Halka açılmış bir savaş var, sokağın başını tutalım!

Ekonomik ve toplumsal bir çöküntü yaratarak şiddetli sınıfsal çatışmaları kaçınılmaz kılan sistemsel bir kriz… Halka karşı savaş haline geçmiş bir iktidar… Krizin sistemsel boyutunu ikincilleştirerek ve halka karşı açılan savaşı bilinçli olarak görmezden gelerek seçimlere odaklanan bir düzen muhalefeti… Düzen muhalefetinin görmezden geldiği ve iktidarın da bastırmaya çalıştığı ancak büyük bir dip akıntı halinde seyreden, yer yer de yüzeye çıkan direniş eğilimleri… Bu toplam manzarada, bir yandan insanca yaşam olanakları elinden alınan, bir yandan sesini çıkarmasın diye faşist baskı ve saldırılarla hedef alınan halk kesimlerinin hak alma ve özsavunma mücadelelerini örgütleyecek bir devrimci halk muhalefetine olan ihtiyaç bütün yakıcılığıyla kendini hissettiriyor

Halka açılmış bir savaş var, sokağın başını tutalım!

“Başkomutan” Tayyip Erdoğan ve askerleri, silahları ele almış, namluyu dört yana çevirip duruyor. AKP beslemesi cihatçıların 13 Kasım’da İstiklal Caddesi’nde düzenlediği bombalı saldırının ardından Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerle Şam’ın ortak yönetimindeki bölgeleri hedef göstermişlerdi. 19 Kasım’da başlayan hava bombardımanları ile birlikte kara operasyonu ha başladı ha başlayacak derken rafa kaldırıldı. Erdoğan 11 Aralık akşamı bu kez de “Atina rahat durmazsa vururuz” deyiverdi. Suriye’nin kuzeyine yönelik yeni bir kara operasyonu başlar mı, Yunanistan’la ciddi bir askeri gerilim yaşanır mı, bunlar Erdoğan’ın istediğinden çok uluslararası dengelerin müsaade ettiği kadar olacak. Ancak Erdoğan liderliğindeki iktidar koalisyonu, içeride halihazırda savaş modunda. 14 Aralık’ta Ekrem İmamoğlu’na verilen siyasi yasak cezası da bu savaşın yeni hamlelerle sürdürülmesi muhtemel bir parçası. İçerideki savaşın hedefleri ve kapsamı; sistemin krizinin, egemen sınıflar arası çelişkilerin ve toplumsal hoşnutsuzluğun büyümesine bağlı olarak giderek genişliyor.

İmamoğlu hakkında verilen siyasi yasak kararı, 2015’ten bu yana seçim sonuçlarının tanınmaması, demokratik hakların askıya alınması, seçilmiş yöneticilerin tutuklanması ve kayyumlarla örülü darbeler sürecinin bir devamı. Şimdi iktidar, işlettiği her darbe sürecinde olduğu gibi, bu son kararın da “mağduru” pozisyonuna girerek aslında yeni hamlelere hazırlandığını ortaya koyuyor. Her şeyi değil ancak elinden gelen ve önüne barikat örülmeyen her şeyi yapacağını, bugüne kadar yaptıklarından biliyoruz. İçişleri Bakanı’nın CHP ve HDP başta olmak üzere muhalefeti düşman kabul eden bir dil kullanması kişisel üslup meselesi değil, siyasal iktidarın muhalefetle kurduğu ilişkiyi tanımlıyor. Bu durum Meclis’te bütçe görüşmelerine yansıdı ve AKP’li vekiller bir muhalefet vekilini (İYİ Parti Trabzon milletvekili Hüseyin Örs) neredeyse öldürüyordu. Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, Antep ziyaretinde “vatandaş tepkisi” görünümlü linç girişiminden bir dükkâna sığınarak kurtulunca Erdoğan, “Bunlar daha iyi günlerin” diyerek “hassas vatandaşa” devam işareti verdi. Eski Musul Konsolosu ve Yenilik Partisi Genel Başkanı Öztürk Yılmaz, Erdoğan’a “Erkeksen Musul konusunda karşıma çık” diye seslendikten kısa süre sonra bıçaklandı. Sokağa inip halkla buluştuklarında HDP’li vekillerin polis tarafından darp edilmesi, yere düşürülmesi, bir yerlerinin kırılması artık vaka-i adiyeden.

