BİZ VE KİTLELER-İŞÇİ SINIFI (1)

Verili koşullar şu soruyu ciddi olarak gündemimize almayı gerektiriyor. Kimleri örgütlüyoruz, örgütleyeceğiz ve nasıl? Yenilginin ruh haliyle her şeyi açıklayacağımız dönemin bitmiş olması gerekir. Sorunlarımızı daha temelden, ideolojik-politik boyutlarıyla ele almamız gerekir. Burjuvazi solu temel sınıfların dışına itmiş ve sol pratiğiyle bunu kabullenmiştir. Sol temel sınıflardan (işçi-köylü) ideolojik, politik, örgütsel anlamda kopmuştur.

Her devrimin temel sorunu kitlelerin örgütlenmesi etrafında düğümlenir. Kitlelerin örgütlenmesi denilince de doğal olarak “nasıl?” sorusu gündeme gelir. Stratejilerin, mücadele biçimlerinin çalışma tarz ve yöntemlerinin tartışıldığı ve sonuçta devrim anlayışlarının farklılıklarının ortaya çıkmasını getiren bu soru, yani “nasıl?” sorusu her dönem yine ülkemiz devrimci hareketinin gündemindedir. (Kimileri farkında olmasa da.)

Bu yazımızda “nasıl” sorusunu tartışmayacağız. Nedeni ise Türkiye devrimci hareketinin ideoloji, politika, örgütlenme ve mücadele boyutlarıyla bu sorunun muhatabı olmaktan oldukça uzak bir konumda olmasıdır. Aslında bugünkü olumsuz manzaranın aşılmasında kilit soru bu “nasıl” sorusudur. Yeniden ve yeniden, bıkmadan, usanmadan -ancak entelektüel polemik düzeyine düşürmeden- bu sorunun cevabı üzerinde tartışılmalıdır. Tartışacağız da…

Ne var ki yukarıda belirttiğimiz manzaradan dolayı önce daha temel bazı noktaların tartışılması gerekiyor. Bu nedenle nasıl sorusunu tartışmadan önce “kimleri” sorusunu tartışmanın daha acil bir sorun olduğunu düşünüyoruz.

Mevcut durum (kitlelerden kopukluk, pragmatizm, sınıfsallığın giderek geri plana düşmesi vb. nedenlerle) bizi böylesine basit ama çok önemli bir sorunu gündeme almaya zorluyor.

Her devrimin temel sorunu kitleleri örgütlemektir. Kimdir bu kitleler? Marx ve Engels kapitalizme karşı mücadele temelinde yeni bir toplumun bir devrimle kurulacağını ifade ederken bu devrimin motor gücünün işçi sınıfı yani emeği ile yaşayan yoksul kitleler olacağını belirtmiştir. İşçi sınıfı kapitalizmle ortaya çıkan ve kapitalizmin mezar kazıcısı olan bir sınıftır. Yeni toplumu (sosyalizm-komünizm) emeğin üretimdeki rolü ile bağrında taşıyordu. Bu nedenle Marksizim işçi sınıfı ideolojisi-bilimi olarak nitelendirilmiştir.

Sovyet devrimi Marks’ın tanımladığı bu işçi sınıfının diğer emekçi sınıflarla (köylülük, küçük burjuvazi) ittifakı temelinde yükselen bir mücadeleyle zafere ulaşmıştır. Sovyet devrimi dışındaki 20. Yüzyıla damgasını vuran bütün devrimlerde, ülkelerin ekonomik sosyal koşullarına bağlı olarak işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin belirleyici bir etkisi vardır.

Bizim İşçi Sınıfı Nerede?

Türkiye’de işçi sınıfı örgütlü müdür? Görünüme bakıldığında örgütlü bir işçi sınıfı vardır. Ancak bunlar neyin örgütlülüğüdür diye sorduğumuzda karşımıza çıkan manzara hiç de iş açıcı değildir. Çünkü işçi sınıfının bugünkü örgütlülükleri politik bir misyona sahip olmadığı gibi var olan haliyle ekonomik demokratik işlevlerini de yerine getirmekten uzak örgütlenmelerdir. Bir takım bağımsız sendikal örgütlenmeleri dışta tutarsak bugün işçi sınıfı örgütlülüğü denildiğinde akla gelen Türk-İş, Hak-İş, Disk gibi konfederasyonlardır.

Sınıfsallığını yitirmiş, burjuvaziye yedeklenmiş bu sendikaların yönlendirdiği işçi kitlelerinin bilinç ve örgütlü mücadele açısından durumları devrimci mücadelenin bugünü ve geleceği konusunda yaygın bir karamsarlığın zemini olmaktadır. Devrimcilerle işçi sınıfı arasındaki kopukluğun en somut göstergesi olan bu durum, bizlerin politik-örgütsel faaliyet noktasında vardığı aşamayı da gösterir. Ve karamsarlığın asıl nedeni (ve kaynağı da) burasıdır. Ancak bu manzara hiçbir zaman bizleri karamsarlığa itmemelidir. Dünya devrimci mücadele tarihinde ilk defa karşılaşılan bir olay değildir. Aynı kopukluğun yaşandığı 1905 devrimi sırasında Lenin’in şu belirlemesi bizim için önemli olmalıdır. “… yığınlarla olan bağlarımız konusundaki yaygın kötümserlik, çoğu kez, (…) burjuva düşünceler için bir paravan görevi görür.” Lenin’in çok yerinde yaptığı bu belirleme, aynı zamanda bizler için bir uyarı olmalıdır. Burada birbirini besleyen ve birbirine dönüşen iki olumsuzluk karşısında bir uyarı vardır. Karamsarlık burjuva düşünceleri besleyip meşrulaştırırken, burjuva düşünceleri karamsarlığı besleyip yay­gınlaştırmaktadır.

