DOĞU ANADOLU (KÜRDİSTAN) RAPORU

1 Haziran 1971’de Maltepe’de ölümsüzleşen Hüseyin Cevahir’in anısına  Doğu Anadolu (Kürdistan) raporu ve Küba Devrimi üzerine yazılarını ölümsüzlüğünün yıl dönümünde yayınlıyoruz…

“Bismil’de

Bismil, Diyarbakır’a bağlı bir ilçe… Merkez nüfusu 6 bin. Bismil’e bağlı 96 muhtarlık var. bunlara mezralar (muhtarlığa bağlı olan daha küçük yerleşme noktaları) da eklediğinde, yerleşme yerlerinin sayısı 120-130′a varmakta. köyler iki bölüme ayrılabilir: Dağ köyleri ve ova köyleri. Halk geçimini tahıl üretiminden sağlamaktadır. Ekilebilir toprak miktarı iki milyon dönümün üstündedir. Toprakların bir kısmı ağaların elinde… Ovaya traktör ve diğer tarım makineleri girmesine rağmen ağa ve şeyh baskısı devam etmekte.

(Silvan’da Yusuf Azizoğlu’nun kardeşi Abdülkadir Azizoğlu, köyünden geçen dereye bir baraj yapmaya karar verir. bütün müridlerini ve marabalarını toplayarak işe girişir- ücretsiz çalışılmaktadır, angarya- baraja torbalarla kum taşınmaktadır. Zayıf bir köylü yarı yolda düşer, torbayla. Şeyh bu durumu, görünce çok sinirlenir. köylünün yanına vararak tekmelemeye başlar. Köylü torbaya çok kum doldurulduğunu söyleyince küfrederek “gözün kör müydü?” der. Aradan birkaç gün geçince mühendissiz, plansız barajın duvarı arkada biriken suların basıncıyla çöker ve bir köylünün beli kırılır.)

Bismil kaymakamı Birgi Yaşar Çağlaşan’ın dediğine bakılırsa, ilçede asayişsizlik diye bir şey yok: Eşkiya, çevreyi sürekli tedirgin eden bir çete hiç olmamış. yalnız, adam vuran birkaç kişiyle bazı hırsızlar ve birkaç da asker kaçağı varmış. Bunların çoğu kendiliğinden teslim olmuş.

Yine Bismil’deki kavgaların adam vurmaların bir tek nedeni var: Toprak. bir yandan ağa toprakları on binlerce dönümü bulurken, bir yandan da ağalar hazine topraklarına el atmışlar. İki milyon dönümü aşan toprağın % 80′i ihtilaflı… Bu ihtilaflı durumu da, şimdilik bir tek şey çözümlüyor; yıldırmak. Bu yüzden bütün Bismil hatta bütün doğu ve Güneydoğu’da herkes, ağaların silahlı fedai beslediğini bilmekte… Asayişsizliğin tek nedeni toprak demiştik. Ağalar, köylülerin toprak taleplerini mahkûm besleyerek durduruyorlar. Belli bölgeler, bu mahkûmlarca ağa adına korunuyor. Bu durum politikaya seçimlere de yansıyor. Nitekim gazeteler Şaki Özbay’ın filan parti için, Hamido’nun falan parti için çalıştığını yazıp durdular.

(Bismil’in Binan Köyü’nde bir ağa oturur. İsmi: Abdülkadir Sinanlı -köylüler ve çevre halkı ferman ağa demekte- silahlı fedaileri olduğunu, bunların, otomatik silahlarla dolaştığını bilmeyen yok. Yüz bin dönüm toprağı var. Birkaç köy kendisinin, çuluyla, eviyle, insanıyla… 1969 milletvekili seçimlerinde AP için çalışır. köyden kasap İbrahim ise ilçeye uğradığında “YTP’ye oy vereceğim” diye bir tanıdığına söz verir. Bunu köy kahvesinde seçimlere bir gün kala, Ferman ağa’ya söyler. Vay sen misin bunu diyen, hemen ertesi gün kapı dışarı edilir. Hiç bir ağa kasap İbrahim’i yanına almaz, ağasına karşı geldi diye. Kasap İbrahim şimdi Batman’da iş aramaktadır.)

Son aylarda yapılan komando baskını sırasında ağa köylerine özellikle dokunulmamış. Ferman Ağa’nın köyünde sözde arama yapılmış ve hiç bir şey bulunamamış. Köylülerin bir şikâyet nedeni de bu. “Ağa’nın silahı var, elinden alınmaz, baskı yapılmaz. Ama bizde silah olmadığı halde işkence yapılır”. Komandolar, ellerinde bakanlar kurulunca arama ve işkence etme kararı olduğunu söylüyorlar. Bu kararı bugüne kadar gören olmamış. Eğer gerçekten böyle bir karar varsa, tam bir baskı, yıldırma ve terör havası yaratma; orduyu ağaların yanındaymış gibi gösterme çabası var. Aydınlar, ilericiler ve devrimciler bu kararın peşine düşmelidirler. Bu Türkiye halklarının kardeşliğini, birliğini bozup bölme ve sonra da, hükmetme planıdır. Emperyalizmin Ortadoğu’da uyguladığı planın Türkiye’ye düşen bölümüdür.

(Bismil’in göçmen kahvesinden Mustafa Bulut komandoların kahveye gelişini anlatıyor: “Komandolar kahveye geldiler. benim silahla adam öldürmeyle herhangi bir ilgim yok. Bismil’in içinde kahve işletmekteyim. ‘Buyurun’ dedim. Demez olaydım. Başladılar bana küfretmeye. Benim dayım da komando üsteğmeni. İyi bir insan… Bunu söyledim. suçum ne dedim. Tartaklayıp daha beter küfrettiler. Bir sürü adam vardı kahvede. Onurum kırıldı. Gözlerim doldu. Dayımdan bile nefret etmeye başladım. Yazık değil mi, biz de bu memleketin insanlarıyız!”)

Bu ilçe merkezinde bir küçük olay… Bu olayın arkasında yatan hesap basit ve tehlikeli… Ordunun, devrimci yanını bir yandan yok etmek, bir yandan da ordu ile halk arasında aşılmaz nefret duvarları yaratmak. Bunu kısmen başardıkları da söylenebilir.

Komandolar Kenberli Köyü’ne giderler. Köyde bir ortaokul mezunu var; Adnan Aktepe. Pırıl pırıl uyanık bir genç… Türkiye’nin ne durumda olduğunu kavramış: Kurtuluş için çareler düşünmekte, araştırmakta, okumakta. Kenberli Ağa köyü. Adnan Fakir, ortaokuldan sonra okuyamamış. Komandolar köye gitmeden ağalar Adnan’ı duyurmuşlar. Adnan sorulmuş. gelmiş. Getir silahını demişler. Yok deyince başlamışlar dövmeye. Biz gittiğimizde elleri parça parça idi. Vücudunda morartılar vardı. Sonunda köyde silah bulamazlar. Adnan’ın yediği dayak yanına kar kalır. Aslında bütün köylerde erkekleri bir tarafa kadınları bir tarafa toplayarak dövüyorlar ve çoğu köyden eli boş dönüyorlar.