Sadece parlamenter muhalefet partileri ve figürleri değil, kimi sermaye fraksiyonları da alışılageldiğin dışında bir saldırının hedefinde. Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin doğrudan hedef göstermesiyle, İslamcı sermayenin simgelerinden BİM’in fiziksel saldırılara varan bir kampanyayla hedefe konduğunu gördük. Devlet, mafya ve sermayeyi kaynaştıran iktidardaki kontrgerilla koalisyonu, yarattığı bu büyük kârlılık alanının yeniden bölüşümünü istiyor ve bu bölüşüm kavgası da sıra dışı bir çatışma olarak karşımıza çıkıyor.

Her an isyan doğuracak bir tehdit yatağı gibi

Düzen siyasetinin gerek iktidar gerek muhalefet kanadı, sadece egemenler arası kavgayı görmemizi ve ona eklemlenmemizi istese de saldırının büyüğü, ekonomik krizi ağır bir yoksullaşma ve geleceksizleşme olarak yaşayan ezilen sınıflara karşı yürütülüyor. OHAL günlerinde sermaye sınıfı temsilcilerine “Bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı. Grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz” diye seslenen Erdoğan daha yeni metal sektöründe iki grev hakkında “erteleme” adı altında yasak kararı açıkladı. İşyerlerinde OHAL’de ifrata varıp bir daha da gerilemeyen sendika düşmanlığı sürüyor. Bir yıldır Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Anadolu Grubu gibi Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarına bağlı şirketlerin önünde sendikaya üye olduğu için işten çıkarılan işçilerin direnişleri eksik olmuyor. Direnişlerin karşısına polis barikatları, eylem yasakları ve sendikal hakları kullanılamaz hale getiren dolambaçlı yargı süreçleri çıkıyor. Kendi içinde çelişkili sermaye fraksiyonları işçilerin hak arayışları karşısında tek ses. Türkiye’nin en büyük işverenleri arasındaki yerel yönetimlerde de benzer durum yaşanıyor; AKP’nin oturttuğu taşeron düzeni CHP’li belediyelerde de sürüyor. Sermaye karşısındaki hak arayışları ister kentte ister kırda, ister işyerinde ister okulda, nerede olursa olsun baskı, şiddet ve yasaklarla karşılaşıyor.

Kampüslerde gençlik hareketinin gerilediği yerde idare ve polis destekli bir biçimde etkinliğini artıran faşistler üniversitelilere saldırıyor. Meydanlarda polis ablukası eksik olmuyor. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma gününde toplumun en direngen, en isyankâr kesimine yani kadınlara yönelik polis şiddetinde başka bir boyuta geçildi. İstiklal’deki bombalı saldırı ve savaş bahanesi ile OHAL koşuları yaratılan İstanbul başta olmak üzere birçok ilde kadınları araçsız ve savunmasız bırakıp çevreden yalıtarak özel bir şiddet uyguladı. Öyle ki İstanbul’da yaşanan polis şiddeti İran’da molla rejiminin Mahsa Amini’ye uyguladığı şiddete benzetildi. Polis şiddete karşı yaşamlarını savunan kadınların karşısına ters kelepçe, işkenceyle gözaltına alma, hakaret ve öldürmeye teşebbüsle çıktı. Özel bir örneğini 25 Kasım’da gördüğümüz biçimde, polis barışçıl eylemlerin karşısına geniş çaplı isyanlara hazır bir kent ordusu olarak çıkıyor. Teknolojik izleme sistemleri, bekçiler, özel donanımlı polis ekipleri, meydanlardan eksik olmayan ablukalar ile siyasal iktidar, kenti her an isyan doğuracak bir tehdit yatağı olarak gördüğünü ortaya koyuyor.

