“Geleceğin umudunun kadında yattığına inanıyorum:
Onurlandırılan kadın, kültürlü kadın, özgür kadın.
Yasa kisvesi altında kadınların aşağılanması,
aç bırakılması, ya da alınıp satılması imkânsız kılınmadıkça,
İngiltere’de gerçek bir ahlâk mümkün olmayacak.”[2]
Hemen belirteyim; sosyalistlerle feministler arasında, -örneğin 70’li yıllarda yaptığımıza benzer- bir polemik sürdürmenin yararlı olduğunu düşünmüyorum. Birkaç nedenden ötürü…
Bu tartışmanın alevlendiği 1970’li yıllarda, aramızdaki görüş farklılığı bir hayli yalındı. Kabaca: Kadınların ezilmişliğinin sınıflı toplum ve onun hâl-i hazırdaki biçimi olan kapitalizmden kaynaklandığını, kadının kurtuluşunun ancak sınıfların ortadan kalkmasıyla mümkün olabileceğini savunan sosyalistler ve kadınları ezenlerin erkekler olduğu ve erkeklerin bu eşitsiz ilişkiden fayda devşirdiklerini savunan, bu nedenle de sosyalist devrimin (ya da herhangi bir sosyal devrimin) kadınların kurtuluşuyla bir ilişkisi olmadığını öne süren feministler…
70, 80 ve 90’lı yıllardaki hararetli tartışmalar, her iki taraf arasında melezleşme ya da tepkimelerin de sonucu, özellikle feminizm içinde kendi adıma, takipte zorlandığım varyantlara yol açtı: liberal, radikal, Marksist, sosyalist, maddeci, kültürel, etnik (Siyah, yerli, Kürt vb.), dinsel (İslâmî, Hıristiyan vb.) ekolojik, postmodern, kesişimsel, queer, küresel feminizm(ler), güç feminizmi…
Bu çeşitlenme feminizmi “kadınların kurtuluşu” gibi topyekûn bir tasarımın tarafı olmaktan çıkarmış, ya da kendi varyantları arasında tartışmaya kodlamıştı. Bu durumda, feminizmi (eski deyişle “efradına cami, ağyarına mani” bir) “tanımlama” girişimi onu “cinsiyetlerin toplumsal, iktisadi ve siyasal eşitliği inancı” (Oxford sözlüğü) gibi gayet genel ve geniş bir spektrum içinde ele alabilecektir ancak.
Bu işin bir yanı… Ama dahası da var. Batı ülkelerinde feminist hareketin kadınlara sağladığı bir dizi kazanımdan söz edilebilir. Kürtaj hakkından, aile içi şiddetin ciddi yaptırımlara konu olmasına, kadınların siyasal temsilindeki artıştan istihdamda cinsiyet temelli ayrımcılığın yasaklanmasına, kadınların hükümetlerde, şirket yönetimlerinde, uluslararası kurumların idari kademelerinde, ordularda, kiliselerde emsali görülmemiş varlığına dek pek çok kazanım, hiç kuşku yok ki feminist mücadelelerin ve büyük ölçüde de feminizmin anaakımlaşmasının sonucu.
Gerçekten de, Batı dünyasında feminizm, özellikle de “güçlendirme feminizmi” başlığıyla sistem tarafından temellük edilme sürecinde[3] anaakımlaşarak, üniversite rektörü, IMF direktörü, Dünya Bankası yönetim kurulu üyesi, medya patronu, Devlet başkanı ya da başkan adayı gibi “güçlü” pozisyonlardaki kadınlar şahsında etkili sözcüler buldu. Meslek sahibi kadınların oluşturdukları lobiler yasama ve yürütme organları, Çokuluslu şirketler ya da uluslararası finans kurumları, BM vb. nezdinde girişimlerde bulunarak kadınlar lehine karar ve uygulamalara zorluyorlar. Öyle ki, Avrupalı neo-faşist partiler dahi, “sokaklarda kadınlar için tehdit oluşturan Müslüman göçmenler/ kadın düşmanı İslâm” retoriğiyle, “kadınları tacizci/tecavüzcü yabancılardan korumak” adına, Sara R. Farris’in “femo-milliyetçilik” adını verdiği bir çeşit feminizmi sahiplenmek zorunda kalıyor, “anaakıma yaklaşarak, “pro-feminist” iklimden oy devşirebilmek adına.[4] Ya da, ABD emperyalizminin Irak’a, Afganistan’a müdahaleleri “kadın haklarını savunmak” kisvesiyle meşrulaştırılabiliyor.
Bu durumun iki türlü sonucu var: Öncelikle feminizmin “getiriler”i kadınlar arasında “eşitsiz” pay edilmekte. IMF’nin mevcut başkanı Kristalina Georgieva ile eski IMF başkanlarından Dominique Strauss-Kahn’ın otelde tecavüze yeltendiği Gineli kat görevlisi kadının nasibine düşenler arasında dağlar kadar fark var, örneğin… Batı’nın orta ve üst sınıf kadınları, ancak dadılardan, ev hizmetlilerinden, aşçılardan vb. oluşan bir “kadın paryalar” ordusunun (ki bu “ordu”nun personeli Batı dünyasında genellikle en düşük ücretli, en güvencesiz, en yıpratıcı işlere razı göçmen kadınlardan devşirilmekte) varlığı sayesinde zorlayabiliyorlar “cam tavan”ları…
Bununla bağlantılı olarak ikincisi ise, “güçlüler”in feminizminin bu “başrol” performansının, neoliberal politikaların küresel olarak kadınların büyük bölümünü “güçsüzleştirdiği”ni perdelemesi. Gerçekten de, 1980’li yıllardan bu yana küresel ölçekte uygulanan iktisadi ve mali politikalar tarihsel olarak “en kırılganlar” arasında yer alan kadınların konumlarını daha da gerilere itti. Üretim maliyetlerinin asgarileştirilmesi, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve kârın azamileştirilmesi saiki ile neoliberalizm hem ulusal hem de küresel ölçekte alt katmanlardan yukarılara muazzam bir servet aktarımı gerçekleştirmekte. Bunu, emekçilerin, kadınların, etnik azınlıkların, işsizlerin, çocukların, engellilerin, yaşlıların, yoksul ülkelerin paylarını daha da kısarak, örneğin kitlesel işten çıkarmalar, sosyal harcamalardan kısıntılar, özelleştirmeler, borçlandırma yoluyla yoksul ülkelerin kaynaklarına elkoymalar, vekalet savaşları, doğanın metalaştırılması… vb. yollarla yapıyor.
