“İNANÇ”, ATEİZM, TAVIR[*]

inanc.jpg

“Biz materyalist ve ateistleriz

ve gerçeklerle övünürüz.”[1]

Biliyorum: Kimileri için “nazik” bir mesele, ya da oldukça mesafeli ve sakınımlı olunan bir soru(n)dur “İnanç” ve ateizm ile tavır…

* * * * *

Öncelikle Simone de Beauvoir gbi, “Ölüme, sonrasını hiç merak etmeyecek kadar köktenci bir inancım var,” diyenlerden birisi olarak Dan Barker’in, “İçinde, konuşan hayvanların, büyücülerin, cadıların, yılanlara dönüşen sopaların, gökten düşen yiyeceklerin, suyun üstünde yürüyen insanların ve her türlü sihirli, tuhaf ve ilkel öykülerin yer aldığı bir kitaba inanıyorsunuz, sonra da bana, akıl sağlığın bozuk mu diyorsunuz?” sorunun altını çizerek Judith Hayes’den aktarmalıyım:

“Nuh’un Gemisi ve Tufan öyküsü köktendinciler tarafından savunulması belki de en mantıksız öyküdür. Örneğin, gemisini doldurduğu sırada Nuh, penguenleri ve kutup ayılarını nasıl oldu da Filistin topraklarında bulabildi?”[2]

Kanımca iman; düşünme ve kanıtları değerlendirme ihtiyacından sakınmak için büyük bir bahane, muazzam bir kaçıştır; kanıt yokluğuna rağmen, belki de olmadığından, inanmak demektir.

İnanç(lar) gerçeğin düşmanıdır ve nihai kertede, aklın yok edilmesinden başka bir şey değildir; olamaz da! Malum, ne kadar az bilirseniz, o kadar şiddetle savunursunuz.

Ancak “Majorem fidem homines adhibent iis quae non intelligunt/ İnsanlar anlaşılmaz şeylere kolayca inanırlar”ken; “Bawerî ji ramînê hêsantir e. Ji ber vê ji ramangêran hê zêdetir bawermend hene./ İnanmak, düşünmekten kolay. Bu yüzden, düşünenden çok inanan var,” diye uyarır Bruce Calvert.

Gerçeği bilmek istememekle malûl inanç, dine/ veya dinsel dogmaya inananlara, sorgusuzca biat edenlere aittir.

Tam da bunun için “Hangi inanç olursa olsun kutsaldır. İlk totem inancı da insanlık için kutsaldı, tek tanrılı dinlerden önce de inançlar kutsaldı. Totem, toplumun varlığını, ahlâkını, adaletini, eşitliğini ifade eden inancı temsil ettiği için kutsaldı. En başta da toplumun varlığını ve gücünü ifade ettiği için kutsaldı. İnsanlık totemde toplumsallığını ve gücünü gördüğü için kutsallık atfediyordu. Her inanç tamamen topluma ait olarak kutsal değerlerin taşıyıcısı oluyordu. Tek tanrılı dinlerde hak, adalet, vicdan, eşitlik biçiminde somutlaşan kutsallık, daha sistematik hâle gelmiştir.”[3]

 Veya “Günümüzde bizzat bana ‘Sen hâlâ geleneksel Müslüman mısın?’ diye soran dangalaklar var. Geleneksel olmayıp da ne olacaktı? Bu din bize Hz. Peygamber’in gününden, geleneksel, yani nakil yoluyla gelmedi mi?”[4] türünden “varsayım”lar “Anlamak için inanıyorum,” diyen Anselmus’un açmazını anımsatırken, Carl Sagan’dan aktararak hatırlatalım: “Herhangi bir şeye inanan birisini ikna edemezsiniz, çünkü inançları kanıta değil, inanmaya duydukları köklü ihtiyaca dayanır.”

