Faşizm yaşadığı kriz ve çıkmaz karşısında çırpınıyor ve daha da saldırganlaşıyor. Bu, kendi koyduğu yasalarını yine kendilerinin çiğnemesini gündeme getiriyor. Çünkü faşizm için çıkarı neyse yasada odur, o yasalar göre davranmaz kendi icraatı için yasa yapar…
Biliyoruz ki haklarımıza karşı bugünde yürütülen bu saldırı ilk olmadığı gibi sonda olmayacak. Bunu biliyoruz. Ne yapmamız gerektiğini de. Zulme, yoksulluğa, sefalete ve baskılara karşı ayakta kalmanın tek yolu direnmek, yaşamın her alanında örgütlenmek, radikal bir mücadele hattı oluşturmaktır. Çünkü zulüm ve faşizm karşısında halkların mücadele ve zaferler tarihi dişe diş, can bedeli mücadeleyle yazılıdır.
Tarih boyunca kan dökücülük, zulüm, işkence, baskı, sömürü kapitalist sistem ve onun faşist diktatörlüğünün özünde vardır. Egemenliklerini çoğunluğun gücüne ve düşüncelerine karşı sürdürmek isteyen azınlıklar şiddet yöntemlerini sistematik biçimde uygulayacak bir araca yani devlet dediğimiz aygıta gereksinim duymuşlardır.
Kaba çerçevesiyle insanlık tarihinde ezen ezilen çelişkisi ortaya çıktığından beri egemen sınıfın baskı aygıtı olan devlet egemen sınıflara karşı gelişen her harekete düşünceye şiddetle saldırmış ve ne pahasına olursa olsun onu yok etmek istemiştir. Sonuçta egemenlerin zoru tarihsel gelişimi durduramamış tarihin ileriye dönük değişim ve dönüşümünü engelleyememişse de bu gelişimin hızında ivme kaybına yol açmayı hatta kimi zaman mücadeleyi uzun süre durgunluğa hapsetmeyi başarmıştır. Bu yanıyla ister doğrudan uygulanmış olsun isterse “aba altından sopa göstermek” biçiminde olsun egemenlerin zoru toplumsal gelişmeyi durdurmayı yok etmeyi hedefler.
Ancak şunu da hemen eklemeliyiz ki nasıl fizikte etki tepkiyi doğurursa toplumsal mücadelede de şiddet karşı-şiddeti doğurur. Sınıflı toplumlar tarihinde egemenlerin zoru (ezilenlerin savaşımını örgütlülüğünü bir süre için engellemişde olsa) uzun erimde ezilen çoğunluğun karşı-şiddetini engelleyememiştir.
Aynı araçlara ve aynı yöntemlere sahip olmasada ezilenlerin şiddeti ezenlerin egemenliğini yıkmayı başarmıştır. Toplumlar tarihinin diyalektiğidir bu.
Sınıfsız toplumu kurma gerçek anlamda eşitliğe, özgürlüğe ulaşma dolayısıyla sınıflar çatışmasından doğan devletide ortadan kaldırma mücadelesi veren Marksist- Leninistlere karşı uygulanan baskı, zor, işkence ve katliamların tarihi araç ve yöntemleri değişsede sınıf ayrımalarının başlangıcına kadar uzanır.
Burjuvazi devrimci güçlere karşı uyguladığı baskı ve şiddeti köle sahiplerinden, derebeylerden miras almıştır. Köleleri öldürme özgürlüğü̈ Ortaçağ barbarlığının korku salan işkence ve katletme yöntemlerine oradada halk hareketlerini imha için her yolu kullanma özgürlüğüne toplama kamplarının gaz odalarında ve fırınlarında insanları topluca imha etme ve tek bir bombayla yüz binlerce insanı bir kentle birlikte yok etme “hakkına kısacası kendisinden başka hiç kimseye yaşam hakkı tanımama “uygarlığına devrolunmuştur.
Burjuvazi kendi öncülleri olan köle sahiplerin ve derebeylerin günahlarının taşıyıcısı olduğu gibi şiddet kullanımında onları çok çok geride bırakmıştır. “Çağdaş” dünyanın olanaklarını ve bilimi insanlığı yok etmede kullanım açısından burjuvazinin “deha” sına hiçbir diyecek yoktur!