Bu kalemde, kadınların büyük bölümünün durumu, daha da kötürümleşmekte. “Zarif” bir tanımlama olarak “istihdamın esnekleştirilmesi”, ya da “home-office”, “outsourcing” gibi terimler, her seferinde daha düşük ücretli, daha güvencesiz ve daha yıpratıcı çalışma koşulları anlamına geliyor, özellikle de kadınlar için.
Çünkü BM verilerine göre dünyada 25-54 yaş arası kadınların ancak yüzde 63.3’ü işgücüne dahil olabiliyor; bu oran erkeklerde yüzde 91.9.[5] Oysa “işgücüne dahil” olsun, olmasın, yani ücretli veya gelir getiren bir işte çalışsın, çalışmasın; kadınlar çalışıyorlar. Çoğunlukla ücretsiz aile işçisi olarak… ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre tüm dünyada günde 16.4 milyar saat ücretsiz bakım işlerinde harcanıyor. Ve 15 yaş üstü kadınların bedelsiz olarak gerçekleştirdikleri bu iş(ler)in, eğer ücretlendirilseydi yılda 10.8 trilyon dolardan fazla bir miktara denk düşeceği hesaplanıyor![6] Parmaklarını kıpırdatmaksızın devletlerin ve/veya patronların cebine akan muazzam bir “yeniden üretim” bedeli… Ama gelin bunun tartışılmasını biraz ileriye bırakıp devam edelim…
Yine dünya ölçeğinde kadınların ücretleri erkeklere oranla yüzde 20 daha düşük. 2023 yılında dünyada herhangi bir sosyal güvenceden yararlanmayan kadın sayısı, 2 milyar olarak hesaplandı. Aşırı yoksulluk sınırı altında yaşayan kadınların oranıysa yüzde 9.8. Bir başka deyişle yeryüzünde her on kadından biri, aşırı yoksulluk sınırı altında yaşıyor, ya da, günde 2.15 dolardan daha düşük bir gelir elde ediyor. Aşırı yoksulluk sınırı altında yaşayan kadınların sayısı erkeklerden 24.3 milyon daha fazla. Bu kadınların büyük çoğunluğunun aynı zamanda çocuklarını da beslemek zorunda olduğu düşünüldüğünde, tablonun vahameti daha da katmerleniyor. “Bu eğilim sürdükçe kadınlar ve kız çocukları arasında aşırı yoksulluğa son vermek için 137 yıl gerekecektir,” diyor BM kaynakları…
Bunlar sadece kadınların gelirine ilişkin verilerden bazıları. Sağlık[7], eğitim, siyaset, şiddet[8], yasal mevzuat[9] çevre vb. alanlarda kadınların büyük çoğunluğunun karşı karşıya olduğu olanaksızlık, ayırımcılık ve eşitsizlikler göz önünde bulundurulduğunda, tablo daha da vahimleşiyor…
Ancak kadınların dünya yoksulları, açları, işsizleri, şiddet mağdurları, karar alma mekanizmalarından dışlananları… vb. arasındaki bu orantısız varlığı, bir başka tartışma başlığını taşıyor gündeme: kadınların eşitsiz konumundan söz edeceksek, bu eşitsizliğin içine yerleştiği daha geniş çerçeveden, yeryüzündeki gelir, servet, refah eşitsizliğinden (ve tabii ki bunun nedenlerinden) söz etmemiz gerekiyor – tabii eğer eşitlikten “yoksullukta/yoksunlukta eşitlik”i kastetmiyorsak. Bir başka deyişle BM kurumlarının (ya da DB, IMF, OECD vb. neoliberalizmin türküsünü söyleyen uluslararası kuruluşların) ima ettiği üzere, açlık-yoksulluk sınırı altında yaşayan, okur-yazar olmayan, besin güvenliğinden yoksun, sağlık hizmetlerine ya da hijyen koşullarına erişemedikleri için tedavi edilebilir hastalıklardan yaşamını yitiren kadın-erkek sayısının eşitlenmesi, “kadınların kurtuluşu” anlamına gelmez. Bu nedenledir ki günümüzde “kadın-erkek eşitliği”ni tartışmak, her zamankinden fazla küresel gelir dağılımındaki eşitlik, ya da bir başka deyişle, eşitsizliklerin kaynağı olan kapitalist sistemin tasfiyesi hedefini öngerektiriyor…
Bu nedenlerledir ki, sosyalistlerle feministler arasında bir polemik sürdürmenin artık çok anlamlı olduğunu düşünmediğimi söylüyorum. Hele ki, kapitalist sistemin 1980’li yıllardan bu yana saplandığı neoliberal cehennemin yarattığı yıkım tablosundan zarar görmeden sıyrılabilmek için neo-faşizmi yedeklediği şu ortamda… Trump’ların, Modi’lerin, Orban’ların, Erdoğan’ların gündemden düşmediği, neo-faşist partilerin Batı Avrupa seçimlerinde iktidarı zorladıkları koşullarda kadınların “kazanımları”nın da hiç de sanıldığı gibi “ebedi” olmadığı ortaya çıkarken… Örneğin kürtaj hakkının tartışmaya girdiği, “toplumsal cinsiyet” kavramının neredeyse yasaklandığı, LGBTI’lerin günah keçisi ilan edildiği, kadın cinayetlerinin tırmandığı bir iklimde… Sosyalistler kendi gündemlerini, feministler kendi gündemlerini izleyip kendi mücadelelerini sürdürmeleri, talepler örtüştüğünde bir araya gelip ayrıştığında birbirini çelmelemeden kendi yollarına devam etmelerinde yarar olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde sosyalistlerin, feministlerin, çevrecilerin ve kapitalizmden zarar gören tüm kesimlerden aktivistlerin olabildiğince kitlesel olarak örgütlenmeleri ve itirazlarını her türden eylemle haykırmaları, bu dünyayı değiştirme mücadelesine katkı sağlar…
Bu nedenledir ki konuşmamın geri kalanında, kadınların kurtuluşu için de en geçerli yol olduğunu düşündüğüm sosyalizm ya da daha kesin bir deyişle Marksizm’in kadınların mücadelesine getirilerinin neler olduğunu ifade etmeye ayırmak istiyorum.[10]
Bunu da kadın hareketinin kapsayıcı bir sloganından (“Emeğimiz, Bedenimiz, Kimliğimiz Bizim!”) hareketle üç alanda, emek, beden ve kimlik alanlarında yapmaya çalışacağım.
“Emeğimiz Bizim!”