Tarih tekerrür etmiyor. Ancak burjuvazinin taktikleri, yılgınlığın ruh hali değişmiyor. 1905’te yığınlarla bağlarımız kopuk diyerek devrimci mücadeleyi tasfiye etmeye çalışan, felsefi idealizmin bataklıklarına savrulan anlayış nasıl burjuva düşünceleri saflarda yaygınlaştırmış ise bugün de aynı gelişmelere tanık oluyoruz. Dün olduğu gibi bugün de en keskin sözlerle bu misyona soyunanların ideoloji-politika noktasında en büyük desteği burjuvaziden görmeleri de tarihsel bir oluş içinde daha da zengin biçim ve yöntemlerle devam ediyor.

Karamsarlık kendine ve geleceğe güvensizliği besleyip yenilgi psikolojisini derinleştirirken asıl etkisini ideolojik-politik alanda gösterir. Umutsuzluğun, güvensizliğin, kararsızlığın egemen olduğu bu ortamda kendine, düşüncelerine yabancılaşma dikkate alınması gereken en önemli ve tehlikeli olgudur. Yabancılaşma, dönüşme ve başkalaşma değildir. Ancak aradaki mesafe de o denli uzun değildir. Bugün solda böyle bir yabancılaşma oldukça ileri boyuttadır ve ipucu olmasının ötesinde, karakteristik özellikler halinde, ideolojide, politikada, örgütlenmede ve mücadele tarz ve yöntemlerinde kendini açıkça ortaya koymaktadır. Burada solun ideolojik-politik yetersizlikleriyle yenilgiden en uç boyutlarda etkilenmesi dikkate alınması gereken bir olgudur. Ancak yenilgiyi bir ruh hali, karakteristik özellik durumuna getirip bunu aşmak yerine her geçen gün beyninin pencerelerini biraz daha açıp burjuva ideolojik etkilenmelerle devrimciliğini devam ettirme gibi boş bir çaba içinde olması politik-sosyal bir paradokstur. Ancak bu paradoks solu (grup ve birey olarak) biraz daha kendine yabancılaştırmaktadır. Kendine giderek yabancılaşan solun (grup ve birey olarak) giderek yaklaştığı noktada ise kollarını açıp onu kucaklamaya hazırlanan burjuvazi vardır.

Verili koşullar şu soruyu ciddi olarak gündemimize almayı gerektiriyor. Kimleri örgütlüyoruz, örgütleyeceğiz ve nasıl? Nasıl sorusunu daha sonra ele alacağımızı belirtmiştik. Kimleri örgütlüyoruz, örgütleyeceğiz sorusunun cevabı ise ortadadır. Yenilginin ruh haliyle her şeyi açıklayacağımız dönemin bitmiş olması gerekir. Sorunlarımızı daha temelden, ideolojik-politik boyutlarıyla ele almamız gerekir. Bu noktada durumumuza baktığımızda burjuvazinin idelojik-politik taktiklerinin sol hareketler nezdinde küçümsenemez bir etkisi olduğunu, en azından solu belirli bir çerçeveye sıkıştırdığını ve ne acıdır ki, solun önemli bir kesiminin de bu sıkışmışlığını, çözümsüzlüğünü (mecburiyetini) Marksist-Leninist ideoloji politika olarak kabullenip öyle de göstermeye çalıştığını gözlemlemekteyiz. Bunu en açık bir biçimde solda egemen hale gelen kitle çizgisinde görebiliriz. Burjuvazi solu temel sınıfların dışına itmiş ve sol pratiğiyle bunu kabullenmiştir. Sol temel sınıflardan (işçi-köylü) ideolojik, politik, örgütsel anlamda kopmuştur. Sola kalan neredeyse ekonomik sosyal yaşamıyla kültürüyle kapitalizmin dışladığı, harcadığı lümpen proletarya da diyebileceğimiz bir kesimdir. Özünde devrimci mücadelenin kazanıp dönüştürmesi ve kalıcı biçimde örgütlemesi gereken ve bu başarıldığında mücadelede belirli bir role sahip olacak olan bu kesim, ne yazık ki sol tarafından var olan haliyle kabullenilmekte ve şu veya bu şekilde bir araya getirilişleri temel kitle örgütlenmeleri olarak görülmektedir.

Bunun dışında gerek emperyalizmin küreselleşme politikalarına bir tepki gerekse de ülkemizdeki Kürt Ulusal Hareketinin yarattığı havadan yararlanmak amacıyla milliyetçilik öne çıkarılmaktadır. Burada mezhep ayrılıklarını veya yılgınlığı temel alan ve özünde sınıfsallığı reddeden çalışmalar üzerinde ayrıca durmaya gerek görmüyoruz.