Köylünün mahkûmlara ve ağanın adamlarına karşı silahlanmaları olağan bir şey… Ağanın adamları ağanın çıkarları için gözlerini kırpmadan adam öldürüyorlar, soygun yapıyorlar. İdari makamlarsa buna seyirci kalıyor. Köylüler bütün baskıları sır saklar gibi saklıyorlar.

(Aşağı Salat’tan Halil Toptaş; “ağaların fedaisi mahkûmlar belli bölgeleri diğer mahkumlara ve köylülere karşı koruyorlar. Bunun yanında baskılar bize geliyor ve kuru yanmadan yaşı yakıyorlar. Komandolar bizim köye de geldiler. Hepimizi içtima ettiler. Sonra koşturup güldüler. Ardından da başladılar dayak atmağa. Anlamıyorum bir türlü. Bu nasıl iş, bu nasıl hükümet, bu nasıl düzen? Komandolar bekçiden su istediler. Bekçi suyu getirince başından aşağı döküp gülüştüler. Bekçi suçumuz ne deyince ‘itoğlu it, su getirecek bir tek sen mi kaldın?’ dediler.”)

Bunların yanında gübre ve tohum yolsuzlukları ayyuka çıkmıştır. Örneğin; geçen sene gübre dağıtımı yüzünden halk yolsuzluk iddiasında bulunmuş. Ziraat Bankası genel müdürlüğüne başvurmuş. Banka müdür muavini Bahaattin – şimdi Palu’da ve belediye başkanı Necip Aslan ile adam kayırdıkları, gübreyi kapatıp karaborsa yaptıkları söylenmiş. Müfettişler gelmiş, sonunda hiçbir şey çıkmamış. Tepecik, Aralık Köyü’nün hakkı olan 25 ton tohumluk buğday toprakla hiç ilgisi olmayan üç kişiye verilmiş. Valiye yapılan müracaattan bir sonuç alınamamıştır.

Sonra tohumluğu necip aslan’la banka müdür muavini satmışlar – maaşı dışında hiçbir geliri olmayan Ziraat Bankası müdür muavini 150 bin liraya bir kamyon ve iki kat satın almıştır.

Hangi taraftan tutulursa tutulsun, bir bozukluk bir kokmuşluk ve bir yolsuzlukla karşılaşmaktasınız. İktidar bu durumu iyi bildiği için dikkatleri bilinçli bir biçimde başka tarafa çekmekte; yoğun bir “Kürtçülük” akımı olduğunu yaymaktadır. Oysa Kürtçülük yoktur. Olan kendi ana dilini kullanma hakkına sahip eşit vatandaş olma özlemidir ve ancak gerçek eşitlik şartlarında Türkiye halkının gerçek birliği ve kardeşliğinin inancıdır.

(Aralık Köyü muhtarı Ali Budak anlatıyor: “Bizim köyden Obalı köyüne giden bir çocuğu yoldan çeviriyorlar. Saat sabahın 4.30′u. hava sisli, alabildiğine soğuk. bizi evden çıkardılar. Beni köyün dışına götürüp, mahkûm ve silah olup olmadığını sordular. Kadınları camiye doldurdular. Bizi de bir araya topladılar. hepimizi aradılar. Köyü didik didik ettiler, hiç bir şey bulamadılar. Subaylar görmedi ama erler bizi dövdüler.”)

Bekir Cengiz yaşlı ve kulakları ağır işiten bir çerçi… Köylere incik boncuk satarak ekmek parası çıkarmağa çalışıyor. Yolda komandolar Bekir Cengiz’i görüyorlar, ‘dur’ diyorlar. Bekir Cengiz duymuyor ve yoluna devam ediyor. Hızlanarak yetişiyorlar. ve Bekir Cengiz’i feci bir şekilde dövüyorlar.

Molla Feyyat köyünde herkesin toprağı var. Kköyün ağası olmadığından “hükümet kapısı”nda itibarı yok, koruyucusu yok. Komandolar köylüleri bir araya toplarlar, köyü ararlar. Hiçbir şey bulamayınca başlarlar köylüleri dövmeye. “Niye silahınız yok” diye. Bir köylü “silahın olsa bir türlü olmasa bir türlü” diyordu. Ddiğeri ise “adamların gayesi seni dövmek ister silahın olsun, ister olmasın.”

Mezrakebir Köyü’nde de köy imamına kimde silah olduğunu soruyorlar. İmam bilmediğini, bilse de zaten ’söylemeyeceğini, bir din adamına ispiyonculuk yakışmadığını söylüyor. Bunun üzerine köylüleri dereye götürüp çamura yatırıyorlar. Yatmayanları da zorla yatırıp sırtında tepiniyorlar.

Bunlar birkaç örnek. Bismil’de bunlardan dahi kötü, daha akla hayale sığmaz işkenceler yapılmıştır. Bunları yapanlar bu memleketin askerleri, yaptıranlar da emperyalizmin işbirlikçileri ve toprak ağaları. İşkence yapılanlar ise ülkemizin halkı. Birinci milli kurtuluş savaşı’nda Fransız ve İtalyan kurşunlarına karşı koyanlarla onların çocukları… Emperyalizmi silah zoruyla ülkemizden söküp atan Mustafa Kemal’in çetecileriyle, onların çocukları.

Silvan’da

Korit’e üç kere baskın yapılıyor. I. ve II. seferlerinde köylüler tüm dışarı çıkarıldıktan sonra erkekleri bir yere, kadınları bir yere topluyorlar. Sonra köyde arama yapılıyor. Didik didik ediliyor köy. Komandolar zaten birkaç aydan beri eşkıyaları ve ağaların kiralık katillerini kovalamayı bırakıp bu işle uğraştıklarından durumu çok iyi idare etmektedirler. Hiçbir şey bulamayınca küplere biniyorlar. Yaşlıları ayırmamak kaydıyla bütün erkeklere yat-kalk-sürün emirleriyle işkence ediliyor. Köylüleri tepeye çıkararak dereye doğru yuvarlıyorlar. Dereye gelindikten sonra tepeye doğru marş marşla koşturuyorlar. Geride kalan ihtiyarlar dövülüyor, küfrediliyor. III. sefer göçebeler de arandıktan sonra tekrar köye geliniyor. Yolda sığırtmaca rastlayan komandolar “ulan niye eşkiya besliyorsunuz” deyince, sığırtmaç; “hiç bir şeyden haberim yok, ben hep dışarıdayım” cevabını veriyor. Bunun üzerine sığırtmaç İbrahim’i falakaya yatırarak işkence ediyorlar. Sığırtmacın bacakları mosmordu, ayaklarının altı kabarıp çatlamıştı ve on gün sığırtmaç yatağından kalkamamış, ayağının üstüne basamamıştı.