Mesele “hüküm” niteliğindeki “varsayım”larken; “Bilebildiğim kadarıyla hiç bir ilahide ‘zekâ’ kelimesi geçmiyor,” der Bertnard Russell da…

Devamla: Benedictus de Spinoza’nın,“Hurafeleri doğuran ve besleyen neden korkudur. Kalabalığı yönetmek için, hurafeden daha etkili bir şey yoktur”;[5] Henrik İbsen’in, “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz,” ifadelerindeki kesinlikle ekler Eric Hoffer de: “Dağları yerinden oynatmaya yeterli teknik gücün bulunduğu yerde, dağları yerinden oynatan inançlara ihtiyaç yoktur.” “Mutlak iman, mutlak güç gibi mutlak biçimde bozulur.” “Kesin inançlı kendi siyasi, dini, felsefi inancının mutlak gerçek olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inanır.”

Bağnazlık ile malûl inanç konusu karmaşık, göreli ve müphem iken; bilinç, insanın eleştirellik gücünü harekete geçirir.

İnanç özünde hoşgörüsüzken; dogma, apaçık ki, düşünme yasağından başka bir şey değil ve bu nedenle de “Dogmanın ölümü ahlâkın doğumudur,” Immanuel Kant’ın işaret ettiği gibi…

İnsan(lık)ı doğruya inançlar değil, ancak bilgi götürürken; “İnanç bilgi tarafından iyileştirilebilen bir yaradır,” diye ekler Ursula K. Le Guin.

Bu noktada Thomas Aquinas’ın, “Bilmek akılsal bir etkinliktir”; Sami Aldeeb’in, “Gökten; yağmur, göktaşı, kuş pisliğinden başka bir şey gelmedi”; Salman Rüşdi’nin, “Kafanız uydurma şeylerle dolu; bu nedenle orada gerçeklere yer yok,” deyişlerinde itiraz edilecek ne olabilir ki?

 “Credat judeus apella/ İnanmak isteyen inansın, ama ben hayır,” diyen ateistler Carl Sagan gibi, “İnanmak değil, bilmek istiyorum,” der ve Ludwig Wittgenstein’den aktarırlar: “Gizem yoktur. Bir soru sorulabiliyorsa, yanıtlanabilir de.”

Çünkü Voltaire’in ifadesiyle, “Batıl inançlar tüm dünyanın alev almasına yol açar; felsefe bu yangını söndürür.”

Ve nihayet “Araştırma ve bilim önce inançsızlıkla başlar. Ancak, inançsızlık başlı başına strestir. Yalnızca güçlüler buna dayanabilir. Bir düşünürün, sorması gereke asıl soru nedir biliyor musunuz? (…) Asıl soru şudur: Hakikâtin ne kadarına dayanabilirim?”[6]

* * * * *

Eleştiri, itiraz, kavrama, düşünme ve değiştirmenin önündeki en büyük engellerden birisi olarak “inanç” açmazı toplumsal gelişmenin önündeki -yıkılması gereken!- barikattan başka bir şey değildir.

Emma Goldman’ın, “Tanrı’ya inanmıyorum, çünkü insanlığa inanıyorum. İnsanlık artık nasıl bir suç işlediyse, tanrınızın yaptığı aptalca işleri geri alabilmek için binlerce yıldır çalışıp didiniyor.” “Ateizmin felsefesi, herhangi bir ahiret ya da yüce lider olmayan bir yaşam kavramını öne sürer.” “Tanrıları inkâr edişiyle ateizm, aynı zamanda insanlığın da en büyük olumlaması ve insanlık aracılığıyla hayata, amaca ve güzelliğe sonsuz evet anlamına geliyor,” saptaması eşliğinde aktarmalıyım…

Charles Darwin’in, “Size üzülerek bildiririm ki; İncil’in Tanrı katından indirildiğine ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmıyorum”…

Sigmund Freud’ün, “Tanrı, abartılmış bir baba figüründen başka bir şey değildir”…