Özetlersek temel sınıflar içinde bir örgütlenmesi, dahası bu sınıfları örgütlemeyi hedefleyen bir bakışı-politikası olmayan bir sol vardır karşımızda. İşçi sınıfı ise yukarda da belirttiğimiz gibi burjuvazinin sınıfa yabancılaştırmayı temel ilke edinen sendika yöneticilerinin eline terk edilmiştir. Öyle bir noktaya varılmıştır ki sarı sendika diye tanımladığımız örgütlenmenin bile gerisinde bir işçi sınıfı örgütlenmesi ortaya çıkmış, işçi sınıfı politik (sınıfsal) hedeflerinden koparılmıştır. İşçi sınıfı demokratik mücadele platformundan uzaklaştırılmıştır ve dahası işçi sınıfı ekonomik mücadelesini dahi yürütemez, haklarını savunamaz duruma getirilmiştir. Türk-İş, Hak-İş, Disk vb. sendika yönetimlerinin ortaya çıkan bu olumsuzlukta büyük payları olsa da, bu durum devrimcilerin ideolojik-politik sorumluluklarını örtbas edemez, etmemelidir. Çünkü asıl sorumlu ideolojik-politik yetersizliklerimizle, örgütsel acemiliklerimizle bizleriz. Yani devrimcilerdir.

Sorunu devrimci hareket açısından ele aldığımızda yukarda izah ettiğimiz genel manzaranın bir parçası olduğumuz görülmelidir. Her ne kadar genel manzaranın bir parçası olsak da bunun geçici bir olgu olduğunu özellikle vurgulamamız gerekir, çünkü sahip olduğu stratejik çizginin temel hatları, mücadele biçimi, çalışma tarz ve yöntemi açısından devrimci hareket her dönem mücadelenin temel alanlarında kitlelerin talep ve beklentilerine cevap verebilecek bir zenginliğe yaratıcılığa sahiptir ve kitleleri örgütleme dinamiklerini barın­dırmaktadır. Devrimci hareketin tarihi bu konuda oldukça nettir. Ancak sürecin bundan sonrasındaki yönelimini yöntem ve araçlarını doğru saptayabilmek için bu tarihi doğru kavramamız gerekir. Ve bugün bu doğrultuda saflarımızda belirli çarpıklıkların olduğu inkar edilemez. Burada da kendi sorumluluğumuzu ortaya koymak gerekir, çünkü tarihi kavrayamamak esas olarak tarihin yeterince açık ve net anlatılamamasıyla da doğrudan ilgilidir. Ve bizim tarihimizin salt oportünist-reformist anlayışlarla değil, aynı zamanda kendi içimizden çıkan tasfiyecilerin bilinçli çabalarıyla da küçümsenmeyecek ölçüde karartıldığı açıktır. Sorunun bu yönü de dikkate alındığında tarihimizi netleştirme çabasının önemi üzerimizdeki sorumluluğun büyüklüğü daha açık görülecektir.

THKP-C ve kitle çizgisi salt geçmişi anlama açısından değil, geleceği örmek için de kavranmak zorundadır. THKP-C anlayışının işçi sınıfını örgütlemeyi önemsemediği böyle bir yaklaşımı revizyonist-reformist olarak gördüğü doğrultusunda bir saçma görüşün sadece dışımızda değil kendi içimizde de önemli bir yaygınlığa sahip olduğu bilinmektedir. Bu asılsız spekülatif bir düşüncedir. Ancak böyle bir düşüncenin nasıl zemin bulduğu sorusuna cevap vermek gerekir.

Birincisi; bu saçma görüşün temel zeminini THKP-C ideolojisini kavrayamamak oluşturur. Yani sorun bu noktada bilinç sorunudur.

İkinci olarak tarihi iyi bilmemek de bu türden çarpıklıklara zemin hazırlar.

Bir üçüncü olarak ideolojik mücadele adına dışımızdan kaynaklanan çarpıtmalar sayılabilir ki bunların etki derecesi de yukarda belirttiğimiz ilk iki noktaya bağlı olduğu için ayrıca ele almaya gerek görmüyoruz. (en azından bu yazı çerçevesinde)

THKP-C ülkemiz devrimine ilişkin özgün bir strateji geliştirmiştir. Dünyanın ve bu dünyadaki Türkiye’nin ekonomik, siyasal, sosyal koşullarının diyalektik bir anlayışla ele alınması neticesinde oluşturulan bu çizgi her türlü dogmatizmden, taklitçilikten uzaktır. Bu nedenle devrimini gerçekleştirmiş ülkelerin (Sovyet, Çin, Vietnam vb.) kaba bir taklidi olmaktan öteye geçmeyen klasik revizyonist anlayışlarla olsun, dönemin diğer devrimci gruplarıyla olsun büyük farklılıklar içerir. Bu özgünlüğün Marksist-Leninist teorinin yeni yeni okunmaya-kavranmaya başlandığı o dönemin koşullarında anlaşılması zordur. Dahası devrimi kolaycı bir yak­laşımla şablon çıkarmaya indirgeyen anlayışların hedefi de olmak zorundadır. Bütün bunlar THKP-C anlayışını her dönem tartışılan ve çarpıtılan bir noktaya itmiştir. THKP-C anlayışı gerçekten işçi sınıfının örgütlenmesini reddedip devrimde bu sınıfın temel güçlerden biri ve en önemlisi olduğunu görmüyor muydu? Elbette ki böyle bir şey THKP-C anlayışında yoktu ve olamazdı. Tam tersine bütün teorik belirlemelerde işçi sınıfını devrimin temel güçlerinden biri olarak sayıyor ve çeşitli mücadele yöntem ve araçlarıyla örgütlenmesini hedefliyordu.

