Bazı kentleri deyim yerindeyse haritadan silen, milyonları enkaz altında, açıkta ve göç yollarında bırakan yıkım, tarihe unutulmaz devlet ve toplum dersleri bıraktı. Bu dersler uzun süre ve detaylıca konuşulacak. Sıcağı sıcağına kaleme alınan bu yazı dizisindeyse depremin ardından geçen bir haftada Hatay’da gözlemleyebildiklerimiz üzerinden notlar düşeceğiz. İlk notumuz “devlet dersi” üzerine.
Deprem haberini aldıktan sonra telefona sarılıp bölgedeki tanıdıklarımızdan ulaşabildiklerimize ne durumda olduklarını sorduğumuzda ilk aldığımız yanıt, “Burada AFAD yok, itfaiye yok, kurtarma ekibi yok, ambulans yok, polis yok…” diye başlayan sonra da “devlet yok” diye biten, bu ve benzeri cümlelerdi. “Devlet yok” sözü, muhalefet örgütleri tarafından üretilmiş bir siyasi propaganda söylemi değildi. Yaşam alanları enkaza dönen 15 milyon insanın çıplak gözle gördüğü ve en sade dille ifade ettiği gerçeğin ta kendisiydi. Tayyip Erdoğan iktidarını fazlasıyla rahatsız eden, küçük ortak Devlet Bahçeli’nin de ancak 8 gün sonra açabildiği ağzıyla hedef aldığı bu iki sözcüklük sade ve derin tespit, Türkiye siyasetinin kaçınılmaz yeniden inşasına da yön verecek.
Depremin ilk günü gece ilerleyen saatlerinde, alevler ve duman içindeki İskenderun’u geride bırakıp yıkıntılar arasındaki Belen yollarından geçerek şehre doğru inmeye başladık. Kent karanlığa gömülmüştü ve hava yağışlıydı. Hatay Havalimanı kullanılamaz hale geldiği için Adana Havalimanı’na inen TTK’li madenciler gibi görev almayı bekleyen ekipler, diğer gönüllüler, belediyeler hâlâ bekletiliyordu ve sınırlı sayıda aracın yolda ilerlediğini görebiliyorduk.
Hatay’ın merkez ilçesi Antakya’ya vardığımızda kentin büyük ölçüde yıkıldığını, yollarda yer yer çatlaklar oluştuğunu, bu çatlakların yanı başında kaza geçirmiş araçlar bulunduğunu gördük. Antakya içinde yollar yıkıntılarla kapatıldığı için binek araçlarıyla dolaşmak, bu yollardan geçerek diğer yerleşimlere ulaşmak çok zordu. Yardıma gelen sivil araçlar da kent içinde bir noktaya kadar ilerleyebiliyor ve bir noktada mahsur kalıyordu. Buralara profesyonel ekiplerin, yıkıntılar üzerinde ilerleyebilecek iş makinelerinin ve zırhlıların ulaştırılması gerekirdi ancak sonradan öğrenecektik ki devletin başı henüz bu yönde bir talimat vermemişti. O, bütün süreci kendi kontrolü altında tutmak istediği için harekete geçilmiyor, harekete geçmesi gerekenler de ayrı bir inisiyatif almaktan imtina ediyordu. Sahada AFAD yoktu, daha önceki depremlerde sahada görmeye alışık olduğumuz ordu yoktu… On binlerce insan enkaz altında sesini duyurmaya çalışırken devlet bu sese yanıt vermiyordu.
Gece yarısına doğru çevre yolundan dolaşarak Hatay’ın diğer merkez ilçesi Defne ilçesine, Aşağıokçular Mahallesi’ne geçtik. Antakya kadar olmasa da yine bu bölgede de büyük bir yıkım vardı ve canını sokağa atan insanlar araçlarında, evlerinin önüne kurabildikleri derme çatma tente ve çadırlarda, otobüs duraklarında, tek katlı depolarda ya da dükkanlarda bekliyordu. Herhangi bir resmi ya da görevli ekip görmek mümkün değildi. Depremin üzerinden 20 saat geçmişti. Enkaz altındaki yakınlarının, hemşerilerinin kurtarılmayı beklediğini bilen insanlar zaman zaman şiddetlenen ve doluya çeviren yağış altında, eksi derecelerdeki soğuk havada çaresizlik içinde bekliyordu. Su yoktu, ekmek yoktu, sıcak bir içecek yoktu, ilaç yoktu, elektrik yoktu, pek çok insanın ısınma imkânı yoktu, elektrik şebekesinin ve telefon hatlarının çökmesi iletişimi de büyük ölçüde engellemişti, acil ihtiyaç duyanlara ses verecek bir kurtarma ekibi ya da ambulans olmadığı gibi “ne olacak” diye bekleyen insanlara ses verecek tek bir yetkili ya da kanal da yoktu. Sivil araçlar bölgeye ulaşabildiyse bu iş için hazır olması gereken, emir bekleyen devlet kurumları da, bir yönlendirme bekleyen ekipler de bölgeye ulaşabilirdi ama yoktu.
“Ses var, devlet yok!”
Sabah saatlerinde, yani depremin ertesi günü kentin en merkezi mahallelerinden Sümerler Mahallesi’ne yöneldik. Bir marketin çevresinde içeri girip çıkarak ihtiyaç su, gıda, temizlik ve kişisel hijyen malzemelerini alan insanlar gördük. Alışverişin olmadığı, marketlerin çalışmadığı ve insanların kaderine terk edildiği bir anda bu bir yaşamsal zorunluluktu. Yıkıntıların başında gözyaşları içinde çaresizce bekleyen insanların arasından geçtik ve yine bir enkazın başında beton parçalarının arasına seslenen insanları gördüğümüzde, telefonumuzun kamerasını çevirip “Ses var mı?” diye sormuş bulunduk. Daha sonra televizyonlarda da çokça dönen, pankartlara ve duvar yazılarına yansıyan “Ses var, devlet yok!” sözünü ilk olarak oradaki bir depremzede sarf etti.
Ali Ergin Demirhan
14 Şubat 2023
Sendika org