Bu çok hedefli saldırganlığı, faşizmin baskı ve saldırılarını, devlet aygıtını elinde tutan iktidarın kudreti ya da keyfiyetinden çok ekonomik, toplumsal, siyasal krizin derinliği ve sınıfsal çelişkilerin şiddeti karşısında geliştirdiği kriz yönetimi tekniği olarak okumak daha isabetli olacaktır. Yalan ya da hayal satan ekranlarda anlatılan karanlık ya da toz pembe senaryoların aksine ne iktidarın işleri tıkırında ne de muhalefet bu iktidarı alt edip ülkeyi düzlüğe çıkarabileceği konusunda güven veriyor. Egemen sınıf fraksiyonlarının tamamını aynı anda tatmin edebilecek ve geniş halk kesimlerinin asgari beklentilerine yanıt verebilecek bir programın ortaya konması açısında sistem bir çözüm ortaya çıkarabilmiş değil. Bu koşullarda egemen sınıflar arası çelişkiler ve iktidar içi çatlaklar gizlenemez hale gelirken, örgütlü bir halk hareketine yöneltilmesi halinde bu çatlakları zorlayabilecek toplumsal hoşnutsuzluklar da büyüyor.

AKP’nin hayalleri, gerçeğin duvarları

AKP’nin seçime giderken dış politikada işleri yoluna koyup muhalefeti paralize edecek yeni bir savaş başlatacağı, bulduğu borç paralarla ekonomiyi canlı tutup kitle hoşnutsuzluğunu gidereceği yönündeki öngörüler sorgulanmaya muhtaç.

Suriye’ye yönelik kara harekâtı hem ABD ve NATO ekseninden hem Rusya’dan itiraz gördü. Kimi zaman bir taktik deha olarak sunulan ABD ve Rusya arası denge siyasetinde ısrar, NATO-Rusya gerilimi tırmanırken, Türkiye’nin NATO masasının kıyısında bazen de dışında tutulmasına, Joe Biden yönetiminin Erdoğan’a açıktan mesafe koymasına neden oluyor. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarında sürdürülen Pençe-Kılıç Harekatı’ndan zafer öyküleri değil neredeyse her gün asker cenazeleri geliyor.

Türkiye kapitalizminin evrimine ve neoliberalizmin 2008’den bu yana aşılamayan krizine bağlı olarak sermaye içi ilişki ve çelişkiler de giderek karmaşıklaşıyor. Sermayenin bir ilişki biçimi olarak bütün toplumsal ilişkilerin belirleyeni haline gelmesi, bu koşullarda geleneksel yapıları da yeniden şekillenmeye itiyor. İktidar desteği ile sermayeleşen dini cemaatler de, İsmailağa Cemaati ve (BİM ile adı anılan) Erenköy Cemaati örneklerinde olduğu gibi, bu çürüme, çözülme ve yeniden şekillenme sürecinden kurtulamıyor.

Farklı sermaye fraksiyonları dolar kuru, faiz, enflasyon, asgari ücret gibi konularda birbiriyle çelişen beklentiler dile getiriyor. Uluslararası piyasalarla bütünleşen ve ağırlıkla TÜSİAD’da temsil edilen sermaye grupları düşük faiz politikasına karşı çıkarken, iç piyasada hükümet korumasında faaliyet gösteren küçük ve orta ölçekli sermaye ise düşük faiz ve ucuz kredi istiyor. İhracatçılar dolar kurunun gerçek değerinden ucuz olduğunu, bu durumun kendilerine zarar verdiğini söylüyor. Bu çelişkileri yönetmek için icat edilen Kur Korumalı Mevduat uygulaması ve ekonomiye dahil edilen büyük miktarda kara para bir tür nefes aralığı yaratsa da bu zehirli bir soluk. TÜSİAD asgari ücrete enflasyon üstü zam verilebileceğini söylerken, hükümete yakın küçük ve orta ölçekli sermaye çevreleri zammın düşük tutulmasını istiyor. Milyonlarca EYT’li sorunlarının çözüleceğini umarken, patronlar bu durumu da fırsata çevirip EYT’lilerin kıdem tazminatını kamuya yıkmaya çalışıyor.