Marksizm’in kadınların kurtuluşu sorunsalıyla en doğrudan ilişkilendirildiği alan, hiç kuşku yok ki “kadın emeği” alanı. Kapitalizmin kadın-erkek eşitsizliği tarihinin (buna “ataerki tarihi” de diyebiliriz[11]) getirilerini temellük ederek kârın azamileştirilmesi hedefi doğrultusunda yeniden biçimlendirdiği alanlardan biridir, kadınların düşük ücretli, düşük vasıflı, kırılgan işlerde/sektörlerde yoğunlaşması. Bu, kadınların (ve de çocukların) yığınsal olarak üretime çekildiği Sanayi Devrimi başlarında olduğu kadar, pandemiyle birlikte evde(n) çalışmanın -özellikle beyaz yakalılar için- neredeyse bir standart hâline getirildiği günümüz için de geçerlidir. Vitrindeki “anchor-woman”ların, IMF direktörlerinin, kadın CEO’ların, devlet başkanlarının vb. anlattığı ne olursa olsun, günümüzde kadın istihdamının büyük bölümü, tarlada değilse eğer, market/fast-food tezgâhları, maquiladora’lar, ev-ofisler, çağrı merkezleri, merdivenaltı atölyeleri, sekreter masaları, banka kontuarları, ev hizmetleri vb. işlerde gerçekleşmektedir… Bu işler genellikle bezdiricidir, yaratıcılıktan yoksundur, kişinin kendini “önemli” hissetmesini sağlayacak veçhelerden yoksundur. Ve kadın işgücünün daha ucuz olması, kapitalist sistem açısından “ballı” bir kâr kapısıdır. Ama o kadar değil.
Çünkü kadın işgücü, yalnızca ücretli emekten ibaret değildir. Kapitalizm de salt bir “işyeri ilişkisi” değildir. Durum bundan daha karmaşık…
Kadın emeğinin özgül niteliğini kavrayabilmek için, üretim süreci açısından kritik önem taşıyan bir kavramsal ayırıma dikkat etmeliyiz: Üretim ile yeniden üretim.
“Üretim”in Marksist literatürdeki tanımı az çok bilinir: insanların temel gereksinimlerini karşılamak üzere, doğal malzemeleri önceden tasarlayarak (yani bilinçli biçimde) giriştikleri kolektif faaliyet… Bir bütün oluşturan üretim-tüketim (ya da “yeniden üretim”) sürecinin görünür yüzü… Ama üretim, bir “imalat” sürecinden ibaret değildir. Zorunlu olarak yeniden üretimi de içerir; yani iktisadi faaliyetin gerçekleşebilmesi için gerekli olan koşulların sürekli yeniden yaratıldığı süreç. Karl Marx’a göre ise toplumun hem maddi, hem de toplumsal düzlemde kendini yeniden yarattığı süreç…
Bir başka deyişle, kendi gereksinimlerini karşılamak, ya da piyasada mübadeleye sokmak için üretim yapan toplum üyelerinin çalışma güçlerini ertesi gün toparlayabilmek için bu gücü yeniden üretmeleri gerekir: yemek yiyecek, dinlenecek, uyuyacak, temizlenecek, içinde yaşadıkları konutu yaşanılabilir hâlde tutmak için gereken işleri yapacaklar, ulaşım araçlarından yararlanacaklar, üretim araçlarının bakım-onarımını gerçekleştirecekler vb.dir.
Bu da yetmez, geleceğin üreticilerini yani yeni kuşakları üretecek (üreme), onları bağımsız davranabilir yaşa gelene dek yetiştirecek, gereksinimlerini karşılayacak, eğitecekler; dahası toplumu bir arada tutan ideolojileri formüle edip yayacaklardır.
Bir başka deyişle yeniden üretim biyolojik üremeden yiyeceklerin hazırlanmasına, sağlık koşullarının sürdürülmesine, hanenin temizliğinin sağlanmasından giyeceklerin onarımına, bilgi ve tekniklerin gelecek kuşaklara aktarılmasından toplumun sürdürümünü sağlayan ideolojik mekanizmalara…işgücünün (ve toplumun) sürdürümünü sağlayacak biyolojik ve toplumsal süreçlerdir…
Kapitalizm, tarih boyunca aynı mekân içinde, bir arada yürütülen bu iki süreci ayrıştırdı. Üretimi hane dışına çekip yüzlerce, binlerce kişinin çalıştığı fabrikalara taşırken, tüketim/ yeniden üretim (kısmen yerel yönetimler ve kamu kuruluşları tarafından sağlansa da) büyük ölçüde hane/ aile içinde, kadınlar tarafından karşılanmaktadır.
Aslına bakarsanız, kadınların “evrensel” diyebileceğimiz madunluklarının nedeni tam da burada yatar: üretimci faaliyetlere katılsınlar katılmasınlar, yeniden üretimle neredeyse tek başlarına yükümlendirilmiş olmaları… Ve yeniden üretimin gerçekleştiği aile/haneye ait bir varlık sayılagelmeleri…
Kapitalist sistemin, kadınların üretimci faaliyetlerini “ucuza kapattığı”nı yukarıda belirtmiştim. “Yeniden üretim” ise bedavadır! Kadınlar herhangi bir ücret talep etmeyi akıllarından geçirmeden yemek, temizlik, ütü yapar, bulaşık-çamaşır yıkar, doğurur, çocuklara, yaşlılara bakar, belki haneye su taşır, bahçede sebze-meyve yetiştirir, koyuna, ineğe, tavuğa bakar… Az önce de belirttiğim gibi, ücretlendirilse 10.8 trilyon dolardan fazla tutacak bir emek sürecini sistem bedavadan temellük etmektedir…
“Esnek çalışma” adı altında güzellenen ve pandemi sonrasında yaygınlaşan evde(n) çalışma, bu durumu daha da vurgulu hâle getirdi… Çoğunluğu kadın olan beyaz yakalılar, evde, internet başında çalışırken, patronlarını ofis masraflarından (kira, aydınlatma, ısıtma, stopaj, temizlik, yemek vb.) kurtarmanın ve bunları kendilerinin üstlenmesinin yanısıra, çoğunlukla internet giderlerini de ceplerinden ödüyor, kendileri bir çıplak ücretle yetinmek durumunda kalıyorlar. Evde, ev işleri ve çocuklarla daha rahat ilgilenebilmek adına! Yani ucuza üretip, bedavaya yeniden üretiyorlar!