Ülkemiz devrimini bir başka ülke devriminin şablonu olarak ele alan değişik anlayışların THKP-C’nin işçi sınıfını önemsemediği, örgütlenmesi reddettiği temelindeki çarpıtmaları THKP-C’ye yönelik saldırılarının temeli haline getirirken belli dayanaklar-kanıtlar yaratmayı elbette ihmal etmemişlerdir. 1970’ler koşullarının ideolojik tartışmaları çerçevesinde ifade edilen ve dönemin ekonomik, sosyal yapısını veri alan birtakım belirlemeler çarpıtılarak bu suçlamaların dayanağı haline getirilmek istenmiştir. Bunlardan biri Mahir’in “Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi” yazısında ifade ettiği “Bizim gibi, halk savaşının zorunlu bir durak olduğu ülkelerin devrimci mücadelesinde, köylüler temel güçtür. Proletarya önder güçtür. Ve proletaryanın önderliğinin niteliği ideolojiktir” belirlemesidir.

Oportünizm burada “işçi sınıfının önderliğinin niteliği ideolojiktir” belirlemesini alarak THKP-C’nin işçi sınıfına devrimde fiili bir rol öngörmediğini ve bu nedenle de işçi sınıfını örgütleme diye bir sorunu olmadığını iddia ede gelmiştir.

Bu tespit, işçi sınıfının devrime önderlik etmeyeceğini göstermek için değil, ülkemizde işçi sınıfının önderliğinden Sovyet ayaklanma stratejisinin anlaşılamayacağını belirtmek için yapılmış bir tespittir.

“Bugün ise 20 yıllık bir pratikten sonra THKP-C düşüncesi ve bu düşüncede işçi sınıfının devrimde nasıl bir rol oynayacağı önderlik sorunu açıklığa kavuşmuştur. İşçi sınıfının önderliğinin niteliği ideolojik midir fiili midir diye bir tartışma, bugün için soyut ve gereksiz bir tartışmadır. Artık kimin ayaklanma stratejisini, kimin uzun süreli halk savaşını savunduğu açıktır. Birleşik Devrimci Savaş perspektifiyle yürüyecek halk savaşımızda, bugün için “işçi sınıfının öncülüğünün niteliği ideolojiktir” deyişi ile “işçi sınıfı önder güçtür” deyişi arasında bir fark yoktur.” (Haklıyız Kazanacağız, Sayfa 769-770)

THKP-C klasik anlayışları bir kenara iterek ülkemiz koşullarına uygun mücadele yöntemleri geliştirmiş ve uygulamıştır. Bütün sorun da buradadır. Kitleleri örgütlemek deyince klasik reformist yöntemler dışında başka bir şey düşünemeyen oportünizm THKP-C’nin silahlı propaganda temelinde biçimlendirdiği ve ülkemizin politik, ekonomik, sosyal, kültürel özelliklerine cevap veren mücadele-örgütlenme biçimlerini kavrayamamış sorunu Marksizm’in dogmatik yorumuyla ele almıştır.

Aynı dar bakış açısı saflarımızda da etkili olmuş açıkça ifade edilmese de silahlı mücadele ile işçi sınıfının örgütlenmesi birbiriyle bağdaşmayan çelişkili olgular olarak görülmüştür. Mücadele tarihimizin kaba bir incelenmesi dahi böyle bir anlayışın çarpıklığını ortaya koyacak niteliktedir. Ancak bu tarih Marksist yöntemle ele alınmadığı takdirde bu çarpıklıkları besleyebilir de. Sorunu biraz daha netleştirmek için mücadele tarihimizin belli dönemlerini politik taktik ve örgütsel boyutlarıyla ele almak gerekir.

DEVRİMCİ HAREKET VE KİTLESELLİK

Daha önce belirttiğimiz gibi devrimci hareket tarihi gelişimi içerisinde kitlesellik açısından küçümsenmez bir gelişim göstermiştir. Bu gelişimin temelinde doğru bir stratejik çizgi doğrultusunda yürütülen mücadele ve örgütlenme pratiği vardır.

Tarihsel bir sıralama içerisinde sürecin belli başlı dönem noktalarını ele alırsak bu söylediklerimiz daha da somutlaşacaktır.

1971 devrimci hareketi kolaycı bir yaklaşımla özellikle de bu döneme damgasını vuran önder kişiliklerin durumundan yola çıkılarak bir öğrenci hareketi olarak damgalanmak isten­miştir. Bu döneme damgasını vuran devrimci örgütlenmelerin ideolojik, politik çizgilerinden önce önde gelen kişilerin meslekleri öne çıkarılmış ve sınıfsallık (ideolojik, politik, örgütsel) gözlerden kaçırılmak istenmiştir. Oysa durum yansıtılmak istendiği gibi değildir.

