toplumsal kutuplaşmada dışlananlar cephesine düşen, ataerkil rollerin altında ezilen ve aynı zamanda rolüne uygun davranan, aile çözülürken toplum çözülürken kendine bir tutanak bulamayan, çaresizlikten doğan bir eylemden bahsediyoruz. Tüm bu sıralananlar aynı zamanda isyan nedeni değil midir?
Erdoğan’ın gördüğünü elbette yıllardır AKP iktidarına karşı mücadele edenlerin de görüyor olması lazım. Halkın bu çöküşün altında kalmaması için harekete geçmek, gündelik olanı iktidarı yıkacak bir siyasetle birleştirmek gerekiyor. Kriz durumları her zaman hoşnutsuzluk yaratır ama her hoşnutsuzluğun sol bir eyleme dönüşmesi gibi doğrusal sonuçlar olmayabilir. Bu nedenle dünyaya ve Türkiye’deki krize bakıp, isyan çıkacak, sol da onun önünde bayrak sallayacak diye beklemek fazla iyimser bir düşünce olur. Son günlerde artan işçi eylemleri, o eylemleri emek emek örgütleyen devrimciler, sosyalistler, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Dayanışma gününe giderken adliye adliye, ev ev, meydan meydan yaşamlarını savunan, görünmez ağlarla birbirine ulaşan kadınlar, feministler… sadece kendi haklarını savunmuyor. Aynı zamanda olası bir isyanın enerjisini biriktiriyor. Peki, bu parçalı mücadeleler yeterli midir? Elbette değil. Devrimcilerin bütünlüklü bir program ortaya koymasına ve AKP faşizmini yenmek için gerekli donanıma sahip olmasına da ihtiyaç vardır. İsyana hazırlanmak demek biraz da isyanın kendisi olmaktan geçer. Verili durumu değiştirmek, sistemin kriz noktalarında sürekli eylemek, hem kendi koşullarını hem de ülkenin koşullarını zorlamak. Ve tabii ki en önemlisi daha çok örgütlenmek.
Çaresizlik yıkıcı bir duygudur. Bu düzenden beklentin yok ama… Yerine koyacak bir şeyin de yok… Değil! Çaresizliğin yerine isyanı; bu düzenin yerine sosyalizmi koyabiliriz. Şili’de eylemlerin yapıldığı meydana “Haysiyet Meydanı” adını veren halk sadece onuruna değil aynı zamanda ülkesine ve geleceğine de sahip çıkıyor. Hem dünya deneyimlerinden hem Türkiye’de kendi deneyimimizden öğrenerek eskiyi çöpe atacak, yeniyi kuracağız.
14 Kasım 2019
Sendika org