“Bu durumda ev işlerinin ücretlendirilmesi ve bu hizmetlerden doğrudan yararlanan kocanın, ya da kadın veya erkek, emekçilerin işgücü maliyetini böylelikle bir hayli düşüren kapitalistin, ya da kadınların gerçekleştirdikleri yeniden üretim sayesinde büyük bir mali yükten kurtulan devletin bu ücreti ödemesi doğru olmaz mı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Böylesi bir ödeme, kadınları yaşam boyu domestik işlere mahkûm kılmak anlamına gelecektir. Hane içinde alışveriş, yemek hazırlama, bulaşık yıkama, halı silme, sökük dikme, temizlik-ütü, çocuklar, yaşlılar arasına sıkışmış bir hayat, ücret karşılığında da olsa, domestik köleliktir; kadınların sanatla, felsefeyle, siyasetle, kültürel faaliyetlerle, velhasıl benliğini zenginleştirecek, kendini donanımlı kılacak işlerle uğraşmasına zaman bırakmaz. Sadece (eğer devlet ya da patron tarafından ödeniyorsa) aile bütçesini biraz ferahlatabilir belki, tabii kadınların yaşamlarının ebediyen daralması pahasına… Koca tarafından ödenecekse… iş daha da vahim. Zaten gerilim yüklü bir ilişkiye bir de “işçi-işveren” ilişkisini eklemleyecek, “Yemek neden ısınmamış?” zorbalığına “sana bu iş için para veriyorum, yemek neden sıcak değil?” dayatmasını katacaktır.
Bu bakımdan, kadınların yeniden üretimci faaliyetlerinin (ya da domestik emeğin) ücretlendirilmesi sosyalistlerin talebi olamaz. Sosyalistlerin talebi ve hedefi, ta Ekim Devrimi’nden beri bellidir: Ev işlerinin kolektivizasyonu ve cinsiyet ayırımı gözetilmeksizin tüm katılımcılar tarafından gerçekleştirilmesi…[12]
“Bedenimiz Bizim!”
Kadın, bağımsız bir bireyden çok bir “aile varlığı”[13] olarak algılandığı ölçüde bedeni kendisinden çok koca, içinde yer aldığı akraba grubu, ya da devletin tasarruf alanı olarak görülür. Toplumların pek çoğunda o beden üzerindeki sıkı denetim, nesebin “sahihliği”nin, bir başka deyişle kocanın ailesinden gelen mülklerin, kocadan olduğu garantili olan bir (erkek) evlada devredilmesinin güvencesidir. Kocanın ya da koca tarafının sadakatsiz bedeni cezalandırma hakkı vardır: kadın cinayetlerinin “töre ya da namus cinayetleri” adı altında yakın zaman öncesine dek ceza indirimlerinden yararlanabilmesi, bundan kaynaklanır. Ortadoğu’nun (Türkiye dahil) aşiret toplumlarında “sadakatsiz”, ya da “namusu kirlenmiş” kadınların aile meclislerinin aldığı kararla infaz edilmesi kadın bedenleri üzerinde ölüm kalım hakkı dahil, sınırsız bu eril ve kolektif tasarruf yetkisine işaret eder. Kadın bedenleri üzerindeki bu kolektif tasarrufa bir başka örnek, kimi Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde yaygın olan, ve kadının cinsel ilişkiden haz almamasını sağlayarak “kaçamak” ilişkilerin önünü kesmek olan “kadın sünneti”dir.[14]
Ama kadın bedenleri üzerindeki bu eril denetim yetkisi, Ortadoğu ya da İslâm’a özgü bir uygulama değil. İngiltere’de (1840’larda) yargıçlar kocalara karılarını dövme ve “zalimce davranmadığı sürece hapsetme” yetkisini vermekteydi örneğin, ya da Almanya’da kocanın karısına karşı zor kullanması, 1900’e kadar yasaldı…
Bugün dünyada ve Türkiye’de pervasızca işlenen kadın cinayetleri, yasalar ne derse desin, bu “hak”kın ataerkil zihniyette süregeldiğinin bir göstergesidir: kadını bağımsız, özgür, bedensel bütünlüğü üzerinde söz ve yetki sahibi bir birey olarak gör(e)meme hâli…
Kadınların bedenlerine eril müdahale, öldürme ya da fiziksel olarak cezalandırma “hak”kından ibaret değil, kuşkusuz. Taciz-tecavüz de ataerkil tarihin karanlık dehlizlerinden beslenen ve kendini “üstün cinsiyet” olarak görmeye şartlandırılmış eril narsizmin kendinde “hak” gördüğü fiillerdir. Erkek üstündür, çünkü fiziksel olarak daha güçlüdür. Erkek üstündür, çünkü duygularının denetiminde olan kadınların aksine, akılcıdır. Erkek üstündür, çünkü dinler böyle buyurmaktadır. Erkek üstündür, çünkü kadın ve çocukların geçimini o temin eder. Erkek üstündür, çünkü biyolojik bir veri olan doğurma yetisi, kadının hareket yetisini sınırlandırarak onu erkeğe bağımlı kılar. Erkek üstündür, çünkü kadının birincil görevi analık ve ev işleridir…
Kadınların çoğunun içselleştirdiği (ya da etiket olarak içselleştirmiş gözüktüğü), kuşaktan kuşağa aktarılan bu “üstünlük” iddiasının sonuçlarının sınırlarını çizmek zor… Hindistan’da bir cezalandırma yöntemi olarak toplu tecavüz, Afganistan’da parklarda dolaşmanın, yanında bir erkek refakatçi olmadan sokağa çıkmalarının yasaklanması, İran’da saçı gözükenlerin cezaevine konulması, ABD’de küçücük yaşında “zevk adaları”nda zengin, nüfuz sahibi, yaşlı erkeklere ikram edilme, Batı dünyasında göçmenler, sığınmacılar, yoksullar, insan ticaretinin kurbanları olarak metropollerin arka sokaklarında bedenlerinin pazarlanması[15]…
Yeri gelmişken “avant-gard”/ alternatif çevrelerde zaman zaman dile getirilen, “seks işçiliği”nin de “hizmet sektörü” çerçevesinde bir “iş” sayılması ve çalışma yasalarında yer alan iş tanımlarıyla eşit bir mevzuata tabi olması taleplerinden de söz etmeli…
Bir kız çocuğu doktor, mühendis, hâkim, öğretmen… vb. olmayı düşleyebilir. Yoksul bir aileden geliyorsa, eğitim alamamışsa, iş bulacak pistonu yoksa, overlokçuluğa, tezgâhtarlığa, çağrı merkezinde çalışmaya… razı olabilir. Ama hiçbir kız çocuğu, hiçbir kadın, “doktor olamadım, bari ekmeğimi günde 10-15 kez (haydi bu sayıyı “toplu sözleşme”yle 5-6’yla sınırlandırdınız diyelim!) hiç tanımadığım erkeklerin koynuna girip onların cinsel fantezilerini karşılayarak kazanayım,” diye düşünemez. Fuhuş seçilerek, ya da tercihle girişilen bir “iş kolu” değildir. Gerisinde ya zorlama (kaçırılma, küçük yaşta uğranılan tecavüz ya da ebeveyn şiddeti, hile, borçlandırma, uyuşturucu bağımlılığı, vb ) ya da derin bir yoksulluk/çaresizlik vardır. Bir kadının, her gün çok sayıda tanımadığı, arzulamadığı erkekle cinsel ilişki kurmak zorunda bırakılmasını “hizmet sektörü/ işçilik, özgürlük vb.” vb. cilayla “normalleştirmek”, kadınların bedenlerini cinsel metaya indirgenmesine destek vermektir.