Denis Diderot’nun, “Tanrıya inanmamı istiyorsan, ona dokunmamı sağla”…

Simone de Beauvoir’ın, “İnanmadığım bir tanrıya kızamam”…

Ernest Hemingway’in, “Düşünen bütün insanlar ateisttir”…

Eduardo Galeano’nun, “Tanrım yoktur benim,”…[7]

Sait Faik Abasıyanık’ın, “Allah hiç gülmez mi?..”[8]

Paulo Coelho’nun, “Tanrı varsa, ki ben olmadığına gerçekten inanıyorum, insan aklının sınırları olduğunu da bilir. Yoksulluğu, haksızlığı, açgözlülüğü, yapayalnızlığı, bütün bu karmaşayı o yaratmadı mı?..”[9]

Charlie Chaplin’in, “Aklım başımda olduğu için Tanrı’ya inanmıyorum”…

Baron d’Holbach’un, “Bütün çocuklar ateisttir, tanrı fikri onlarda yoktur”…

Benzeri ifadeleriyle maruf ateistler insan(lık)a müthiş hizmetler vermişlerdir.

Bunlardan kimi kendi dallarında Nobel ödülü almış ve ateistliklerini açıklamış bilim insanlarıdır. Bugün eğer insan ömrü uzamış, çeşitli hastalıklara çare bulunmuş, modern teknolojinin çeşitli olanakları insanlığın kullanımına sunulmuşsa onların araştırma, buluş ve yaratıcılıkları sayesindedir:

ABD’li biyokimyacı Julius Axelrod (1912-2004), İngiliz fizikçi Patrick Blackett (1897-1974), Hint/ ABD’li astrofizikçi Subrahmanyan Chandrasekhar (1910- 1995), 1953’te DNA moleküllerini bulan İngiliz moleküler biyolog ve fizikçi Francis Crick (1916-2004), fizikçi ve kimyacı Marie Curie (1867-1934), ABD’li fizikçi Richard Feynman (1918-1988), Rus fizikçi Vitaly Ginzburg (doğ. 1916), Fransız fizikçi Frédéric Joliot-Curie (1900-1958), İngiliz kimyacı Harold Kroto (doğ. 1939), Brezilya/ Britanyalı tıp bilimcisi Peter Medawar (1915-1987), İngiliz biyokimyacı Peter D. Mitchell (1920-1992), Fransız biyolog Jacques Monod (1910-1976), ABD’li genetikçi, eğitimci Hermann Joseph Muller (1890-1967), Britanyalı genetikçi ve hücre biyoloğu Paul Nurse (doğ. 1949), ABD’li kimyacı Linus Pauling (1901- 1994), Britanyalı biyokimyacı ve moleküler biyolog Richard J. Roberts (doğ. 1943), Hintli ekonomist Amartya Kumar Sen (doğ. 1933), Kanada/ Britanyalı biyokimyacı Michael Smith (1932-2000), ABD’li moleküler biyolog James D. Watson (doğ. 1928), ABD’li fizikçi Steven Weinberg (doğ. 1933)…

İnsanlık olarak bu kişilere çok şey borçluyuz ve bunda da ateist olmaları önemli rol oynamıştır!

Kolay mı?

“Ateizm, tüm tanrılara ve ruhsal varlıklara olan metafizik inançları reddeden ve var olan gerçekliği inanç yoluyla açıklamayı kabul etmeyen bir felsefi düşünce akımıdır. Ateistler, bazen “Tanrıtanımaz” sözcüğüyle anılsalar da bu adlandırma “var olan bir Tanrı’yı reddetme” fikrine atıfta bulunduğu için ateistler tarafından kabul görmez. Ateizm inanç koşullanmalarını, hayali yaratıkları ve olayları reddeder. Ateist bakış açısıyla Tanrı’nın yanı sıra tüm metafizik inançlar ve tüm ruhani varlıklar da reddedilir.”[10]

* * * * *

Dini inanış sorununa nasıl yaklaşmak gerekir? Bunun yanıtı açıktır; Tanrı/ Allah/ Yaratıcı vb. kavramlarda ifade edilen ve olayların nasıl olduğu, kim tarafından yapıldığı sorularına verilmeye çalışılan yanıtların toplamı kişi ile bu evreni/ insanı yarattığı iddia edilen arasında olduğu sürece inanan kişi dışında kimseyi ilgilendirmeyen bir konu olarak algılanmak zorundadır.