Veysitaulya’da köylüler hiçbir şey demediler. Çocuklardan biri dövüldüklerini söyleyince “yok öyle bir şey” dediler ve çocuğu kovalamaya başladılar.

Silvan’ın merkezinde 8 Nisan 1970 günü sabah saat üç sıralarında 3 bine yakın jandarma, komando birlikleri, altı helikopter ve topçu keşif uçaklarının desteğiyle etrafı kuşattılar. Görenler sanki bir düşman kalesi muhasara altına alınmış da düşürülecekmiş sanırdı. Gürültüden uyanıp evinden çıkan herkesi istisnasız belli bir toplanma yerine götürüyorlar. Toplanma yerleri tekel işletmesi meydanı, çala korte, Şador’un yukarı kısmı idi. Olup bitenleri öğrenmek için başını dışarı çıkaran herkes dipçiklenerek bu toplanma yerlerine getirildi. Toplanma yerlerinde halka sürün, yat, kalk, yuvarlan emirleriyle toplu halde işkence edildi. Ve halkı sırt üstü, yüzükoyun yere yatırarak üzerlerinde tepiniyorlar, gülüşüyorlardı. Bu durumdan haberdar edilen Mehdi Zana tekel işletmesi yanındaki toplama yerine gider, fakat Zana da aynı işleme tabi tutulur. Bu işkencelerin en şiddetlisi Şador’un yukarı kısmındaki toplama yerinde olur.

Saat dokuz sıralarında kaymakamlığa müracaat edilir, -şimdi Köyceğiz kaymakamı- kaymakam işkence yapılmadığını, yalan söylediklerini beyan edince, Abdülkerim Ceylan kaymakamı olay yerine davet eder. Bunun üzerine kaymakam, “öyleyse gidin, bildiğiniz yere şikâyet edin” der. Sonra güya Abdülkerim Ceylan makamında kendisine hakaret etti diye nezarete alınır. Polis Abdülkerim Ceylan’ı bir süre karakolda alıkoyar. Aynı anda Feridun tepesi semtinde evler aranarak halka sürekli işkence yapılır. Arama ve işkence saat 17′ye kadar devam eder.

Emperyalizm işbirlikçi patron ağa mütegallibe ittifakı somut olarak bu aramalar sırasında halkın gözü önüne seriliyor. Aramadan üç gün önce Diyarbakır valisi -ki şimdi kendisine emniyet genel müdürlüğü teklif edilmiştir- Silvan ağalarına haber yollar. Ağalar hemen Ankara’ya tatil yapmaya gelirler. Halk bu durumun farkında… Ayrıca Silvan’da arama ve işkence yalnız sur dışında yapılır. Sur içine dokunulmaz. buralar silvan zenginlerinin oturduğu yerlerdir.

Bu arama ve işkencelerin en korkunçları Derik, Eruh ve Siirt taraflarında yapılır. Ama buralardan hiç ses çıkmaz. Halk gün geçtikçe kabaran öfkesini içine hapseder. Ancak 8 Nisan’da Silvan’ın merkezi basılınca bazı kimselerin haberi olur.

(Örneğin Derik’te Rafşat köyü imamını çırılçıplak soyarlar. Tenasül uzvuna bir ip bağlayarak karısının eline tutuştururlar, bütün köyü dolaştırırlar. Sonra karısına işkence ederler. Köy imamı bu olaydan sonra kaçıp ortadan kaybolmuştur. Kimse nereye gittiğini bilmemektedir.)

Bir başka olay: Diyarbakır merkezine bağlı davudi köyünde arama yapılırken komandolar bir genci yatırıp korkunç bir şekilde döverler. Bu duruma dayanamayan babası çocuğun üstüne atılır, “aman, onun yerine beni dövün” der. Başının arka kısmına indirilen bir dipçikle kafası yarılır. Buru köyü doğumlu Mehmet oğlu Dursun Yanardağ 60 yaşındaydı. 18.3.1970 tarihinde Diyarbakır tıp fakültesi hastanesine getirilir ve 22.3.1970′de beyin kanamasından ölür. Köylüler trafik kazasında öldü diyorlardı. Biz ısrar edince “yahu diriltecek misiniz? öldü işte” dediler.

Bunlar bizim gözleyebildiğimiz birkaç olay. daha bunlar gibi, bunlardan kötü binlercesi yapılmakta doğu ve Güneydoğu Anadolu’da. bunlar özünde emperyalizmin “böl ve hükmet” politikasının tezahürleridir. Ülkemizin emperyalizmden, işbirlikçileri ve toprak ağalarından temizlenip halkımızın kurtuluşunu ve mutluluğunu istiyorsak bu olayları dikkatle izlemek, doğu sorununu bilimsel bir açıdan, gerçek yurtseverlik açısından ortaya koymak zorundayız. Doğu’da yüzyıllardır Türk halkıyla kader birliği yapmış, düşmana karşı omuz omuza dövüşmüş bir Kürt halkı var. bu halkın Türk halkı gibi çözümlenmemiş binlerce sorunu ortada duruyor. Ağa baskısı, açlık, zulüm, işbirlikçi iktidarın terörü doğu’da kol geziyor.

Bir yandan da emperyalizm orta doğu’da planını hızla tatbik, etmekte… Halkların arasına düşmanlık sokup emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesini bölmeye, arkadan hançerlemeye çalışmaktadır. İşte durumun can alıcı noktası burası… Türkiye devrimcileri uyanık davranıp bu oyunu şimdiden bozmaya çalışmazlarsa ilerde çok büyük açmazlara düşebilirler.

Doğu sorunu ancak devrimci yoldan çözüme bağlanabilir. Bu devrimci iktidar uğruna Türk ve Kürt devrimciler, bütün yurtseverler omuz omuza çalışmalıdırlar. Halkların var olan gerçek kardeşliği pekiştirilmeli, baş düşman emperyalizme karşı mücadele edilmeli ve uyanık olunmalıdır. Tek doğru yol budur. Yoksa hangi saflarda olursa olsun burjuva şovenizmine düşmek, emperyalizmin oyununa gelmektir, bölücülüktür.”