Sosyalistlerin böyle bir talebi olamaz. Sosyalistlerin talebi ve vaadi, kadınların hiçbir maddi, toplumsal, kültürel, dinsel baskı altında kalmadan, bedenlerinin sorumluluğunu kendi özgür iradeleriyle, kendi üzerlerine almalarıdır. Bunun olanaklarını sağlamak, kadınların, (Aleksandra Kollontai’ın deyişiyle) “bir erkeğin desteğine gereksinim duymadan kendi ayakları üzerinde durabileceği” iktisadi, siyasal, toplumsal, kültürel koşulları yaratmaktır. İki yetişkin arasında rızaya dayalı her türlü ilişki, sosyalist denetim mekanizmalarının ilgi alanının dışındadır, yeter ki “rıza” özgür iradeye dayanıyor olsun…
Özetle, erkek(ler)in kadın(lar)ın bedenlerini diledikleri gibi tasarruf edebileceklerine (töre-namus cinayetlerinden fuhuşa) dair yerleşik kanaatin kökleri, kadınları eşitsiz ve hiyerarşik bir konuma yerleştiren “mülkiyet” olgusu ile başgöstermiş, bu kanaat dinler ve sınıfsal ahlak kavrayışıyla kökleşmiş, ve kadınların madun konumunu devasa bir sömürü aracına dönüştüren kapitalizm tarafından temellük edilmiştir…
“Kimliğimiz Bizim!”
Kimlik, baskı ve ayırımcılığa maruz kalan (ya da kaldığını düşünen) kişilerin bireysel ya da kolektif/toplumsal olarak kamusal alanda tanınma ve kendilerini ifade edebilme taleplerine mündemiçtir.
Bireysel dedim, kadınların “hükmi şahsiyeti” binlerce yıl boyunca kitaplı dinler ve yakın zaman öncesine dek de medeni yasalar tarafından gölgelenmişti. Kadınlar “aile varlıkları” olarak görünmez kılınmış, bağımsız bir gelir elde etme, veraset, yer değiştirme, aile konutunu seçme, çalışma, sözleşme imzalama vb. baba ya da kocanın iznine tabi işlemler olarak kayıtlanmış, yükseköğrenim görme, seçme-seçilme vb. haklarından yoksun bırakılmışlardı. Evli bir kadın kocasının “bayan” hâliydi yalnızca, “Bayan Abuzer Sakallıoğlu”, “Abuzer Sakallıoğlu” isimli erkeğin karısına gönderme yapan bir tanımlamaydı.
Birinci kuşak feministler, Batı dünyasında bu durumun değişmesi için zorlu mücadeleler verdiler, büyük ölçüde başarılı da oldular. Kadınlar, bireysel kimliklerini kamusal alanda ifade yetisine kavuştu, kamusal yaşama dâhil olmanın önündeki yasal engeller kaldırıldı.
Ama kadınların toplumsal temsilleri, hâlen sorunlu bir alan: bu istisnasız her kadının, hiçbir hukuksal ya da fiili engelle karşılamaksızın her düzlemde karar alma mekanizmalarına katılabilmesini gerektiriyor. Ancak böylesi bir katılım, yasal düzenlemeler, kota benzeri uygulamalar vb. ile çözümlenebilir değil. Çünkü katılım yalnızca yasalarla engellenmiyor. Bugün siyasal katılımın önünde yapısal ve sınıfsal engeller var.
Öncelikle katılımın belirli bir yaşa gelmiş yurttaşların birkaç yılda bir sandığa gidip oy vermesi olarak tanımlanmaktan çıkartılması gerekiyor. Seçeneklerin sayısı sermaye medyası tarafından belirlenmiş bir kayıkçı dövüşünde taraf olmak ne katılımcılıktır, ne de demokrasi. Seçmenlere seçilenleri denetleme, onlar üzerinde baskı uygulama, geri çağırma hakkı tanımayan, ve de seçilmişe seçenler üzerinde (iktisadi-siyasal-toplumsal) “güç” sağlayan bir seçim sistemi, “katılımcı” olarak nitelenemez.
Sosyalistler açısından katılım, ancak her bir bireyin dönüşümlü olarak, birbiriyle bağıntılı, birbirini etkileyen bir dizi karar alma mekanizmasının (yerel, bölgesel, mesleki, ulusal, sendikal, siyasal, mesleki örgütler) tüm kademelerinde yer alma hakkına sahip olmasıyla ete kemiğe bürünür. Bu, örneğin köylü, kadın, işçi, çevre vb. örgütlerinin hem kendilerine hem de ülke yönetimine ilişkin kararlarda söz sahibi olması anlamına gelir. Mahalle yönetiminden devlet yönetimine giden yol, her bireye açık olmalıdır. Sosyalistlerin kaygısı, bu alanda kadınların önüne dikilen her türlü engelin kaldırılmasıdır: eğitim yetersizliğinin, ev işleri ve çocuklara ayrılan ekstra zamanın yıpratıcılığının, toplumsal yaşama katılma yolundaki tüm önyargı ve engellerin, tüm hayatı yalnızca ekmeğini kazanma uğraşına indirgeyen, dolayısıyla da yoksulların “politikayla uğraşması”nı bir “lüks” hâline getiren, onları sadece “en fazlasını vaat eden” demagoglara mahkum kılan eşitsizliklerin giderilmesi… V. İ. Lenin’in “Devrim, kadının mutfaktan çıkıp ülke yönetmesidir,”[16] sözlerinin anlamı budur.
Karar alma mekanizmalarına ayırımsız herkesin katılım hakkını güvence altına almakla sosyalizm, kimlik vurgularının temelinde yatan iktisadi-siyasal-toplumsal eşitsizlikleri tasfiye edip fark(lılık)ları sömürü ve tahakküm değil, zenginlik kaynağına dönüştürmeyi hedefler.
* * *
Buraya kadar söylediklerimden, sosyalizmin “dışarıdan gelen bir kurtarıcı” gibi bir yerlerden çıkagelip kadınları (ya da işçileri, emekçileri, ezilenleri, sömürülenleri…) “kurtaracağı” gibi bir izlenim ortaya çıkmamıştır, umarım.