Hal böyleyken, Saray’ın yarattığı beklenti ile verebilecekleri arasında bir açı oluşuyor. 2023 hedeflerinin yerinde yeller esiyor. 25 bin dolar olması hedeflenen kişi başına gelir 10 bin doların altında. Dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmek hedefleniyordu, normalde ilk 20’de olan Türkiye artık ilk 20 listesinde bile değil. Ama işçilerin en uzun süre çalıştırıldığı, enflasyonun, özellikle de gıda enflasyonunun en yüksek olduğu ülkeler arasında ilk sıralardayız. İktidar şimdi bunları konuşmak istemiyor ama kısa süre önce vadettiklerini de gerçekleştiremiyor. EYT düzenlemesi ertelendi ve içeriği belirsizleşti; evraklar kaybolmuş, düzenleme geçse bile herkes faydalanamayacakmış, yeni bir yaş sınırı gelebilirmiş… Asgari ücret zammının ücretlerdeki erimeyi dengelemesi zor. Sosyal konut projesi büyük ilgi görmüştü ancak yüksek kira sorunu ve barınma krizi olduğu yerde duruyor. Enerji krizini Avrupa kadar ağır yaşamadığımız söylense de fahiş faturalar nedeniyle milyonlar kombiyi ve lambaları kısarak geçirecekleri bir kışa hazırlanıyor. Temmuz ayında kısmi bir rahatlama yaratarak iktidarın kitle desteğindeki erimeyi frenleyen pansuman tedbirlerin etkisi 6 ay sürmezken, ufukta, seçimleri kim kazanırsa kazansın IMF’li ya da IMF’siz bir kemer sıkma programı görünüyor.

Sonuç olarak karşımızda işçileşmiş Türkiye toplumunun temel beklentilerine yanıt vermesi mümkün olmayan, egemen sınıfların ve devlet içi güç odaklarının birliğini sağlayamayan, iç çatışmalardan mustarip, bu nedenle de ülkeyi cebren ve halkın belli kesimlerini düşmanlaştırarak yönetmeye çalışan, çürümüş, faşist bir iktidar var.

Yani bir başka yönüyle, gerçek sadece iktidarın umduğunu bulamadığı girişimlerden oluşmuyor. Geniş kesimlerin hoşnutsuzluğu giderilmiyor ancak tahripkâr bir muhalefetin oluşması da baskı yoluyla engellenebiliyor. Ekonomi yönetimi sermayenin farklı fraksiyonları arasındaki gerilimde şekillenmek durumunda kalıyor ve en çok da tekelci sermayenin eleştirisine maruz kalıyor ancak tekelci sermayenin simge grupları enflasyonun dört katına varan kârlar açıklıyor. Bankaların kârları yüzde üç yüzleri aşıyor. Maliyet ise bütçe planlamasıyla halka yıkılabiliyor. Emperyalist hegemonya krizinden faydalanılarak dış politikada kendi içinde tutarlı ve başarılı hamleler de yapılıyor. Sermaye akışı sağlanabilecek Ortadoğu ülkeleriyle yeniden ‘normalleşme’ zeminleri kurulmaya başlandı ve ilk ‘meyveleri’ de alınan dost döviz borçları oldu. Tahıl koridorunun ardından Rusya’yla doğalgaz sevkiyatında geçiş noktası olmaya dair görüşmeler de sürüyor.

Yani gerçeğin bir yüzü AKP’nin her istediğini yapamadığı bir kriz halinde olduğu ise gerçeğin diğer yüzü de neoliberal yıkıma ve faşizme karşı devrimci bir halk muhalefetinin örülememesi durumunda bu kriz halinin yönetilebileceğidir.