’71 devrimci hareketi ’60 sonrasının oldukça karmaşık ve bir o kadar da hareketli politik, sosyal koşullarında şekillenmiştir. Marksizm-Leninizmle ülkemiz solu arasında ideolojik boyutta en kapsamlı yakınlaşmanın sağlandığı bu dönemin örgütlenmelerinde Marksist-Leninist ilkeler, kimi zaman dogmatizme vardırılsa da titizlikle gözetilmekte ve tüm dünya devrim deneyleri, mücadele süreçleri ayrıntısıyla irdelenmektedir. Elbette ki 71’e damgasını vuran bütün örgütlenmelerin, her konuda başarı sağladıkları söylenemez. Ancak dönemin temel özelliğinin klasik revizyonist, dogmatik gelenekleri kırmak olduğu düşünülürse bu çabaların taşıdıkları eksiklikler ikinci plana düşmektedir. Bu süreçte ortaya çıkan dogmatik ve şabloncu eğilimler, bu sürecin ülkemiz devrimci mücadelesinde yarattığı zenginliği karartamaz.

THKP-C hareketi de bu ortamda şekillenen bir yapıdır. İdeolojik boyutta M-L teoriyi her türlü dogmatik yaklaşımın dışında, ülkemiz devriminin bir rehberi olarak almış ve tezlerini de bu ilkeler doğrultusunda biçimlendirmiştir. Pratik boyutlarıyla ele alındığında 71 devrimci hareketi -her ne kadar öğrenci gençliğin sorunları ve mücadelesi ön plana çıkarılsa da- kitlelerle özellikle de işçi sınıfıyla çok yakın bir bağ içerisinde şekillenmiştir. Ve bu bağ 15-16 Haziran olaylarında İstanbul, İzmit sokaklarında oldukça somut bir şekilde kendini gös­termiştir. Devrimci hareketlerin kitleler, özelde işçi sınıfıyla bağını sendikalarda arayan anlayışların, sokaklarda, barikatlarda kurulan bu bağı ve devrimci niteliğini anlaması mümkün değildir. Ki sonradan 71 devrimci hareketini özel­likle de THKP-C’yi işçi sınıfıyla bağları olmayan bir hareket olarak göstermek isteyenlerle o dönemden itibaren devrimcilerle işçi sınıfı arasında bir uçurum oluşturmaya çalışanların kimlikleri aynıdır.

Özetlersek 71 devrimci hareketinin, özelde THKP-C’nin kitlelerin -işçi sınıfının örgütlenmesine önem vermediği, küçümsediği doğrultusundaki görüşler o dönemden itibaren belli çevrelerin görüşleridir. Ve bir gerçekliği yoktur. Silahlı mücadele ile kitle örgütlenmelerini karşı karşıya getirmek isteyenlerin temelsiz iddialarıdır. Tarihleri boyunca işçi sınıfına sınıfsal bilinç veremeyen, politik mücadelenin belirleyici unsuru haline getiremeyenlerin bu doğrultuda tarihsel bir adımın öncüleri olan 71 devrimci hareketine, özelde THKP-C’ye bu şekilde saldırmaları tarihsel bir trajedi olmanın ötesinde komedidir. (*)

71 sonrası ortaya çıkan sempati ve giderek biçim kazanan sınıfsal bilinçlenme, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi halk tabakalarında ortaya çıkan direnme-hak alma, örgütlenme ve yeni bir toplum-düzen uğrunda mücadele etme isteğinin temelinde, 71 devrimci hareketinin özelde THKP-C’nin yürüttüğü politik mücadelenin etkisi belirleyicidir. Devrimci politikanın kitle kuyrukçuluğu değil kitlelerin talep ve beklentileri karşısında politika üretebilme ve bunu örgütlü bir biçimde yaşama geçirme olduğunu 12 Mart sonrası koşullar daha açık biçimde ortaya koymuştur.

12 Mart sonrası Türkiye koşulları 71 devrimci hareketinin yarattığı devrimci bilinç ve sempatiyle belirlenmiştir demek abartı olmayacaktır. Gerçekten 12 Mart sonrasında gençlikte, köylülerde, memur ve aydın kesiminde olsun, işçi sınıfında olsun 71 devrimci hareketinin etkisi oldukça büyüktür. Bu etkinin, düşünce ve örgütlenme planında yansımalarını ortaya çıkarması süre gerektirmez. Toplumun her kesiminde düzene karşı bir muhalefet ve bu muhalefetini dile getirmenin bir aracı olarak örgütlenme çabaları hiçbir dö­nemde olmadığı kadar yüksektir bu dönemde.

Bu manzara öncelikle oligarşiyi, hem de büyük çapta, korkutmuştur. Çünkü hayatın her alanında kendini ortaya koyan uyanış oligarşiyi, sömürü ve baskı düzenini temellerinden tehdit etmektedir.

Oligarşi bu gelişim karşısında iki yanlı bir politika geliştirmiştir. Politikanın birinci yönü 71 hareketinin yarattığı bu gelişimi dengeleyip düzen sınırları içine çekmek, ikinci yönü ise ezerek sindirmektir. Bu politikanın birinci yönüne cevap veren uygulamaların odağına CHP, ikinci odağa ise polis, jandarma vb. resmi güçlerin yanı sıra faşist hareket, MHP yerleştirilmiştir.

CHP’nin oynadığı misyon 73 seçimlerinden itibaren biliniyor. Bu konuda özellikle başarılı olduğu söylenebilir. Ancak mücadelenin keskinleşmesine paralel olarak CHP’nin bu misyonu ezilen halkların gözünde giderek somutlaşmış ve ibre tersine dönmeye başlamıştır. 80’li yıllara gelindiğinde CHP’nin neredeyse bütün yerel teşkilatları, kitlesi devrimci örgütlenmelerle yakın organik ilişkiler içerisindedir.