Yine tartışmanın merkezinde bir yaratıcı olup olmadığı sorusunu yerleştirmek taraflar açısından kesin ve net olarak ispata dayalı olgular olmadıkları için sorun çözücü olmaktan uzak olduğundan gereksiz kabul edilmelidir.

Böyle bir inanca ihtiyaç duyanlar inanmakta, duymayanlar da inanmamakta özgürdürler. Bizim için bir Yaratıcının /Allah’ın/ Tanrı’nın varlığı tartışması var olan bilimsel bilgi ve değerlendirmelerin toplamı açısından bakıldığında gereksiz bir tartışmadır. Yani sorun Tanrı/ Allah ya da Yaratıcının varlığı ya da yokluğu değil, bu iddia edilen güçlerin insanlara /toplum düzenine/ ilişkin bir görevler ve sorumluluklar bütünü yüklemesi ve buna ilişkin kurallar/ cezalar öngörmesidir.

Tartışılması gereken şey bu görüşün, kutsal emir ve cezaların insanlığın geldiği nokta itibarı ile nasıl değerlendirilmesi gerektiğiyken;[11] Charles Dickens’dan aktarmadan geçmeyelim: “Dünyada öyle aç insanlar var ki, onlar tanrıyı ancak ekmek biçiminde görürler.”

Unutulmamalıdır ki, dine inananlar ile dinciler arasında uçurum vardır.

Dinciler biat etme özgürlüğü için mücadele ederlerken; din, insanlığın karanlık zamanlarının siyasi iktidarıdır.

Dinciler ile dini söylem ve dini referanslarla mücadele edilemeyeceğini Fransız devrimi bize anlatır. Fransız devriminde din dışında söylemler ile halk iktidara gelmiş ve dini olması gerektiği yere çekmiştir.

V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir.”

Kaldı ki V. İ. Lenin’in ‘Din Üzerine’[12] başlıklı yapıtında kaleme aldıkları temel karşıtlık olarak sınıf karşıtlığını görür. Mücadelenin temeline dini görüşlerdeki ayrılığı değil, sınıf mücadelesini koyup ekler:

“Marksist, materyalist, yani din karşıtı olmalı, ama diyalektik bir materyalist olmayı da unutmamalı, yani dine karşı savaşı spekülatif bir biçimde değil, tekdüze bir propagandanın soyut ve salt teorik alanında değil, somut bir biçimde, yığınların en etkin eğitim aracı olan sınıf savaşımı platformunda ele almalıdır. Marksist, somut durumun tümünü hesaba katmasını bilmelidir; her zaman için anarşizm ile oportünizm arasındaki dengeyi bulmasını (bu denge nispi, esnek, değişkendir, ama vardır) ne soyut ‘revolüsyonarizm’e, ne anarşizmin laf ebeliğine, ne de küçük burjuva ya da liberal ‘aydın darkafalılığı’ ve oportünizmine düşmemesini bilmeli, bu ikinciler gibi dine savaş açmaktan korkmamalı.”