Bir eleştiri ihtiyacı

Bu koşullarda geleneksel emek hareketinde ve sosyalist harekette gözlenen şey büyük ölçüde atalet. Tabanından yöneticisine, iktidara meydan okumak ve yer yer harekete geçmek noktasında saygıdeğer örnekler sergilenmiyor değil. Ancak düzen siyasetinin tarif ettiği düzlemlerin dışında bağımsız bir politik inisiyatif geliştirme noktasında sorun yaşanıyor. Baskıların yoğunluğu ve muhalefet güçlerinin yaşadığı örgütsel daralma ile de açıklanamayacak bir durum söz konusu. Ülke tarihinin en ağır ekonomik krizlerinden biri, işçi sınıfı açısından bir yoksullaşma şoku halinde yaşanırken, bütçe ve asgari ücret görüşmeleri sürecinde konfederasyonlar neredeyse sahnede yok. Uzun süre toplumsal muhalefetin birleştirici inisiyatif merkezi olan ilerici emek ve meslek örgütleri (DİSK, KESK, TMMOB, TTB), bu misyonlarını Gezi Direnişi sonrası 10 Ekim 2015, OHAL ve pandemi eşiklerinden geçerek adım adım terk ettikten sonra şimdi de bir başka eşikte, dikkat çekici bir sessizliğe ve eylemsizliğe gömülmüş durumdalar.

İktidarın izin verdiği sınırlar içinde hareket ederek seçime odaklanan ve umudunu seçim yoluyla bir iktidar değişikliği olasılığına bağlayanlar, dışında bile kalsalar, hatta sert eleştiriler bile yöneltseler ister istemez Millet İttifakı’nın inisiyatifini tanıyor. Belki de bu yüzden CHP’ye yönelen eleştirilerde onun devletçi ve sermaye yanlısı özünü yadsıyan beklentiler dile getirilebiliyor. Seçim odaklı muhalefet, en iyisi soldan etkileme çabasıyla, %50+1 senaryolarının içine konumlanmaya, nihayetinde de düzen siyasetini etkilemekten çok ona eklemlenmeye yol açıyor. Sermaye programına eklemlenmek akılcılaştırılıyor ve bu eklemlenme dramatik görüntülerle karşımıza çıkabiliyor. Savaşa, şovenizme, emperyalizme, Kürt düşmanlığına, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığına, göçmen düşmanlığına, dinci gericiliğe, sermaye programına itirazlar, politik içeriği belirsiz bir “AKP karşıtları cephesi”nin hatırına yumuşatılıyor. Bu da muhalefet örgütleri içinde ortak tutum ve hareketi zorlaştıran görüş ayrılıkları ve inisiyatifsizlik şeklinde sonuçlar üretiyor. Bu realitenin etkisiyle, farklı sol çizgilerin birlikte yer aldığı konfederasyonlar gibi kitle örgütleri de merkezi ittifaklar ve güç birlikleri de, değil etkili bir kampanya yürütmek pek çok temel konuda ülke gerçekliği kendisini somut bir vaka olarak ortaya koyduğunda ortak bir söz dahi üretemeyebiliyor.

Ancak pek çok örgütsel merkezin seçim odaklı konumlanmasından türeyen bu gerçeklik ile Türkiye işçi sınıfının ve toplumsal müttefiklerinin gerçekliği arasında ciddi bir açı var. Görmek istemeyen gözler asla görmeyecektir ancak devrimci siyasetin imkânları halkın bağrında büyümektedir.