MHP ise 50’li yıllardan itibaren ABD emperyalizmi tarafından örgütlenen kontr-gerillanın sivil uzantısı misyonunu yüklenmiştir. 60’lardan itibaren değişik biçimlerde örgütlenen (komünizmle mücadele dernekleri vb.) bu sivil uzantı, Türkeş yönetiminde bir siyasi parti haline getirilmiştir. 12 Mart sonrası MHP’ye yüklenen misyon (**) gelişen ve giderek güçlenen düzen karşıtı, devrimci dalganın önünde set olmak dağıtmaktır. Bu misyona uygun olarak ezilen halklara ve devrimcilere karşı her türlü insanlık dışı saldırıyı gerçekleştirmişlerdir. Sayısı binlerle ifade edilebilecek her kesimden (işçi, köylü, memur, kadın, çocuk, ihtiyarlar) ilerici, devrimci, yurtsever insan bu katillerin gerçekleştirdikleri katliamlarda, saldı­rılarda alçakça katledilmiştir.

Oligarşinin böylesine çok yönlü politikalarla düzeni tehdit eden devrimci gelişime saldırması dönemin devrimcilerine tarihsel görevler yüklemiştir. 71 hareketinin mirası üzerinde yükselen dönemin devrimci yapılanmalarının bütünüyle bu tarihsel misyonu kavradığını söyleyemeyiz. Ancak yine de herkesin eksikleri, hataları ile belli bir çaba içinde olduğunu ifade etmek gerekir. Elbette ki şu söylediklerimiz, politikalarıyla daha olumlu gelişmelerin önünü tıkayanlar açısından bir kayıt taşır. Onların tarih karşısında önemli bir sorumlulukları vardı ve bu sorumluluğu hala boyunlarında taşımaktadırlar.

Devrimci hareket açısından ise, sorun başından itibaren doğru tespit edilmiştir. Ve bu tespit doğrultusunda politik, taktik, örgütsel adımlar atılmıştır. Oligarşi kitlelerin devrimci uyanışını sahte umutlarla ve kanla bastırmak istiyordu. O halde temel politika bunu boşa çıkaracak bir mücadele hattının oluşturulmasıydı. Kitleler sahte umutlar noktasında aydınlatılmalı ve oligarşinin sivil ve resmi güçlerle yürüttüğü, ezme ve sindirme politikaları karşısında aktif bir savunma hattı kurulmalıydı. Bu iki görev birbirinden ayrılamazdı.

Oligarşinin politikaları kendi içinde oldukça ince taktikler barındırıyordu. Bunlardan en önemlisi işçi sınıfını sokaktan uzak tutmaya çalışması ve buna özel dikkat göstermesiydi. Bu politikada en önemli yardımcıları ise bir kısım sendikaların yöneticileriydi.

Kitleler fabrikalarda iş yerlerinde değil öncelikle evlerinde-mahallelerinde, okullarda teslim alınmak istenmiştir. Okullar (üniversiteler) başlangıçtan itibaren oligarşi açısından büyük önem taşımıştır. Çünkü öğrenci gençlik aydın karakteri ve bilinciyle düzene karşı bir muhalefet olmasının ötesinde bu muhalefeti yaymanın, örgütleyip güçlendirmenin manivelası oluyordu.

Mahalli bölgeler ise 12 Mart sonrasında devrimci mücadelede önem kazanmış bir alandı. Emekçi halk kitlelerinin yoğun biçimde yaşadığı bu alanlar gerek oligarşinin hedefi olması yanıyla gerekse de devrimcilerin örgütleme çalışmaları nedeniyle öne çıkan bu alan bugün de devrimci hareketler açısından bir çalışma, örgütlenme alanıdır. Ancak 12 Eylül öncesi durumuyla bugünkü durumu arasında göz ardı edilemeyecek farklar vardır. Bunlar görülmediğinde bu alanlardaki örgütlenme çalışmalarının beklenen sonucu vermesi mümkün değildir.

Mahalli alanların 12 Mart sonrası bu denli öne çıkmasında yukarda belirttiğimiz gibi oligarşinin işçi, emekçi sınıfları evinde, mahallelerde sindirme taktiğinin ve devrimcilerin buna karşı bir mücadeleyi örgütleme çabalarının belirleyici etkisi vardır. Oligarşi sorunu fabrikalarda değil mahallelerde çözmek istemiştir. Devrimciler ise halk kitlelerinin düzenle çelişkisini en keskin biçimlerde yüze vurduğu bu alanlara genel örgütlenme çalışmalarında haklı olarak önemli bir rol yüklemiştir. Gerek işçilerle gerekse de toplumun ezilen tabakalarıyla doğrudan ilişkinin en kolay kurulabildiği bu alanların önemli, stratejik denilebilecek bir özelliği daha vardı ki gerek oligarşi gerek devrimciler bunu bütün politika ve taktiklerinde göz önüne almışlardır. Mahalli bölgeler büyük şehirleri tamamıyla kuşatan, giriş çıkışını denetleyen mevzilerdi. Bu mevzilerin ele geçirilmesi mücadelenin ilerleyen aşamalarında tayin edici bir rol oynayacaktır. Her iki taraf da bunun farkındaydı ve oligarşi resmi sivil güçleriyle bu alanlara yüklenirken devrimci harekette bu alanlara özellikle başlan­gıçta önemli ölçüde kadro aktarımında bulunmuş belli bir süre sonra da mahalli bölgeler kendine yeten çalışma alanları durumuna gelmiştir. Özetlersek mahalli bölgeler 12 Eylül öncesinde mücadele, örgütlenme ve hedefleriyle devrimci mücadelenin odağını oluşturmuştur.