Hüseyin Cevahir’in Aydınlık Sosyalist Dergi (Mayıs 1970-sayı 19) da çıkan Doğu Anadolu (Kürdistan) Raporu

KİTLELER KÜBA DEVRİMİ VE YENİ OPORTÜNİZM

Yarım asırlık bir geçmişi olan sosyalist hareketimizin sağladığı birikim 27 Mayısın getirdiği sınırlı özgürlük ortamı içinde birden bire su yüzüne çekti. (TİP’in 1965 milletvekili seçimleri dolayısıyla, Taksim’de düzenlediği miting 50 bin kişiyi biraraya getirmişti. Bu, kimilerinin sandığı gibi iki meydan nutku, ya da bir, iki gazetenin belirli köşelerinde yazılan fıkraların oluşturduğu bir yığılma değildi.)

Ama TİP’in Aybar-Aren oportünist kliği bu potansiyeli hovardaca harcadı. (Nitekim 1966 ve 1967’de yine aynı yerde TİP tarafından düzenlenen mitingler, ancak sekiz-on bin kişiyi bir araya getirebilmiştir.) Başlangıçta ezilenlerin bir umut ışığı olarak beliren TİP, oportünist yöneticilerin elinde bu niteliğini yitirdi ve emperyalizmin çizdiği sınırlar içinde sosyalistçilik oynayarak; devrimci hareketimiz içinde emperyalizmin beşinci kolu olma görevini benimsedi.

Bugün devrimci hareketimiz TİP’in oportünist yöneticilerini gerisinde bırakarak hızla gelişmekte, kitlelerle organik bağlar kurmaktadır. Artık proleter-devrimcı hareket yığınların gözünde meşruluk kazanmış ve aktif destek sağlama yoluna girmiştir. İstanbul’da yüzbini aşan bir kitle, tarihimizin en büyük ve en bilinçli işçi hareketini proleter devrimcilerle omuz omuza yürütmüştür. Karadeniz’de onbinler, Çıtlakkale’den bayrağı taşıyan bir Kurtuluş Savaşı gazisinin peşinde, sol kolları havada, Giresun’a yürümektedirler. Bulancak’ta, Fatsa’da, Ordu’da, Ünye’de onbinler, işbirlikçileri tatlı uykularından etmektedir. Ve bütün bu hareketler bölgedeki proleter devrimcileriyle, devrimci gençler tarafından kitlelerin somut isteklerinden hareketle düzenlenmiş, yönetilmiş, ya da yönetimleri ele geçirilmiştir.

Öte yandan tütün üreticileri, çay, üzüm, pancar ve afyon üreticileri, kendiliklerinden ya da bölgedeki proleter devrimcilerin ön ayak olmasıyla, emperyalizmi ve işbirlikçilerini ürkütüp onları yeni formüller aramaya itmiştir. (Bilindiği gibi Amerikan emperyalizmi, bir yandan sosyalist ülkeleri çembere almak bir yandan da gelişen Orta-Doğu devrimci hareketini bastırmak için Yunanistan (cunta) – Türkiye (işbirlikçi iktidar) – Iran (şah) Pakistan (Yahya Han) zincirinin üzerinde dikkatle durmakta ve bu zinciri istediği gibi kullanmak için olağanüstü çaba harcamaktadır. Bugün zincirin Türkiye halkasını yöneten işbirlikçi iktidar çaresizlik içindedir. Ekonomik buhran ve kitlelerin rahatsızlığı emperyalizmi, zincirin bu halkasını kuvvetlendirmeye; ona yeni kan vermeye itmektedir. İşte Yahya Han formülünün altında yatan gerçek, özetle budur).

Bu durumda Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik önemi, her zamankinden daha çok değer kazanmıştır. Ve şimdi Türkiye proleter devrimcilerine daha büyük görevler yüklenmektedir. Bir yandan bu görevler üzerinde tartışırken, öte yandan da proleter devrimci hareketimize musallat olan oportünizmin yanlış tutumunu yeniden sergilemek yararlı olur kanısındayız.

Artık iyice posası çıkmış Filipin tipi demokrasiciliği ve işbirlikçi iktidarın içinde kaldığı çaresiz durum, proleter devrimcilerini hergünkünden daha çok ve daha sistemli bir biçimde, “daha çok günlük iş” parolasını bayrak yapmaya itmektedir. Ancak hareketimizde etkin olmaya çalışan oportünizme karşı mücadeleyi, emperyalizme karşı mücadeleden ayırmamak zorundayız. Zira, devrimci saflar oportünizme karşı mücadele vere vere gelişir, çelikleşir.

Bugün. Türkiye’de başlıca iki oportünist akım boy göstermektedir. Aybar-Aren-Boran oportünizmi bir, Yeni oportünizm iki. Aybar-Aren-Boran oportünizmi yürütülen ve yürütülmekte olan aktif ideolojik mücadele ile gün geçtikçe yıkılmakta, yıkıldıkça da polisle işbirliği yaparak devrimcileri jurnallemekte ve emperyalizmin safında yerini almaktadır.(1)

İkinci tip oportünizm ise (yenisi), daha kamufle olmuş biçimdedir. Nihai tahlilde hangi kılıkta olursa olsun, hangi stratejiyi (Sosyalist Devrim – Milli Demokratik Devrim) savunuyor görünüyorsa görünsün, “oportünizm saflarımızda emperyalizmin beşinci koludur”. Ve bazılarının iddia ettiği gibi, oportünizmle doğru devrimci çizgi arasındaki çelişki, “halk içi çelişme” değildir.

Değil mi ki, oportünizm saflarımıza güvensizlik, yılgınlık, teslimiyet, pasifizm, kuyrukçuluk ve maceracılık sokmaya çalışmaktadır, birini diğerinden ayırmaksızın, ikisine karşı aktif mücadele proleter devrimci görevdir.

Biz bu yazımızda daha çok yeni oportünizmin yanlış görüşleri üzerinde duracağız. Gerçi bu görüşler gerek Aydınlık’ın 15. sayısından itibaren bir-çok yazıda, gerek toplantılarda, gerekse sosyal pratikte defalarca mahkum edilmiştir. Ama daha bilinç düzeylerinin düşüklüğü ve kişisel bağlılıkları nedeniyle oportünizmin safında olup da bunlardan devrimci potansiyelleri olan, doğru devrimci çizgiyi benimseyecek arkadaşlara bir uyarıda bulunmak ve bir küçük burjuvalar ülkesi olan Türkiye’de oportünizmn daha fazla etki alanı bulmaması için tekrar tekrar eleştirilmesi gerekmektedir.

YENİ OPORTÜNİZMİN ÇÜRÜK TEMELİ

Yeni oportünizmin eleştirisine geçmeden önce hemen şu noktayı belirtelim; Biz bu yazımızda bazı genel yanlışlıkları kalın çizgileriyle belirttikten sonra, daha çok ve ayrıntılı bir biçimde, yeni oportünizmin kitleler ve Küba Devrimi konusundaki hatalı tutumu üzerinde duracağız. Zira ABD’nin 90 mil ötesinde Milli Kurtuluş Savaşı verdikten sonra sosyalizme doğru ilerleyen Küba Devriminin genel bir incelemesi zorunludur. Bu aynı’ zamanda dünya devrimci pratiğinin ve kendi devrimci hareketimizin sıhhatli gelişimi üzerinde olumlu etkiler yapmasını sağlayacaktır.