Devrimci siyasetin imkânı halkın bağrında

Ekonomik ve toplumsal bir çöküntü yaratarak şiddetli sınıfsal çatışmaları kaçınılmaz kılan sistemsel bir kriz… Halka karşı savaş haline geçmiş bir iktidar… Krizin sistemsel boyutunu ikincilleştirerek ve halka karşı açılan savaşı bilinçli olarak görmezden gelerek seçimlere odaklanan bir düzen muhalefeti… Düzen muhalefetinin görmezden geldiği ve iktidarın da bastırmaya çalıştığı ancak büyük bir dip akıntı halinde seyreden, yer yer de yüzeye çıkan direniş eğilimleri… Bu toplam manzarada, bir yandan insanca yaşam olanakları elinden alınan, bir yandan sesini çıkarmasın diye faşist baskı ve saldırılarla hedef alınan halk kesimlerinin hak alma ve özsavunma mücadelelerini örgütleyecek bir devrimci halk muhalefetine olan ihtiyaç bütün yakıcılığıyla kendini hissettiriyor.

Toplum alttan alta kaynıyor. Ücret gelirine bağımlı yaşayan on milyonlarca insan hiçbir zammın telafi edemediği bir yoksulluk ve geleceksizlik içinde. İşyerleri sendikal hak diyenin kapıya konduğu, uzun çalışmanın, angaryanın, mobbingin, ayrımcılığın, tacizin, düşük ücret dayatmasının sıradanlaştığı çalışma kampları gibi. Geleneksel örgütlerin hareketsizliği karşısında, işçi sınıfının kabaran öfkesi Ocak-Şubat 2022 döneminde olduğu gibi fiili direnişlerle kendini açığa vuruyor. Mütevazı çabalarla yeni işçi sınıfı gerçekliğine temas eden militan işçi önderleri, büyük bir potansiyelle karşılaşıyor. Geniş kesimlerin sınıfsal bir kader ortaklığı temelinde empatiyle karşıladığı “küçük” direnişlere büyük dayanışmalar eşlik edebiliyor. Birleşik Metal İş’in Bekaert direnişinde olduğu gibi, işçiler Erdoğan’ın yasak kararını tanımayıp fiilen greve çıkabiliyor. Sermayeyi, faşizmin ideolojik ve fiziksel şiddet aygıtları ile yan yana getiren her direniş, direnişçiye mücadele pratiği içinde destekçisini ve karşıtını görerek, politik sınıf bilincinin oluşumuna zemin hazırlıyor. Emek düşmanlığı, kadın düşmanlığı, gericilik, şovenizm, polis şiddeti, mülki amirlik yasakları, baskıcı yasalar, sansür… Hepsi adeta bir paket halinde karşımıza dikilerek karşıdevrim cephesini oluştururken beri yanda da direniş içinde müttefikleri ile buluşan devrimci sınıfın oluşumu gözleniyor.

Neoliberal yıkımın ağır şekilde hissedildiği eğitim, sağlık, enerji, kent ve ekoloji alanlarında sermaye egemenliğini ve AKP iktidarının politikalarını sorgulayan hoşnutsuzluklar, yeni örgütlenme ve mücadele arayışları, yer yer de militan çıkışlar gözleniyor. Eğitim ve sağlıkta “kamu”nun artık adı var. Özeli teşvik için kamu kurumları bilinçli olarak çökertildi ya da kimisi de devlet mülkiyetinde kalarak piyasalaştırıldı. 4+4+4 sistemi ile gerici-piyasacı bir dönüşüme tabi tutulan eğitimde “nitelikli ve bilimsel” ile “parasız” artık zıt kutuplarda yer alıyor. Dinci gericilik kamu okullarını zorunlu+seçmeli din dersleri, İslami vakıflarla imzalanan protokoller, gerici yöneticiler, müfredata müdahaleler ile bir ahtapot gibi sararken, “uzaktan eğitim” masalı ile 800 binin üstünde kız çocuğunun okula gitmesi engelleniyor. “Bilimsel, parasız, anadilinde eğitim hakkı” mücadelesi bugün sadece eğitim alanının değil toplumun da yeniden inşasını çağıran bir politik mücadele olarak yeniden anlam kazanıyor. Bu alanda yeniye dair ilk kıpırtılar eğitim emekçilerinden gelmeye başladı. Önce özel sektör öğretmenlerinin sendikalaşma girişimiyle, Öğretmen Sendikası’nın kuruluşuna tanık olduk. 30 Ağustos’ta Ankara’da Eğitim Bakanlığı’na yürüyüş sırasında polis karşısında takındıkları militan tutumla seslerini tüm Türkiye’ye duyuran özel sektör öğretmenleri güvencesizliğe karşı meşru militan bir çizgide fiili mücadele ile sahnedeler. Kamu kurumlarındaki eğitim emekçileri de kamudaki piyasacı dönüşümün bir adımı olan Öğretmenlik Meslek Kanunu’na karşı iş bırakma eylemleri ile 7 yıllık araya son verdi, bir nevi OHAL sonrası ölü toprağını üstlerinden attılar. Baskılar altında yaşadığı örgütsel daralmaya rağmen bu süreçte Eğitim Sen’in inisiyatifi, polis barikatlarını zorlayan kitlesel ve militan çıkışlar, iktidar yanlısı sendikaların bile harekete geçmek zorunda kalması, “geleneksel” diye kodlanan ve yer yer küçümsenen muhalefet odaklarının da bir devinim içinde “yeni”nin oluşumuna katıldığını gösteriyor.