Bugün ise mahalli bölgeler politik bilinciyle, kültürel yapısıyla ve daha birçok özelliği ile farklılaşmıştır. Bu farklılık devrimci literatüre dahi yansımış Mahalli bölgeler deyimi terk edilip varoşlar deyimi kullanılmaya başlanmıştır. 12 Eylül öncesinin devrimcilere sempatinin, düzen değiştirme özleminin belirlediği mahalli bölgelerinin yerine mezhepçiliğin, hemşehriciliğin belirlediği varoşlar geçmiştir. 12 Eylül’ün pastadan pay kapma, köşe dönme kültürünü, politik-ahlaki yozlaşmayı yayma çabaları, mahalli bölgelerde değişik şekillerde ifadesini bulmuş ve kendine özgü bir varoş kültürü yaratmıştır.

Bu dönemde işçi sınıfının durumuna gelince. Sürecin başında tüm ezilen halk kesimlerinde olduğu gibi işçi sınıfı içinde de 71 devrimci hareketinin yarattığı büyük bir potansiyel vardır. Bu potansiyel çeşitli eylem ve direniş biçimleriyle kendini ortaya koymaktadır. Grevlerin, direnişlerin oldukça yaygın ve radikal taleplerle gerçekleştiği bu dönemde devrimci gençlik hemen tüm direniş ve grevlerde işçi sınıfıyla omuz omuzadır. 71 devrimci hareketini ideo­lojik, politik boyutlarıyla işçi sınıfına taşıyan devrimci gençlik grev ve direniş alanlarına sokulmaz hatta ihbar edilir, polise teslim edilir vb. işçi sınıfının devrimci potansiyelinin önü kesilmek istenmektedir. Bu engellemelerin yanında anti-faşist mücadelenin giderek yükselmesi mahalli bölgelerin ön plana çıkması işçi sınıfı içinde örgütlenme çalışmalarını ikinci plana düşürür. Ve işçi sınıfının en ileri kesimini temsil eden DİSK içinde TKP-CHP politikaları yukardan egemen hale gelir. TKP ve CHP kimi zaman zıtlaşarak da olsa işçi sınıfını ezilen halkının gündeminden koparıp kendi politik örgütsel gündemlerine mahkum etme konusunda epey adım atarlar. Bu politikaların sonucu 12 Eylül’ü tevekkülle karşılayan bir işçi sınıfı ve sıkıyönetim komutanlık önünde teslim olma kuyrukları yaratan işçi sınıfı önderleridir (sendikacılar).

BUGÜNKÜ DURUM VE GÖREVLERİMİZ

Devrimci örgütlenmelerin merkezlerinde dünyaya mücadeleye bakışlarında “dönüşümler” yaratan 12 Eylül yenilgisi kitlelerin bilincinde de önemli tahribatlar yaratmıştır. Kitleleri bireyleştirip sürüleştiren 12 Eylül politikalarının sağladığı başarı ve yarattığı sonuçlar bugün kitlelerin yaşam tarzlarıyla, kafa yapılarıyla politik, kültürel tercihleriyle ele alınıp ayrıntılı şekilde tahlil edilmesini, yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir.

Yaşam hiçbir zaman teoride, kitaplarda anlatıldığı gibi değildir. Hele ki insan… çok daha karmaşıktır. Bu nedenle kitleleri örgütleme amacıyla yola çıkanların öncelikle tüm klasik tanımları-çerçeveleri bir tarafa bırakması gerekir. Ve bugün 12 Eylül presinden geçmiş bir Türkiye’de bu daha da kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Elbette ezilen halk kitlelerinin tümüne yönelik bir örgütlenme çalışmamız olmalıdır. Ancak burada kendi içinde öncelikler belirlemek, bu doğrultuda bir program çıkarmak zorundayız. Gündemin sürüklenen bir parçası değil, belirleyen olmalıyız. Bunun yolu da kitlelerle daha sıkı ve örgütlü bağlar oluşturmaktan örgütlü kitle gücüyle gündeme müdahale etmekten geçiyor. Bu da kitleleri tanımadan gerçekleştirilemez.

Gençlik (özellikle öğrenci gençlik) aydın özellikleriyle, dinamizmi, atılganlığı ve özverisiyle her dönem olduğu gibi bugün de örgütlenmemiz gereken bir alandır. Gençliğin özellikle başlangıç dönemlerinde bir kadro kaynağı olduğu hiçbir dönem unutulmamalıdır.

Mahalli alanlar yukarda belirttiğimiz üzere geçmişle karşılaştırıldığında önemli farklılıklar taşısa da hala önem vermemiz ve kalıcı örgütlenmeler yaratmamız gereken bir alandır. Farklılıklar ne denli büyük olursa olsun barındırdığı işçi, emekçi unsurlarıyla genci, yaşlısı, kadınıyla bir bütün olarak hala bizim olan insanlarımızla ve taşıdığı stratejik önemiyle, mezheplere, tarikatlara, diskocu veya Müslüm Babacılara bırakamayacağımız bu alandaki çalışmalara özel bir önem verilmelidir.