Zaten bir sosyalist için temel çatışma sömüren ve sömürülen çatışmasıdır, diğer bütün ayrımlar bu çatışmanın doğurduğu sonuçlardır. Proleterleri dindar-dindar olmayan diye ayırmak sınıfsal hareketi bölmek ve egemen güçlerin çıkarlarına hizmet etmektir.[13]

Karl Marx ile Friedrich Engels ‘Komünist Parti Manifestosu’nda, “Devrimlerin ve karşıdevrimlerin tarihi sınıf mücadelesinin tarihidir,”[14] derlerken birincil derecede önemli olan, bir proleterin dini inancı değil, sınıf bilincine sahip olup olmadığıdır. Hatta din adamları içinde bile devrimci mücadelenin saflarına katılacaklar olabilir, onları dışlamak yerine mücadeleye katmak için çaba gösterilmelidir.

Doğaldır ki bu tutumun da bir sınırı olduğu unutulup, göz ardı edilmemeliyken;[15] filozof Simon Crichley, “Felsefe ve siyaset, sırasıyla din ve adalet alanlarında düş kırıklıklarından kaynaklanır” diyordu. Radikalizmi hemen, buraya; dini anlamlar sistemini ve/veya verili adalet sistemini kökten değiştirmeyi amaçlamak olarak koyabiliriz.

Malum: Postmodernizmin, restorasyonun etkisiyle sol radikalizm zayıfladıkça, dinci radikalizm güçlendi, güçlenmeye de devam ediyor. Çaresi daha fazla sivil toplum, liberalizm, sahte radikalizm değil. Çare, “Gericiliğin panzehiri soldur, aydınlanmadır,”[16] deyişinin de ötesine geçen daha fazla sekülarizm, sol bir radikalizm!

Çünkü insan(lık), emperyalist-kapitalizmin egemen olduğu, meta üretimiyle birbirlerine bağlandıkları sürdürülemezlik dünyasından; ancak, kendi geleceklerini ellerine alıp, üretimin eşit dağıtıldığı bir dünyada, özgürlüğe kavuşabilirler

Karl Marx için din, “Zincirlerin üzerinde açan hayali çiçekler” ya da “Kalpsiz bir dünyadaki sığınak” olma işlevini yerine getiren, ve de yabancılaşmış insanları, egemen sınıflar tarafından sömürmek ve yönetmek amacıyla kullanılan toplumsal bir kurumdur.

Her üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf bir ideoloji inşa ederlerken; Friedrich Engels, “Tüm dinler, gündelik yaşamı kontrol eden dış güçlerin insan zihnindeki fantastik yansımalarından başka bir şey değildir,” der.

Friedrich Engels’in ‘Fransa’da İç Savaş’ın önsözünde yazdığı gibi, “Devletle ilişki konusunda, din bütünüyle özel hayata dair bir sorundur.”[17]

V. İ. Lenin’den hareketle toparlarsak:[18] “Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle şu sözlerle belirtirler: ‘Din, kişinin özel meselesi olarak görülmelidir’…”

“Devlet, dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz; yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır”…

“Herkes istediği dini izleme ya da ret etme konusunda özgür olmalı”…

“Vatandaşlar arasında dini inanışlardan kaynaklanan ayrımcılığa tahammül edilemez. Vatandaşın dininin resmi belgelerdeki yalın ifadesi bile kaldırılmalıdır,[19] tutumuyla tartışıl(a)maz bir özgürlükçülüktür esas olan.

O hâlde Mihail Bakunin’in, “En başta, ilahiyatın ilahi zorbalığına, Tanrı’nın hayaline başkaldırmak gerekir. Gökyüzünde bir efendimiz bulunduğu sürece yeryüzünde kölelikten kurtulamayız”; Emma Goldman’ın, “İnsan gerçekten kurtulacaksa, kurtarması gereken şey cennet değil, yeryüzüdür,” uyarılarını “es” geçmeden Charlie Chaplin’in deyişiyle, “Din, dil, ulus ayrımcılığı olmayan yeni bir dünya yaratalım.”

TEMEL DEMİRER

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:255, Ekim 2022…

[1] Mihail Bakunin.

[2] “İşte Kitabı Mukaddes’ten birkaç örnek:

‘Çocuğunu terbiye etmekten geri kalma; onu değnekle dövsen de ölmez. Onu değnekle döversen canını ölüler diyarından kurtarırsın.’