Sağlık emekçilerinin pandemiden bu yana yükselerek yer yer sokağa taşan öfkesine yeni sendikal arayışlar eşlik ediyor. Bu sendikalar yer yer gerici söylemlerle ve gerici odaklar tarafından örgütlense de mevcut kaba sığmayan bir enerjinin olduğunu gösteriyor ki sağlık emekçilerinin ilerici birikimini temsil edenler açısından özeleştirel bir değerlendirme ihtiyacına da işaret ediyor. Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın sonuçlarını sağlıksız bir toplum, giderek ağırlaşan iş yükü, sağlık emekçilerine yönelik şiddet, hem işyeri içinde hem kurumlar arası büyük ücret farkları, yurtdışına göçü teşvik eden düşük ücretler şeklinde yaşayan emekçilerin öfkesi temmuz ayında sokağa taşmış ve İstanbul’daki eylemde polis barikatları aşıla aşıla İl Sağlık Müdürlüğü’nün kapısına dayanışmıştı. Birer emek cehennemine dönen özel hastanelerde hoşnutsuzluklar kendini göstermeye başladı. Sağlık hizmeti alanların cephesinde ise, Erdoğan’ın “giderlerse gitsinler” dediği sağlıkçıların göçü nedeniyle yer yer belli branşlarda uzman doktoru kalmayan ya da randevu alınamayan hastaneler var. En genel anlamda da pandemi döneminde aslında toplum sağlığını korumaktan uzak bir “tedavi ve ilaç satış sektörü”ne dönüştüğü görülen bir kapitalist sağlık sistemi var.

Kentlerin yağmalanması sürüyor. Bu da emekçilere kimi zaman kentsel dönüşüm projeleri, kimi zaman yükselen kiralar, kimi zaman da ev sahibi ise bile bulunduğu bölgede yaşadığı göreli yoksullaşma nedeniyle bir zorunlu iç göçü dayatıyor. Aynı şekilde doğanın maden ve enerji şirketlerinin talanına açılması kırsal nüfusun yaşam alanlarını yok ettiği gibi gıda güvenliği sorununu da büyütüyor. Barınma konusunda bugünün mücadeleleri henüz tepki ve arayış aşamasında. Parçalı bir halde süren doğa mücadeleleri ise geniş kamuoyu yaratma gücüyle yer yer saldırıları durdurabiliyor. Enerji ve gıda krizi geçtiğimiz yıl yaygın ve kitlesel zam protestolarını tetiklemiş, iktidar zamlar konusunda göstermelik de olsa kimi geri adımlar atmak zorunda kalmıştı. Şimdi yarım litre suyun 3, bir ekmeğin 5, bir simidin 7,5 TL olduğu, aylık toplu taşıma ücretinin 600 TL olduğu, elektriğe ve doğalgaza yeni zamların geldiği koşullarda fırıncılar odası başkanını tutuklamak ve bir türlü çıkarılamayan büyük rezervlerin müjdesini vermeye devam etmek iktidar açısından bir çaresizliğin ifadesi. Halk açısından ise kış gelirken geçim koşullarının ağırlaşmasının, yoksullaşmanın, nereden nasıl uç vereceği öyle kolay kolay kestirilemeyen ama gündelik hayatın kılcallarında kendine kanal arayan bir öfkenin…