Hayır, sosyalizm gökten zembille inmez… İthal de edilemez. Onu kuracak olan, ücretli kölelik düzenine karşı başkaldıran işçiler, kapitalist sistemin topraklarına, sularına, havalarına el koyup kendilerini açlığa mahkûm kılmasına “Hayır!” diyen köylüler, kentlerin varoşlarında, günübirlik iş buldukça boğaz tokluğuna çalışan, ama yine de sefalet içinde yaşamak durumunda kalan ve buna itiraz eden yoksullar, sefalet ücretleri karşılığında pamuk, fındık, tütün toplamaya gittikleri yerlerde ırkçı saldırıların hedefi olmaktan bezmiş mevsimlik Kürt işçiler, hangi okulu bitirirlerse bitirsin, nüfuzlu bir “dayı”sı yoksa işsizliğe ya da moto-kuryeliğe, süpermarkette tezgâhtarlığa mahkûm olacağını bilen gençler, tezgâhta, atölyede, evde, günde 15-16 saat çalışarak yaşamını tüketen, hergün üçü-beşi eril şiddete kurban giden ve “başka bir hayatın mümkün” olduğunu düşleyen kadınlar… Velhasıl bu coğrafyanın “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” yaşama özlemindeki ezilenleri, sömürülenleridir… Onlar özgür ve eşit bir yaşam için mücadelelerinde hem kendilerini, hem birbirlerini, hem de hayatı değiştirecek.
Bunun en canlı örneği, “Beyaz Türkler”in bir zamanlar “toplumun en gerileri” sayıp kurtarmak için “evlatlık” edindiği, “okuma-yazma, biçki-dikiş” öğretmek için hayır dernekleri kurduğu, “başlık parasına alınıp satılan, 7-8 yaşında evlendirilen, aile meclislerinde katline karar verilen” Kürt kadınlar değil mi? Cinsel-ulusal-sınıfsal kurtuluş mücadelesi onları nasıl değiştirdi, dünyayı değiştirme kavgasının öznesi hâline getirdi, öne çıkardı? Bir zamanlar Kürt kadınların “makus talihleri”ne ah-vah edenler, şimdi Kürt kadın siyasetçiler, yazarlar, sanatçılar, insan hakları savunucularına diş bileyip onları “seks kölesi yapamadıkları”na hayıflanıyorlar, öyle değil mi?
Evet, baskıya, tahakküme, sömürüye karşı verilen mücadeledir, kadınlarla erkeklerin, Türklerle Kürtlerin, Alevîlerle Sünnîlerin, Müslümanlarla gayrımüslimlerin, “Tanrı, paşa, bey, ağa, sultan”ları tarihin çöp tenekesine atıp, uçsuz bucaksız, eşit ve özgür bir kardeşlik sofrasında, ekmeğini, suyunu paylaşacağı günlerin müjdecisi…
SİBEL ÖZBUDUN
N O T L A R
[1] Dibistana Marksîst Lı Amedê (Amed’de Marksist Okul)’nin 3 Kasım 2024 tarihinde Amed’de düzenlediği Amed’de Marksizm Günleri sempozyumuna sunulan tebliğ… Rojnameya Newroz, Kasım 2024…
[2] Robert Blatchford, Dora B. Montefiore’nin Some Words to Socialist Women broşürüne önsözden (1907).
[3] Bkz. “ ‘Çocuk da Yaparım, Kariyer de!’ Ya da Neo-liberal Kapitalizm Feminizmi Nasıl Gasp Eder?”, İnsancıl, Ekim 2023, ss.12-16.
[4] Sara R. Farris, In the Name of Women’s Rights: The Rise of Femonationalism, Duke University Press, 2017.
[5] https://www.unwomen.org/sites/default/files/2024-09/progress-on-the-sustainable-development-goals-the-gender-snapshot-2024-en.pdf
[6] https://iwda.org.au/gender-equality-in-numbers/?gad_source=1&gclid=CjwKCAjw6c63BhAiEiwAF0EH1FyfGqqgB7dBMpZWIjUL_rnW4T5kcCodyK1f6-X6lOju5WFTZrohxxoClNgQAvD_BwE#section-BACK-TO-TOP-V2PVL5i421
[7] Örneğin 2022 yılında üreme çağındaki 1 milyar 200 milyonun üzerindeki kadının güvenli kürtaja erişimin sınırlı olduğu coğrafyalarda yaşadığı kaydediliyor.
[8] Örneğin 2021 yılında tüm dünyada 15-49 yaş arası her 10 kadından biri, partneri ya da aile bireylerinden birinden fiziksel/cinsel şiddet gördü.
[9] “Mevcut ilerleme hızıyla, kadınlara ve kız çocuklarına karşı ayırımcı yasaların kaldırılması ve yasal korumadaki mevcut eşitsizliklerin giderilmesi için 286 yıl gerekebilir,” diyor BM raporu! (https://unstats.un.org/sdgs/gender-snapshot/2022/)
[10] Kuşkusuz bu konuda söylenebilecekler bir tebliğe sığdırılamaz. Ayrıca bkz: i) Sibel Özbudun, “Marksizm ve Kadınların Kurtuluşu”, Kaldıraç, No:202, Mayıs 2018…
ii) Sibel Özbudun, “Ekim Devrimi, Sosyalizm, Kadınların Kurtuluşu”, Kaldıraç, No:165, Mart 2015…
iii) Sibel Özbudun, “Kadınların Kurtuluşu: Marksizm’siz Olur mu?”, 26 Şubat 2008… https://sibelozbudun.blogspot.com/2013/08/kadinlarin-kurtulusu-marksizmsiz-olur-mu.html
iv) Sibel Özbudun, “Engels, Kadın, Aile”, Yeni E Dergisi, No:49, Kasım 2020…
) Sibel Özbudun, “Friedrich Engels ve Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni Üzerine”, Marksizmin Başyapıtları (19. Yüzyıl), Kolektif, Bilim ve Gelecek Kitaplığı-Başyapıtlar ve Öncüler Dizisi, 2013… içinde
v) Sibel Özbudun, “Rosa Özgürlüğün Ta Kendisiydi…”, Alevîlerin Sesi, No:276, Nisan 2023…
vi) Sibel Özbudun, “Kadın(lar) ve Devrim(ler)”, Kaldıraç Dergisi, No:200, Mart 2018…
vii) Sibel Özbudun, “Yoksulların Başkaldırısı ve Kadınlar (Tarihsel Bir Bakış)”, Rojnameya Newroz, Kasım 2020… https://sibelozbudun.blogspot.com/2020/11/yoksullarin-baskaldirisi-ve-kadinlar.html
viii) Sibel Özbudun, “Devrimlere, Kadınlara ve Narodniklere Dair…”, Kaldıraç, No:219, Ekim 2019…
ix) Sibel Özbudun, “Kadınların Başkaldırı Tarihi veya ‘Önce Kadınları Vurun’!”, Kaldıraç, No:212, Mart 2019…
x) Sibel Özbudun, “Ne Geçmiş Tükendi, Ne Yarınlar… (1920’lerden 1970’lere Devrimci Kadınlar)”, Kaldıraç, No:238, Mayıs 2021…
xi) Sibel Özbudun, “Kadınlar ve Emek Mücadelesi-Sadece ‘Üretimden Gelen Güç’ mü?”, Rojnameya Newroz, Nisan 2021… https://sibelozbudun.blogspot.com/2022/04/kadinlar-ve-emek-mucadelesi-sadece.html
xii) Sibel Özbudun, “Kapitalizm Kadınların Yağmalanmasıdır!”, İnsancıl Dergisi, Yıl:31, No: 366, Ocak 2021…
xiii) Sibel Özbudun, “… ‘Krizin ‘Kadın Hâli’ ve Kadın Mücadelesi”, Kaldıraç Dergisi, No:272, Mart 2024…
xiv) Sibel Özbudun, “Dinler, İslâm ve Kadın Bedeni”, Kadın Bedeni ve İstismarı, Editörler: Fatma Zehra Fidan-Duygu Alptekin, Opsiyon Yay., 2015… içinde yayınlandı.