Oportünizm istediği kadar marksizmin genel doğrularının arkasına gizlensin, istediği kadar marksist terminolojiyle konuşur görünsün, pratikte, yaptığı yorum ve analizlerde, çürük temeli hemen sırıtır. “Ve doğaldır ki, temeldeki yanlış analiz, temelin üstünde yükselen binanın bütün;katlarında da yansıyacaktır.” (2)

Defalarca yazılmasına ve eleştirilmesine rağmen, yeni oportünizme temellik eden şu ünlü önermeyi (!) tekrarlayıp açmakta, üstünde basa basa durmakta fayda vardır. Çünkü Aydınlık’ın 12. sayısında belgelendirilen bu yeni öneri, devrimci saflarla oportünizmin kesin ayrılışına yol açmış ve bundan sonra yeni oportünizmin yaptığı bütün analizlerin hareket noktasını teşkil etmiştir.

“Proletarya devrime öncülük edebilecek objektif ve subjektif şartlara sahip değildir.” (3)

Milli demokratik devrimin olabilmesi, kalıcı zaferlere ulaşabilmesi için proletaryanın öncülüğünde yürütülmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Eğer bir ülkede proletarya, öncülüğün objektif şartlarına sahip değilse, “o ülkede milli demokratik devrim gerçekleştirilemez. Genel planda yürütülecek mücadele bizi sonunda Milli Demokratik Devrime doğru götürecektir demek bir şey değiştirmez. Dünyanın en geri ülkesinde bile geçerli devrimci strateji milli demokratik devrim stratejisi olarak ilan edilirken ve yeni oportünistler de buna bağıra çağıra katılırken, Türkiye için milli demokratik devrim aşamasının henüz ileri bir aşama olduğunu iddia etmelerine akıl sır erdirmeye imkan yoktur.

“Elbette proletarya öncülüğünün objektif ve subjektif şartlarına sahip değilse, devrimde öncü olmaz.” 4 Proletaryanın öncü olamaması milli demokratik’ devrimin yapılamayacağı anlamına gelir. Zaten bu mantık silsilesi içinde kendileri ortaya “Milli Demokratik Hareket” (5) diye bir geçiş aşaması atmışlardır.

Her ne kadar yeni oportünizm açık seçik “milli demokratik devrim aşamasının gerisindeyiz”, demiyorsa da; müphemlik, muğlaklık, muallakta olmak, saman altından su yürütmeye kalkmak oportünizmin genel niteliğidir. Ama dikkatli okutun, gözünden yeni oportünizmin bu sonuca varmak istediği gerçeği kaçmamaktadır. Bu bakımdan yeni oportünizm sağ oportünizm ve dolayısıyla pasifizmdir. Ülkenin ekonomik düzeyini, proletaryanın ulaştığı gücü ve şartları olduğunun altında göstermektedir. Aynı şekilde Aybar-Aren-Boran oportünizmi ise bunun tam tersi bir tutumla, proletaryayı ve ülkenin şartlarını olduğundan daha yüksek göstererek, atılacak devrimci adım olarak sosyalist devrimi önermektedir. Aslında eski teslimiyetçi oportünizmin proletarya, ittifaklar, anti-emperyalist mücadele, devrim diye problemleri yoktur. O, yalnızca devrimcileri jurnallemek, polisle ve emperyalizmle işbirliği yapmak görevini yüklenmiştir ve bunu başarıyla yürütmektedir.

Yeni oportünizmin temelini teşkil eden bu meşhur önerme gereği gibi eleştirilip mahkum edildikçe, yeni oportünizmin sözcü kliği bunu geri alır gibi olmuş, “tartışılabilir” denmiş, “inandırılırsak vaz geçeriz” denilmiş, ama yeniden buna sıkı sıkıya sarılınmıştır. Açıkça görüleceği gibi, yüz yıllık bir geçmişi olan işçi hareketimiz, elli yıldır sürdürülen proleter devrimci mücadele ve 16 Haziran olayları dosta düşmana artık bu tezi buruşturup çöp tenekesine attırmış ve bazılarının sandığının aksine işbirlikçilerin eteğini tutuşturmuştur.

Proletarya devrime öncülük edebilecek objektif şartlara sahip olamayınca, kendilerine “proleter devrimci” diyenlerin bir “iş” yapması gerekir. Yoksa bu sıfatı kullanmaya ve onu kuyrukçu dergilerin başına oturtup, allaya pullaya piyasaya sürmeye imkan yoktur.

Yapılacak “işi de yine bu meşhur önermeden çıkarmak hiç de zor olmamıştır. Bu dönem, “Milli Demokratik Hareketler” dönemidir. “Öncü küçük burjuva radikalleridir”, “proleter devrimcilerin görevi de onları desteklemektir.” Bu “proleter devrimci görev”, “destek-dostluk-eleştiri” şeklinde dahiyane(!) bir formülasyona bağlanmıştır. (Burjuvazinin henüz devrimci barutunu tüketmediği emperyalizmin I. Bunalım dönemindeki bazı Asya ülkeleri için bu geçerli bir formül olabilirdi. Ancak burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği emperyalizmin çöküş döneminde böyle bir formül ancak kuyrukçuluğu tescil için ortaya atılabilir.) Bu formülde öncülük yoktur. Zaten öncülüğün olması, oportünizmin kendi içinde ayrıca gülünç bir mantıksızlık taşımasına da yol açacaktı.

Türkiye’nin emperyalist dünya sistemi içinde sömürülen bir ülke olduğunu gözden ırak tutan yeni oportünizm, bir gün gelecek ki, “objektif şartlar olgunlaşacak” ve o zaman formüle öncülük de girecektir fikrini savunur duruma geçmiştir.

Proleter devrimcilerin genel hedefi iktidardır. İktidar mücadelesinde küçük burjuva radikalizmini desteklemeyi görev sayan kişiler proleter devrimci değildir. Olsa olsa Marksist terminolojiyi bol bol kullanarak saflarımıza sızmış küçük burjuva devrimcilerdir. (6)

YENİ OPORTÜNİZM VE KİTLE ANLAYIŞI

İnsan bir kere yanlış noktadan harekete başladı mı, ondan sonra atacağı her adım, yapacağı her hareket bu yanlış noktanın izlerini taşır. Nitekim, yeni oportünizm de bu yanlış hareket noktasının bütün tersliklerini görüşlerinde belirlemiştir.