Bu konuda Türkiye oligarşisi de sınıf daşlarından geri kalmamıştır. Bugün hala üç kıtada at koşturmuş olmaktan Viyana kapılarından Bağdat kapısına, Kuzey Afrika ve Yemen çöllerinden Kırım’a akın düzenlenme fetihçiliğini karakterize eden tarihsel olayları tekrar tekrar anlatmaktan şövence bir tat alan Türkiye oligarşisi böylelikle katliamcı Osmanlı derebeyliğine de sahip çıkmış oluyor. O Osmanlı ki, “eşitlikçi” Şeyh Bedrettin hareketini, Babalar Ayaklanmasını ve diğer isyan hareketlerini on binlerce köylüyü katlederek boğmuştur. Osmanlı’nın, 19.yüzyılda ulusal devlet kurma peşinde koşan Bulgar, Yunan, Ermeni, Pontus, Süryani, Kürt, vb. yurtseverlerine karşı işlediği suçlarının sürgünlerle, soykırımla halkları eritme politikaların bugün işbirlikçi Türkiye faşist iktidarı yürümektedir.
Osmanlı saraylarının “devletin varlığı için kardeşin kardeşi katli vaciptir” ilkelliğini 21.yüzyılın savunabilen işbirlikçi burjuvazinin tarihi katliam suçlarıyla doludur.
Bağımsızlık savaşı sırasında Sovyet halklarından maddi-manevi destek ve yardım gören Kemalistlerin daha savaş içerisindeyken komünistleri imhaya yönelmeleri M. Kemal’in emriyle hazırlanan oyunda Mustafa SUPHI ve 15 yoldaşının Karadeniz’de boğdurulması rakip olarak görülen Çerkez Ethem’in Yeşil Ordu’sunun imha planlarıyla dağıtılması oligarşinin devraldığı mirasın birer parçasıdır.
Emperyalizmin işgaline karşı Türk ve Kürt halkının desteğine gereksinim duyan Kemalistlerin, Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra silahlarını Türk ve Kürt emekçilerine yönelttiler. İnkar ve zulüm karşısında olanlarca Kürt isyanı katliam ve soykırımla bastırdığı gibi Kürt halkı teslim alınınarak asimilasyona tabi tutuldu. Bugünde özerklik vaat ettikleri Kürtlerin soykırımına gidilmesi burjuvazinin sahip çıktığı tarihin somut gerçekleridir. Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon politikası katmerleşerek, yoğunluğu her geçen gün yayılarak, artarak sürüyor.
Kurtuluş Savaşı süresince “kardeşlerimiz” denen Kürtlere verilen özerklik vaatlerinin unutulması üzerine başlayan onlarca Kürt ayaklanmasının yüz binlerce insanın katledilerek bastırılması Türkiye burjuvazisinin tarihinin en kanlı sayfalarını oluşturmaktadır.
Bu miras üzerinde kendisini sürdüren oligarşi her dönem gelişen sınıflar mücadelesi ve hak talepleri karşısında yeni katliamlara girişmeye yöneltti. Kimi zaman devletin resmi güçleri eliyle kimi zaman da gerici ve faşist güçleri maşa olarak kullanarak katliamlarına yenilerini ekledi.
‘Kanlı Pazar’da gericileri, “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi”, “6.Filo Defol” diye haykıran devrimci kitlenin üzerine saldırtan oligarşi, “din elden gidiyor” naraları altında gerici-faşist güruhu her fırsatta ilericilerin, devrimcilerin üzerine saldırttı ırkçılığı, şovenizmi körükledi.
İşçi-emekçi, farklı halklara ve azınlıklara düşmanı politikalar, 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde 1 Mayıs 1977’de 36 kişinin katledilmesi, yüzlerce insanın yaralanması ile sürdürülmüştür. Bu katliamlar bir geleneğin devam ettirilmesidir.
Elli yıldır icazet sınırında gelişmeye çalışan Sol’un geleneğini düzen alternatifi bir mücadele çizgisinde açmaya yönelen silahlı devrim cephesini yok etmeyi birincil hedef olarak önüne koyan 12 Mart askeri faşist cuntası da burjuvazinin cinayetlerine yenilerini ekledi. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamıyla Sol’un prestijini silmeyi amaçlayan cuntanın planlarını bozmak üzere harekete geçen THKP-C önderlerinin Kızıldere’de katledilmeleri bu planın bir parçası ise de Kızıldere bir manifesto olmuş oligarşi hedefine ulaşamamıştır. 12 Mart sonrasında Kızıldere manifestosunu yaşatan mücadeleyi daha doğmadan boğmak için sivil faşist “beslemeler” halkın ve devrimcilerin üstüne saldırtılmıştır. Sivil ve resmi faşist güçlerin halka karşı açtığı savaşta tek tek cinayetlerle sonuca gidemeyeceğini anlayan faşist hareket kitlesel öldürmelere yönelmiştir. Kahvehanelere, fabrika ve okul çıkışlarına pusu kuran devlet destekli sivil faşist cinayet şebekelerinin katliamları Elâzığ ve Malatya denemelerinden sonra 1 Mayıs 77’de Taksim’in kana bulanmasıyla yeni bir boyut kazandı. Ve bunlara 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi öğrencilerine, 24 Aralık 78’de Maraş halkına yönelen vahşi saldırılar, Sivas’ta, Çorum’da “yeni Maraş’lar yaratma” denemeleri eklendi.