xv) Sibel Özbudun, “… ‘İktidarın “Kayıkçı Dövüşü’: İstanbul Sözleşmesi”, Rojnameya Newroz, Ağustos 2020… https://sibelozbudun.blogspot.com/2020/08/iktidarin-kayikci-dovusu-istanbul.html
xvi) Sibel Özbudun, “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Emeğinin Tarihi”, Rojnameya Newroz, Aralık 2021… https://sibelozbudun.blogspot.com/2022/01/toplumsal-cinsiyet-ve-kadin-emeginin.html
xvii) Sibel Özbudun, “Türkiye’de Kadın Mücadelesinin ‘Gayrıresmî Tarih’i- Osman Tiftikçi’nin Kitabı Üzerine”, Rojnameya Newroz, Nisan 2023… https://sibelozbudun.blogspot.com/2023/04/turkiyede-kadin-mucadelesinin.html
xviii) Sibel Özbudun, “Toplumsal Cinsiyet ve Din: Antropolojik Bir Bakış”, Jineolojî Dergisi, No:21, Nisan Mayıs Haziran 2021…
xix) Sibel Özbudun, “Biyoloji Kader mi? ya da ‘Fıtrat’a Dair…”, Kaldıraç, No:170, Eylül 2015…
xx) Sibel Özbudun, “… ‘Kapitalizm ve Ataerki’ Üzerine Notlar”, Kaldıraç Dergisi, No:232, Kasım 2020…
xxi) Sibel Özbudun, “İşçi Sınıfının Kadınlaşması”, SAV, Almanak 2015 Analizleri, SAV Yay., 2016…
xxii) Sibel Özbudun, “Her Gün Dört İşçi, Beş Kadın”, Almanak-2011 Analizleri, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2012…
xxiii) Sibel Özbudun, “BM, DB ve IMF’nin Dilinde Kadın Yoksulluğu”, Kaldıraç, No:138, Aralık 2012…
xxiv) Sibel Özbudun, “ … ‘Kızıl’ı Mor’a Boyamak’ mı? Hayır, Teşekkürler!”, Kaldıraç, No: 221, Aralık 2019…
xxv) Sibel Özbudun, “… ‘Kadın(lık) Bilinci’ mi? (Genç Bir Kadın Arkadaşın Sorusuna Yanıt)”, Kaldıraç, No: 227, Haziran 2020…
xxvi) Sibel Özbudun, “Kadınlar Ne İstiyor?”, Kaldıraç, No:249, Nisan 2022…
xxvii) Sibel Özbudun, “Kadınlar Gerçekten de ‘Sınıflar-Üstü’ mü?”, Kaldıraç, No:180, Temmuz 2016…
xxviii) Sibel Özbudun, “Kadınlar Dünyayı Nasıl Değiştiriyor?”, Sancı Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, No: 22, Mayıs-Haziran 2023…
xxix) Sibel Özbudun, “… ‘Kadınların Yaşamı ‘Kemalizm-İslâmcılık’ Çekişmesi ile Sınırlanamaz”, Evrensel Gazetesi, 31 Ekim 2023…
xxx) Sibel Özbudun, “İslâmcı-Muhafazakârın Zihin Haritasında Bir Gezinti: ‘Nasıl Bir Kadın(lık)?”, Toplum ve Hekim Dergisi, Cilt:27, No:4, Temmuz-Ağustos 2012…
xxxi) Sibel Özbudun, “Türk(iye) İslâmı’nda Kadın Olmak”, Din: Teorisi/ Pratiği, Dünü, Bugünü- Sempozyum Tebliğleri, Editör: Sibel Özbudun – Mahmut Konuk, Ütopya Yay., 2013… içinde…
xxxii) Sibel Özbudun, “Politikayı Sokaktan Öğrenmek”, Rojnameya Newroz, Haziran 2022… https://sibelozbudun.blogspot.com/2022/06/politikayi-sokaktan-ogrenmek1-sibel.html
xxxiii) Sibel Özbudun, “Bu Memlekete Feminizm Gerekirse…”, İnsancıl Dergisi, Yıl:33, No: 392, Mart 2023…
xxxiv) Sibel Özbudun, “Neo-Faşizm(ler) ‘Feminist’ mi?”, Kaldıraç No:215, Haziran 2019…
xxxv) Sibel Özbudun, “IŞİD ve İslâmcı ‘Feministler’…”, Kaldıraç, No:157, Temmuz 2014…
xxxvi) Sibel Özbudun, “Kadınlara, Kentlere, Gecelere Dair…”, Kaldıraç, No:162, Aralık 2014…
xxxvii) Sibel Özbudun, “AKP’nin Muhafazakârlığı, İslâmcılığı, Neoliberalizmi ve Kadınlar”, Halkın Günlüğü, No:124, 16-30 Haziran 2016…
xxxviii) Sibel Özbudun, “Kadınların ‘Ya Basta!’sı”, Kaldıraç Dergisi, No:224, Mart 2020…
xxxix) Sibel Özbudun, “1 Mayıs’a Giderken: AKP Kadınlar İçin Ne Yaptı?”, Kaldıraç, No:142, Nisan 2013…
xl) Sibel Özbudun, “Türk Akademiası: Gerçekten kadınlar için Bir Cennet mi?”, 10 Mayıs 2012… https://sibelozbudun.blogspot.com/2013/07/turk-akademias-gercekten-kadnlar-icin.html
xli) Sibel Özbudun, “AKP’nin ‘Kinder, Kuche, Kırche’si”, Kaldıraç, No:168, Haziran 2015…
xlii) Sibel Özbudun, “Kadınlar, Kapitalizm, Faşizm ve AKP”, Kaldıraç, No:173, Aralık 2015…
xliii) Sibel Özbudun, “Kadınlar Artık Ön Safta…”, Kaldıraç, No:237, Nisan 2021…
xliv) Sibel Özbudun, “Özgecan’ın Katlinin AKP’yle Ne İlgisi Var?”, Kaldıraç, No:165, Mart 2015…
xlv) Sibel Özbudun, “… ‘Devletin Erkekleri’ ya da Kadına Şiddet Nasıl Önlenmez?”, Kaldıraç, No:150, Aralık 2013…
xlvi) Sibel Özbudun, “Faşizm ve Kadınlar”, Rojnameya Newroz, Ocak 2018… https://sibelozbudun.blogspot.com/2018/01/fasizm-ve-kadinlar1.html