Pek çok konuda olduğu gibi, üretim ilişkileri(7), ittifaklar ve milli cephe (8) gibi temel konularda sürekli yanlış görüşler vazetmiş ve bunlar dipnotlarda verdiğimiz yazılarda eleştirilerek ipliği pazara çıkartılmıştır.

Yeni oportünizmin bir başka önemli yanlışlığı da kitleler konusunda yapılanıdır. Her ne kadar yeni oportünizmin kitleler ile fazla ilgisi yoksa da (çünkü sokakta gazete satmayı tek kitle eylemi saymaktadırlar) Amerika’dan yeni gelip, ayağının tozuyla Türkiye’nin devrimci hareketi üzerine ahkam kesenlerin daha dikkatli davranmaları ve pratiği de önemli bir kıstas olarak ele alıp ona göre konuşmaları için bir uyarıda bulunmayı gerekli gördük.

Çünkü: “Diyalektik materyalizmin bilgi teorisi pratiğe ilk yeri verir ve insan bilgisinin pratikten hiç ayrılamayacağına inanır.” (9) Eğer pratikten haberimiz olmaz, ama büyük laflar, parlak formüller, koymaya kalkarsak bunlar yanılgılardan içi boş kalıplardan bir adım bile ileri gidemez. Ortaya attığımız her tez hayatın gerçeği karşısında güzel ve işe yaramaz dar bir formül olarak kalır. Hareketimize yenilik, doğruyu kavrayıcı bir yol getirmez. Çünkü biz okuduklarımızla kendi ülkemizin somut pratiği arasında bir birlik, bir uyum sağlamamışızdır. Çünkü, biz okuduklarimızı eylem kılavuzu olarak kendi gerçeklerimize uygulamamış, bunun için okumamışızdır.

Durum böyle olunca aşağıdaki hikayeleri uydurur, bunlara inanır ve bir kısım saf tayfasına da yuttururuz.

“…mücadelenin başlangıç safhalarında küçük burjuva radikallerinin daha büyük bir hareket kabiliyetine sahip olmaları, kitlelerin proleter devrimcilerinden çok onların sözlerini dinliyor, onları izliyor olmaları doğaldır, tarihi bir veridir.”(10)

Bir tez sadece sonuna “doğaldır, tarihi bir veridir” sözlerini ekleyip altını çizmekle geçerlilik kazanmaz, kazanamaz. Bunun tarihi köklerini araştırıp belli bir temele oturtmak ve pratikte yansımasına bakmak gerekir Tarihi kökleri araştırıldığında proleter devrimcilerin, küçük burjuva devrimcilerinden daha avantajlı oldukları kolayca görülebilir. Çünkü küçük burjuva devrimcilerinin tarihimizde belli bazı dönemlerde yanlış uygulamaları olmuştur. Oysa proleter devrimciler yeni bir güçtür, kitlelerin onlara inanması kolaydır. Kaldı ki, proleter devrimcilerin elinde Marksizm-Leninizm gibi şaşmaz bir eylem kılavuzu vardır.

Proleter devrimcilerin Türkiye’de bir pratikleri vardır. Ve de, “doğrunun tek ölçüsü sosyal pratiktir. Pratik diyalektik materyalizmin bilgi teorisinde ana noktadır.” (11) Bu ‘pratiğin içinde çoğu’ zaman küçük burjuva devrimcileriyle bir arada çalışmışlardır. Akhisar’da, Ödemiş’te, Bulancak’ta, Giresun’da, Fatsa’da yapılan mitingler, kitle içindeki politik çalışmalar, kitle’ gösterileri, yürüyüşler bize neyi göstermiştir? Bu eylemlere katılan arkadaşlar şunu açık seçik görmüşlerdir ki, proleter devrimciler sistemli çalıştıkları takdirde kitlelerin üzerinde daha çok etkili olmakta, kitleler de onları daha inançla izlemektedirler. Karşı-devrimin bütün çabalarına rağmen, Akhisar’da SDDF üyelerinin düştüğü durum, Karadeniz’de, Trabzon’dan gelen sosyal demokratların, proleter devrimcilerin örnek çalışması karşısında, sadece el oğuşturmaları neyi kanıtlamaktadır acaba? `Halil Berktay’ın yanlış tezini mi, yoksa proleter devrimcilerin bütün güçlüklere, baskılara rağmen’ daha etkili olabileceklerini mi?

Yine kendilerinin devrime olarak gördükleri Nail Gürman’ın bütün karşı çabalarına rağmen, Alaçam’ın tütün üreticileri, proleter devrimcilerle birlikte ilk defa kendi haklarını korumak için miting meydanım doldurmadılar mı?

Elbette kitleden haberimiz olmaz, herhangi bir kitle hareketini hazırlayan, kitleyi ajite eden propaganda yapan, ilkel de olsa örgütleyenler arasında bulunmazsak veresiye konuşmuş, veresiye yazmış oluruz. Besbelli ki, bu da hareketimize yarar değil, zarar getirir.

Kitle konusunda üzerinde durulması gereken bir başka hatalı tutum da, kitle eylemine katılan her ferdin mutlak bir bilinç düzeyinde olması gerektiğine inanmak, bir kişinin bile bu bilinç düzeyinin altında olması sanki eylemin başarısına gölge düşürecekmiş tavrını takınmaktır. Elbette gönül ister ki, harekete katılan her fert azami bilinç düzeyinde olsun. Ama buna fiilen imkan yoktur. Bu ancak bizim sübjektif isteğimiz, dileğimiz olur. Gerçek bunun başka türlüsüdür. Sosyalist kendi subjektif niyetine göre hareket etmez. Gerçeği kendi dileğiyle çakışır duruma koymaz.

“Öncü, bir eylemde kendisini izleyen kitlenin her ferdinin o eyleme bilerek, isteyerek, bilinçli olarak ve o eylemin bütün muhtemel sonuçlarına katlanmayı göze alarak katılmasını sağlamalıdır”(12)

Soyut bir formül olarak bakıldığında insana öylesine hoş ve göz alıcı geliyor ki, hayran olmamak elde değil. Nitekim kendisi de çok önemli şeyler söylediğini farzetmiş olacak ki, tutmuş bir de altını çizmiş. Ama somuta, dünya devrimci hareketinin pratiğine indirgendiğinde yanlışlığı hemen sırıtıyor.

Bir kere yukarda da belirttiğimiz gibi, buna fiilen imkan yoktur. Kitle tümüyle “bütün muhtemel sonuçları bilerek” bir harekete kalkmaz. Somut hedefler konur, bu somut hedeflere varmak için harekete girişen kitle, giderek baştan düşünmediği şeyler düşünmeye, öğrenmeye, bilinçlenmeye başlar. Hep biliriz ki, pratik en büyük eğiticidir. Devrim hızlandıkça, devrimci hareket geliştikçe, kitleler hareket içinde çok daha hızlı eğitilirler, pişerler.