Katliamlardan ve katliam denemelerinden hiçbir sonuç alamayanlar çareyi 12 Eylül’de buldular. 12 Eylül askeri faşist cuntası sivil faşist terörün görevini devralarak katliam defterini idam sehpalarında, işkence hanelerde, cezaevlerinde, dağda, sokakta süren “insan avı” ile doldurdu. Ancak şiddette sınır tanımayan 12 Eylül̈ faşizmi karşısında gerek işkence hanelerde ve cezaevlerinde gerekse sınıf savaşının diğer alanlarında örnek direnişler, direniş geleneği yaratıldı.
12 Eylül sonrası yeniden hareketlenen sınıflar mücadelesi ve yükselen Kürt özgürlük hareketi karşısında egemen sınıf geleneğini bozmayarak yargısız infazlar, gözaltı kayıpları ve Kürdistanda insanlık dişi her türlü vahşeti ve katliamı uygulamakta geri kalmadı. Bugünde, 19 Aralık zindan, Maraş ve Roboski katliamlarının yıl dönümünde olduğumuz 2020 Aralık ayindeyiz. Faşist devleti bu katliamcı terör yüzünü ülke dışına taşımış, Rojava`dan, Libya ya, Karadağ’a, Irak Kürdistan`ina atalarında miras aldığı katliamciliğini sürdürüyor.
Sisteminin sıkışmışlığı ve içinde oldukları derin kriz karşısında bugünde devrimci mücadelenin yükselişinden toplumsal muhalefetin patlayacağı korkusunda ve Kürt halkının direnişi karşısında telaşa kapılan faşizminin korkusu baskı, terör yöntemine daha sıkı sarılarak kurtulma çabasında. 19 Aralık’ta Zindanlarda, 24 Aralık’ta Maraş’ta ve Roboski’de faşizmin gerçekleştirdiği saldırı katliamlar geçmişten bugüne oligarşinin katliamlarının en kanlı ve vahşice olanları arasındadır.
Emekçi halkın ve devrimcilerin belleğinde tazeliğini koruyan bu katliamlar faşizmin baskı, terör ve katliam politikasının doruk noktasıdır. Ülkeyi yönetemez duruma gelen faşizim bu politikayla halkımızın düzene yönelik mücadelesini engelleyebileceğini sanıyor. Ama yanıldılar yanılıyorlar. Yanılgısı halkın haklı mücadelesinin dur durak bilmez gelişimi olmuştu.
Şimdi önümüzde duran görev, yeni Zindan katliamları, Maraş’ların, Roboski’lerin bir daha yaşanmaması için daha güçlü ve örgütlü bir mücadele hattının geliştirilip pekiştirilmesidir.
Devrimciler yıllardır söylüyor: Ülkemizde ki cinayetlerin, soykırımların katliamların, sabotajın, provokasyon eyleminin arkasında devlet tarafından örgütlenen kontrgerilla ve onun açık kolu MHP var. Yani devletin ta kendisi var. Bugüne kadar resmi yetkililerin tüm inkâr ve gizleme çabalarına rağmen, bugün artık ülkeyi onlar yönetiyor ve bu tüm çıplaklığıyla ortada.
Faşizm halk düşmanlarına duyduğumuz kin ve nefret sonsuzdur. Halkımıza karşı yaptıkları işkence, baskı ve zulümleri artık saklayamıyorlar. Onların şiddetine karşı devrimci şiddetin daha yaygın ve daha yoğun bir şekilde örgütlendirilmesi daha büyük bir önem kazanıyor. Hayatin her alanında onların giderek derinleşen çözümsüzlüklerini derinleştirecek mücadeleyi örgütlemek, halka karşı açılan savaşın karşısına her türlü mücadele yöntemiyle çıkmak gerekiyor.
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada karşılarında kabul edenler, boyun eğenleri değil, her koşulda direnen mücadele edenleri bulacaklar…
16 Aralık 2020