xlvii) Sibel Özbudun, “Yeniden Haykırabilmek: Yerimiz Mutfak Değil, Dünya!”, Kaldıraç, No: 209, Aralık 2018…
xlviii) Sibel Özbudun, “AKP’nin Kadınlara Karşı Savaşı: ‘Madam Gibi Ölmek’…”, Kaldıraç, No:184, Kasım 2016…
xlix) Sibel Özbudun, “AKP, HSK, Corona ve Kadına Şiddet”, Rojnameya Newroz, Nisan 2020… https://sibelozbudun.blogspot.com/2020/04/akp-hsk-corona-ve-kadina-siddet.html
l) Sibel Özbudun, “Kadınlar Ayaktalar, Çünkü…”, Kaldıraç Dergisi, No:266, Eylül 2023…
li) Sibel Özbudun, “Kriz, Pandemi, Şiddet ve Kadınlar”, İnsancıl Dergisi, Yıl:31, No:379, Şubat 2022…
lii) Sibel Özbudun, “İranlı Kadınların İsyanı Sosyalistlere Ne Anlatıyor?”, Kaldıraç, No:256, Kasım 2022…
liii) Sibel Özbudun, “Kadınlar ‘Savaş Ganimeti’ mi?”, Kaldıraç, No:228, Temmuz 2020…
liv) Sibel Özbudun, “… ‘Çocuk da Yaparım, Kariyer de!’ ya da Neo-Liberal Kapitalizm Feminizmi Nasıl Gasp Eder?”, İnsancıl Dergisi, Yıl:33, No: 399, Ekim 2023…
[11] Kadınların maduniyetini sınıflı toplumların tarihiyle örtüşen, hatta onu bir miktar önceleyen ve “iktidar” kavrayışını mümkün kılan açıklayıcı bir çerçeve olarak kullandığım “Ataerki” kavramının Marksizm’e içkinliğini daha önce tartıştığım için burada bu konuya değinmeyeceğim. [Bkz. S.Özbudun, “Neo-liberalizm ile Ataerkinin ‘Dansı’” (Demokratik Dönüşüm, Ocak 2006, sayı 22, ss.54-62), S.Özbudun, “‘Kapitalizm Ve Ataerki’ Üzerine Notlar,” (Kaldıraç, sayı 232, Kasım 2020, ss.92-97); S.Özbudun, “Kadınların Kurtuluşu: Marksizm’siz Olur Mu?”, (http://www.insanbilimi.com/2013/08/ kadinlarin-kurtulusu-marksizmsiz-olur-mu.html)]
[12] Bkz. S.Özbudun, “Ekim Devrimi, Sosyalizm, Kadınların Kurtuluşu” (Kaldıraç, Mart 2015, sayı 165,);
[13] İnsan yavrusunun kendi yaşamını anneden bağımsız olarak sürdürmeye başlaması diğer memelilere göre uzun zaman alır ve insan popülasyonlarının varlığını sürdürebilmesi, bir kadının doğurganlık süresi içinde ikiden fazla çocuk doğurmasına bağlıdır. Bu durum, yaygın kanaate göre çocukların bakımı için “aile” adı verilen kolektiviteyi gerekli kılmıştır. Ve çocukları doğurmak, beslemek, bakmak “kadın işi” sayıldığından kadınlar zorunlu olarak (çocuklarla birlikte) “aileye mahsus” varlıklardır.
Ancak bu “bilgi” ne nesnel/bilimseldir ne evrensel, ne de ebedi… Tarih boyunca yeryüzünde annelerin çocuklarına bakmakla yükümlendirilmediği pek çok toplum kaydedilmiştir. Örneğin avcı-toplayıcı takımlarda çocukların bakımını tekil anneler değil, bütün “takım” üstlenmektedir. “Aile” yapısı, yerleşik, tarımcı toplumlara göre çok daha gevşektir ve daha kolay çözülebilir. Avcı-toplayıcıların üzerinde yaşadıkları toprağa ilişkin bireysel ya da kolektif bir hak/mülkiyet iddiaları olmadığından, (geniş ya da çekirdek) “aile” kavramının, üzerinde istikrarlı bir çalışma birimini gereksinen toprağın tasarruf biçimiyle ilişkili olduğunu düşünmek, daha doğru olacaktır. Bir başka deyişle aile, çocukların bakımı/yetiştirilmesinden çok ilk biçimi toprak olan mülkiyetin (kolektif ya da bireysel) sevk ve idaresiyle ilgilidir: Kimlerin toprağa erişim hakkı olduğu, kimlerin nasıl çalışacağı, ürünlerin nasıl pay edileceği, toprağı (ya da daha sonra tezgâhı, fabrikayı, şirketi, mal-mülkü) kimin tevarüs edeceği, aile ve akrabalık ilişkileri üzerinden tanımlanır… Bir başka deyişle (kadının cinselliği üzerindeki denetim anlamında) “namus”, mülkiyetle yakından ilişkili bir kavramdır.
[14] UNICEF’in 2016 yılı tahminlerine göre 27 Afrika ülkesi, Endonezya, Irak Kürdistan Bölgesi ve Yemen olmak üzere 30 ülkede üreme organlarını sakatlayan bu uygulamanın yapıldığı 200 milyon kadın yaşamaktadır. (“Female Genital Mutilation/Cutting: A Global Concern”. New York: United Nations Children’s Fund, Şubat 2016)
[15] Bugün dünyada fuhuş sektöründe 42 milyon kadınının istihdam edildiği hesaplanıyor. Wikipedia’ya göre bu kadınlardan “sektör”ün yıllık kazancı 100 milyar dolar dolaylarında.
[16] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.