‘Kilise Mesih’e ne kadar bağımlıysa, kadınlar da kocalarına her durumda o kadar bağımlı olsunlar.’

‘Her durumda’! Dayakta da bağımlı olsunlar mı? Ya evlilik içi tecavüzde? Sözel ve psikolojik suistimalde? Maddi bağımlılıkta?” (Walter Sinnott-Armstrong, Tanrısız Ahlâk, çev: Attila Tuygan, Ayrıntı Yay., 2011, s.41.)[3] Hüseyin Ali, “Demokratik İslâm!”, Gündem, 29 Mayıs 2015, s.14.

[4] Fuat Bol, “Hangi İslâm?”, Hürriyet, 14 Kasım 2020, s.14.

[5] Benedictus de Spinoza, Teolojik Politik İnceleme, çev: Murat Erşen, Doğu Batı Yay., 2018.

[6] Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında, çev: Aysun Babacan, Ayrıntı Yay., 1996.

[7] Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, çev. Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 1994, s.287.

[8] Sait Faik Abasıyanık, Semaver, Yapı Kredi Yay., 6. Baskı, 2004, s.11.

[9] Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, Çev: Haldun Pamir, Can Yay., 2 baskı, 2010, s.18.

[10] Deniz Kavukçuoğlu, “Nefret Söylemleri”, Cumhuriyet, 12 Mart 2014, s.13.

[11] Ali Öztürk, “Bir Varmış Bir Yokmuş ya da İslâmiyet’e Giriş Notları”, Birgün, Yıl:13, No:488, 17 Temmuz 2016, s.2.

[12] V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998.

[13] Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yay., 2021.

[14] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[15] Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan’ın ağzından, farklı bağlamlarda da olsa ‘İslâmîyet’in birleştirici gücü’ hakkında yorumlar duyduk. Epeydir, Asr-ı Saadet, Medine Sözleşmesi, Hudeybiye Barışı gibi İslâmî kavramlara dayalı ‘çözüm önerileri’ duyuyoruz. Toplumları bir arada tutan unsurlar arasında dinin önemli bir yeri olduğu doğru ancak tarih bize din kardeşliğinin bazen hiç işe yaramadığını, dahası din konusundaki farklı düşüncelerin toplumları bıçak gibi bölebileceğini gösteriyor. (Ayşe Hür, “Dört Halife Dönemi’nden Bugüne ‘İslâm Kardeşliği’…”, Radikal, 14 Nisan 2013, s.28-29.)

[16] İbrahim Varlı, “Radikal İslâmın Panzehiri Sekülarizmdir”, Birgün, 29 Mart 2016, s.13.

[17] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.

[18] “Komünist partiler, din ve devlet arasındaki ilişki sorununun bir çözüm yolu olarak laiklik fikrini yeterince savunmadılar. Manevi hayatın mümin ile Rabbi arasındaki bireysel bir mesele olduğu fikrini açıkça öne sürmediler. Komünistler, laikliği vatandaşlık başta olmak üzere bireysel ve kitlesel özgürlüklere saygı esasına dayalı toplumsal düzenlemenin bir yolu olarak kullanmak yerine çoğu zaman laikleri, burjuva sınıfına dahil ettiler. Yani komünizmin düşmanı bellediler.” (“Arap Komünistler Siyasal İslâm’ı Nasıl Beslediler?”, 25 Haziran 2019… https://aawsat.com/turkish/home/article/1784306/arap-kom%C3%BCnistler-siyasal-İslam%E2%80%99%C4%B1-nas%C4%B1l-beslediler)

[19] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, çev: Nihal Şen, Evrensel Basım Yayın, 2013.

Önceki İçerikBartın Amasra Kaza Değil Cinayet
Sonraki İçerikÜÇÜNCÜ BÜYÜK PAYLAŞIM EŞİĞİ[1]