“Devrimin, siyasi gelişmenin … insanları eğittiği tartışma götürmez bir gerçektir; ve asıl önemli olan devrimin sadece yöneticileri değil, aynı zamanda yığınları da eğitmesidir.” (13)

Aslında bu genellemenin altında; aynı zamanda anti-emperyalist gençlik eylemlerinin doruğuna ulaştığı Tuslog hareketinin inkarı yatmaktadır. Sözde DTCF bahçesine toplanan gençler, akademik sorunlar üstüne kararlar almayı beklerken, “bilmedikleri, muhtemel sonuçlarını göze alamayacakları” bir harekete itilmişlerdir. Yine bu mantık bizi, eski TBMM forumunu ve bütün devrimci gençlik hareketlerini inkara götürebilir.

Bir başka açıdan bakıldığında, yine bu tür kitle anlayışının yanlışlığı ortaya çıkar. Devrim yapılan ülkelerde bile pek çok kimse bu yeni durumu kavrayamamış, ama devrimden sonra da yürütülen politik ideolojik çalışmayla, kampanyalarla bunlar kazanılmışlardır. Örneğin Mao, “emperyalizme, feodalizme ve bürokratik kapitalizme halk tarafından son verilince, pek çok kimse Çin’in kapitalizme mi, sosyalizme mi yöneleceğini pek de bilmiyordu”(14), sözlerini devrimden sekiz yıl sonra 1957’de söyleyebilmiştir.

Eğer Halil Berktay’ın söylediklerini doğru varsayarsak, artık hareket içinde propagandaya, kitleyi örgütlemeye, daha üst düzeyde eylemler için ajite etmeye pek fazla ihtiyaç yoktur. Bu öncü ile kitlenin aynı eylem ve bilinç düzeyine çıkması gerektiğini iddia etmektir ki, bakın bu konuda Stalin ne diyor: “Kapitalist düzende, bütün sınıfın ya da hemen hemen bütün sınıfın, .öncüsünün yani kendi Sosyal Demokrat partisinin bilinç ve eylem düzeyine çıkabileceğini düşünmek kuyrukçuluk, ‘manilovizm’ olur.” (15)

Kaldı ki, Stalin bunları işçi sınıfı için söylüyor. Oysa bizim hareketimizin içinde köylü, küçük burjuvazinin çeşitli katları, belki milli burjuvazinin en ilerki kesimi de olacaktır. Bu kitle Halil Berktay’ın söylediklerini daha da gülünç kılmaktadır. Her aklımıza esenin doğruluğunu, yanlışlığın’ tartmadan, marksist teorinin ve pratiğin eleştiri süzgecinden geçirmeden, parlak laflarla süsleyip söylersek, bize devrimci değil, aklına eseni söyleyen küçük burjuva lafazanı derler.

KÜBA DEVRİMİNİ YERİNE OTURTALIM

Her devrimcinin görevi devrim yapmaktır. Görüldüğü gibi dünyanın geri kalan kısımlarında nasılsa Amerika’da da devrim başarıya ulaşacaktır. Ama evlerin kapısı önünde oturup emperyalizmin cesedinin geçmesine beklemek devrimci bir tutum değildir. Job’un görevi bir devrimciye uymaz. (16)

Yazımızın başında yeni oportünizmin Küba devrimi konusunda da yanlış görüşlere sahip olduğuna değinmiştik. Bugün PDA çevresinde kümelenenlerin, açık oportünist bir tutum benimsemeye başlayalı beri nasıl dönekleştiklerini görmek için azıcık dikkat etmek yeterlidir. Onlar, istedikleri kadar Aydınlık’ın çıkışından beri aynı çizgiyi sürdürdüklerini iddia etsinler. Şimdi kendi yazılarından örnekler vererek, git gide nasıl çelişik, dönek bir tavır takındıklarını göstermeye çalışacağız.

“Latin Amerika’da Küba devrimiyle açılan devrim mücadeleleri’ bugün bütün kıtayı sarmıştır… Latin Amerika ihtilalinin baş kumandanı Che Guevara, 1967 Ekiminde Bolivya dağlarında şehit düşmüştür… Guevara’nın tutuşturduğu milli kurtuluş meşalesi bütün Latin Amerika halklarının yolunu aydınlatmaktadır.” (17) Bu yazı Aydınlık Dergisi kurucuları imzasıyla yayınlanmıştır. Bugün “Proleter Devrimci” Aydınlık’ın oportünist çizgisini temsil edenlerin bir çoğu bu yazının altına imzalarını atmışlardır. O günlerde bunları söyleyenler, şimdi bunun tam tersi bir tutum içindedirler. Yalnız Küba devrimi değil, bir çok konuda, Aydınlık’tan ayrılan bu kliğin dönekliğini belgelemek mümkündür. Nitekim bunların bir çoğu da Aydınlık dergisindeki çeşitli yazılarda sergilenmiştir.

Aynı şekilde bugün PDA’ın saflarında yer alan Deniz Kavukçuoğlu, Aydınlık’ın 8. sayısında yayınlanan “Latin Amerika’da Devrimci Hareket” de şunları yazmaktadır: “Güney Amerika marksistlerinin ‘ikinci bağımsızlık savaşı’ diye adlandırdıkları bu dönem içerisinde kıtadaki ilk ‘milli demokratik devrim’ gerçekleşmiş ve sosyalizmin kuruluşu için gerekli koşulları sağlayan bu aşamayı ‘sosyalist devrim’ izlemiştir.” (Sf. 129).

Anlaşılan o pek övündükleri “ilkeli birlikleri Marksizm-Leninizm’den sapma, dünya devrimci pratiğine sövme temeli üzerinde bir birliktir. Zira PDA çevresi, şimdi Küba’da yapılan devrimin “tesadüfi bir sosyalist devrim”, Che Guevara ve Fidel Castro’nun ise “küçük burjuva devrimcileri”, “sol oportünistler” olduğunu söylemektedir.

Küba devrimine karşı takındıkları bu olumsuz tavrın kökünü, Kübalı proleter devrimcilerin pasifizme, teslimiyetçiliğe, kuyrukçuluğa karşı yürüttükleri mücadelede aramak gerekir.

Gerek Fidel’in, gerekse Guevara’nın pasifizme, sağ oportünizme karşı yönelttikleri doğru eleştiriler, dünya devrimci hareketinde pasifizmin, sağ oportünizmin Türkiye şubesi olan PDA çevresini haklı olarak gocundurmuştur.