Kadın hareketi polis şiddeti karşısında geri adım atmamanın, şiddetin karşısına cesaretle dikilmenin mümkün olduğunu 25 Kasım’da bir kez daha gösterdi. Kadınlar yalnızca feminist harekette üstlendikleri rolle değil bütün toplumsal mücadelelerde giderek daha fazla öne çıkarak, toplumsal muhalefetin en dinamik unsuru olmayı sürdürüyor. Emek mücadelesinde, ekoloji mücadelesinde ve dinci gericiliğe karşı mücadelede… Özellikle emek mücadelesinde ve dinci gericiliğe karşı mücadelede, çelişkiyi en derin biçimde yaşayan kadınlar feminist mücadelenin ilkelerini ve gücünü diğer mücadele alanlarına da taşıyor. Son örneği Koç Üniversitesi Hastanesi direnişinde olduğu gibi kadın mücadelesinin talepleri doğrudan bir işçi direnişinin taleplerine dönüşüyor ve direnişi bastırmak için gelen polisin şiddeti kadın militanlığı ile göğüsleniyor. İslamcı iktidar eliyle kışkırtılan kadın düşmanlığı, çatışmayı toplumsal yaşamın bütün kılcallarına yayarken iktidarı kırılganlaştıran bir dinamiği besliyor. İsmailağa Cemaati içinde açığa çıkan çocuk istismarı vakası, devamında gelişen tepkiler ve iktidar çevresindeki bocalamalar bu çatışmanın etki potansiyelini ortaya koydu. Kadınlar bu süreçte de yine yaygın refleksi gösteren kesimdi.

İktidar, kırılganlığını faşist saldırganlık ve tehditlerle telafi etmeye çalışırken, üstelik bu tehditlerin olası bir iktidar değişikliğinden sonra da farklı biçimler alarak sürmesi muhtemelken saldırının ve tehditlerin hedefindeki toplumsal kesimlerin endişeleri ve kendini savunma ihtiyacı büyüyor. Örgütlü muhalefet güçlerinin ve halihazırda mücadele eden toplumsal kesimlerin yanı sıra, Aleviler, Kürtler, LGBTİ+’lar, göçmenler, üniversite öğrencileri hedef haline getiriliyor. Kendini iktidarla özdeş hisseden herkesin toplumun geri kalanına şiddet uygulama hakkını kendinde gördüğü yerde buna karşı özsavunma geliştirmek de bir tercih değil zorunluluk halini alıyor. Bu da hak ve özgürlükler için verilen tüm mücadeleleri kesen özel bir örgütlenme görevi ve olanağı olarak devrimci muhalefet güçlerinin önünde duruyor.

Savaş sınır ötesinde değil, sokağımızda, yanı başımızda. Emekçi mahallesinde, işyerinde, okulda, öğretmenler odasında, hastanede, çarşıda, pazarda, markette, evde, kampüste, mahalle arasındaki bir cemaat evinde, henüz sokağa taşmamış öfkelerin büyüdüğü kapıların ardında duruyor. Kapıları çalıp o öfkeyle buluşalım. O öfkeyi, kaygıları, tepkileri, talepleri hak alma ve özsavunma eylemlerinde seferber ederek halka karşı savaş moduna geçen bu iktidarın karşısında halkı bağımsız politik bir güç olarak dikelim.

17 Aralık 2022

Sendika.org

Önceki İçerikZÜBÜKZADE İBRAAMLAR’IN KORKUSUYDU AZİZ NESİN[*]
Sonraki İçerik“TECAVÜZCÜ SENSİN!”[*]