İşçi sınıfı da bugün 12 Eylül öncesine bakıldığında oldukça farklı bir manzaraya sahiptir. Özellikle 28 Şubat sonrası bu manzara daha düzen yanlısı renklerin ağır bastığı bir hal almıştır. İşçi sınıfı bir yandan TÜRK-İŞ gibi sarı, DİSK gibi reformist sendikalar aracılığıyla düzenin savunuculuğuna zorlanırken diğer yandan HAK-İŞ vb. gibi gerici faşist örgütlenmeler aracılığıyla sömürü ve baskı düzeninin kölesi, kulu durumuna getirilmek istenmektedir. Bu manzarada devrimci renkler yoktur. Tüm bu olumsuzlukların yanında devrimin temel ve motor gücü dediğimiz (***) işçi sınıfını örgütleme konusunda var olan ilgisizlik, programsızlık, politikasızlık bizler açısından asıl kaygı verici olgudur. Devrimciler özel olarak devrimci hareket, işçi sınıfını örgütlemek bu doğrultuda bir programa sahip olmak zorundadır.

Burjuvazinin ve sendika yönetimlerini işgal eden işbirlikçilerinin tüm engellemelerine karşın devrimciler önemli avantajlara sahiptir. Düzenin işçi sınıfına layık gördüğü ekonomik, sosyal yaşamın yarattığı çelişkilerin keskinliğinden, bugün kopartılmak istense de ekonomik yönü her ne kadar ağır basıyorsa da- sahip olunan mücadele geleneğine; ne kadar büyük olumsuzluklar taşısa da bir örgütlülük içinde bulunmalarına kadar uzatabileceğimiz birçok avantaj sayılabilir. Bütün bunlar işçi sınıfını devrimci örgütlenme ve mücadeleye oldukça yatkın bir duruma getiren özelliklerdir. Diğer yandan işçi sınıfı içerisinde yapılacak çalışmaların gerek birey, gerekse örgütlenme boyutuyla sınıfsal bilincin, ilkeli-tutarlı davranışların gelişip güçlenmesinde önemli etkileri olacaktır. Var olan çarpıklıkların (içimizde-dışımızda) yıkılması yine bu alanda yapılacak faaliyetle doğrudan ilgilidir. Pratiğin öğreti­ciliğine güvenmemiz gerekir.

Keza bugün bir örgütlenme geleneğine sahip olan memur kesimi de örgütlenme çalışmalarına önem vermemiz gereken bir alandır. Memur yaftası altında sömürünün, baskının katmerli biçimini yaşayan bu kesim, yıllar boyu devlet adına halkın karşısına çıkarılmasının yaratıp geliştirdiği küçük burjuva özelliklerine karşın devrimci mücadelede belli bir rol üstlenmek zorundadır. Bu ise ancak bu kesimin sınıfsal bir ideoloji, politika çerçevesinde örgütlü hale getirilmesiyle mümkündür.

Sonuç olarak devrim kitlelerin eseri olacaktır diyorsak başta işçi sınıfı olmak üzere düzenle çelişkisi olan tüm halk, sınıf ve tabakaları örgütlemek ve mücadelenin vazgeçilmez unsurları haline getirmek zorundayız. “Nasıl?” sorusunun cevabı ise başka bir yazının konusu olmalıdır.

Dipnotlar:

(*) Burada bir noktayı vurgulamak gerekiyor. Çünkü oportünist-reformist anlayışların bilinçli çabaları dışında saflarımızda da THKP-C örgütlenmesi silahlı eylem timleri biçiminde kavranmakta ve bütün THKP-C birkaç timden oluşan grupların toplamına indirgenmektedir. Oysa THKP-C bunlardan ibaret değildir ve olmamıştır. Fabrikalarda, mahallelerde küçük burjuva aydın çevrelerinde belli örgütlenmelere sahiptir. Yenilen darbeler sonrası ortaya çıkan sapmanın (Yusuf, Münir) kitle örgütlenmeleriyle silahlı mücadele arasındaki bağı koparması ise ayrıcı bu çarpık kavrayışları derinleştiren bir olgu olarak tarihte yerini almıştır.

(**) MHP 12 Mart öncesinde bu misyonun gereğini yerine getirmeye başlamıştır. Devrimcilerin olduğu her yerde MHP’li katiller görevlerinin başındadır.

(***) Ülkemizde köylüler de devrimin temel güçlerindendir. Ve örgütlenmesi kaçınılmaz bir görevdir. Ancak yazımızın esas konusu işçi sınıfının örgütlenmesi noktasında ortaya çıkan çarpık anlayışlar olduğundan bu konuya şimdilik girmiyoruz. Ancak şu anda bugünden belirtmemiz gerekir. Köylülük şehirleşmenin bugünkü boyutunu kapitalizm kırlardaki gelişim çizgisine ve özelde Kürt Ulusal Hareketinin yarattığı gelişim ve bugün izlediği çizgiye karşın Kürt ve Türk yoksul köylüler devrimimizin temel güçlerinden biri olmaya devam etmektedir.

  • 15.16 Haziran başkaldırısının yıl dönümü vesilesiyle belgelerde güncelik açısında bu yazıyı yayınlıyoruz. Bazı değişimler olsa da tarihsellik ve perspektif açısında günceliğini korumaktadır…
Önceki İçerikİsviçre’de binlerce kadın greve gitti
Sonraki İçerikNasıl ve ne yapmalıyız