Nodulla dürtüklenmiş gibi yerlerinden hop zıplayıp hop oturan bu dar görüşlü kliğin bütün telaşı, çırpınması buradan gelmektedir. Bunlar kurtuluşu, Küba devrimci pratiğinde bulunmamış, Küba devriminin teorik bileşimini yaptığını sanan bir Fransız entellektüelinin doğmatik düşüncelerini eleştirmekte bulmuşlardır. Eğer çoğu yerde yapıldığı gibi, Regis Debray’ın Devrimde Devrim kitabının eleştirisini yaptıklarını söyleselerdi, düştükleri büyük yanlışlara rağmen, “bu yalnızca bir kitap eleştirisidir”, der geçerdik. Oysa bakın ne diyorlar: “Bizim burada, bu çizginin en açık seçik ifadesi olarak Regis Debray’ın kitabını alıp eleştirmemiz yalnızca bir kitap eleştirisi yaptığımız ve eleştirimizin Debray ile sınırlı kaldığı anlamını taşımaz… Bu çizgiye kısaca”’Debrayizm” dememizin çok yanlış ve yanıltıcı olmayacağı kanısındayız.” (18)

Biz bu kanısını değiştirmesini öğütleriz. Bu yanlış ve yanıltıcı olmanın da ötesinde, daha başka bir şeydir. Halil Berktay, bir ülkede devrimcilerin kanları pahasına yaptıkları bir devrimin eleştirisine başlamadan, bilgi edindiği kaynağın güvenilirliğini araştırmalıydı hiç olmazsa; o da bir yana, Marksizm-Leninizm adına konuştuğunu sanan bir kişi en azından şu temel kuralı göz önünde tutmalıdır: “Devrimin metodlarını, teorisini bilmek isteyen, devrime katılmak zorundadır. Sonuç olarak… ne çeşit bilgi olursa olsun, dolaysız denemeden ayrılamaz.” (19)

Debray, Küba devriminden bahsediyor, onun adına konuştuğunu sanıyor diye, Küba devrimci pratiğini ve onun Marksizm-Leninizme katkısını “Debrayizm” diye adlandırmakla, Mao’nun ve Çin devrimci pratiğinin Marksizm-Leninizme katkısını, “Berktayizm” ya da “Alpayizm” diye adlandırmak arasında hiç fark yoktur. Ve ikisi de, aynı derecede gülünçtür, ciddi değildir, hafifliktir.

Küba devrimini kimden öğreneceğiz o zaman? Ne Debray’dan, ne Pomeroy’dan, ne A. G. Frank’tan ne de diğer birinden. Doğrudan doğruya bu devrime katılan, ona öncülük, liderlik eden Castro’dan, Guevara’dan. Tıpkı Çin devrimini Mao’dan, Lin Piao’dan; Vietnam devrimini Ho amcadan, Giap’tan, Le Duan’dan öğrendiğimiz gibi.

Söz gelimi, kendilerine “Maocu” diyen ve “zenginleri tatil yerlerinde rahatsız etme” kampanyası açan Fransız manyaklarından ve PDA çevresinden Mao’yu öğrenemeyeceğimiz gibi, kendisine “Castrocu” diyen bir fraksiyondan da Castro’yu öğrenemeyiz.

Bütün bunları bir anda silip atan PDA çevresi, “Debrayizm” diye bir çizgi çıkardı. Biz böyle bir çizgi olabileceğine ihtimal vermiyoruz. Ama ille de böyle bir çizgi var diye diretiyorsak ve bunu bir temele oturtmak istiyorsak, bu olsa olsa PDA çevresindeki statik tarih anlayışına sahip klik gibi veresiye laf etmektir.

(Debray Latin Amerika’daki devrimci harekete ilgi duyan bir Fransız aydınıdır. Bu ilgi de bir doktora sınavını kazanamaması sonucu çevresinden uzaklaşmaya karar verdikten çok sonra ortaya çıkmıştır. Latin Amerika’da yaptığı temaslardan hareketle bir takım denemeler yazmış; bunların ilk ikisi hiç ilgi görmediği halde Bolivya’da tutuklanmasıyla son bulan üçüncü denemesi Devrimde Devrim sansasyonel bir kampanyadan sonra çeşitli dillere çevrilmiştir.)

Debray hakkında Küba eleştirisi bir, yana, Huberman ve Sweezy, Monthly Review dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında (ki Halil Berktay bu derginin de Küba adına konuştuğunu zannediyor, aktarmaları öyle yapıyor), “Debray Latin Amerika halklarının devrime hazır olduklarına inanmaktaysa da, bu inancını doğrulayacak herhangi bir delil gösterememektedir. Bunun gerçekten büyük öneme haiz bir soru olduğuna şüphe yok” diyorlar.

“Debray’ın Küba devrimi üzerine yaptığı değerlendirme temkinle ele alınmalıdır.” 20

“Latin’ Amerika Ülkeleri tarafından devrimci mücadelelerinde uygulayacakları model olması imkansızdır.” (21)

“Diğer yazıların çoğunda da defalarca tekrarlanacağı gibi, Marksist felsefe açısından askeri unsurların siyasi unsurlara, egemen kılınması gibi temel bir yanlış Debray nasıl olup da bu kadar önem vererek savunabiliyor?”(22)

“Debray’ın yazıları Latin Amerika’nın siyasi analizleri değil, siyasi nitelikte broşürler olarak değerlendirilmelidir.” (23)

“Debray devrimci teori ile devrimci pratiği birbirinden ayırmakta ya da bunları birleştirememektedir.” (24)

“Ayrıca Debray’ın Küba Devrim Teorisi, Küba’daki devrimci pratikten önemli açılardan farklıdır.” 25

“Debray’ın Latin Amerika toplumunu incelemekte ve devrimci teori ve Pratiği birleştirmekte yetersiz oluşu, devrime politik anlamda kitlelerin katılîşının önemini azımsamasına ve askeri faaliyetlerin bu kitle iştirakinin örgütlenmesindeki siyasi rolünü yok varsaymasına yol açmaktadır.” (26)

“Debray’ın bütün hataları içinde en tehlikeli ve ciddi olanı devrim teorisini bütünüyle inkara yönelmesidir.” (27)

Bu tür eleştirilerden daha bol ve birbirini tamamlar mahiyette aktarmalar yapılabilir. Eğer bugün dünya devrimci hareketinde Ş. Alpay, Halil Berktay ve PDA çevresinin sandığı gibi bir “Debrayizm” akımı olsaydı, bunu eleştirmek çok önem kazanacaktı. Ama böyle bir akım ve bu akımın pratiğini yapan kimse yoktur. Oportünizmin zannettiği gibi Castro, Guevara, Bravo ve Porede “Debrayizm” diye bir akımın pratiğini yapmamışlardır. Bu tamamen hayal mahsuludür, uydurmadır. Küba’nın bu konudaki eleştirileri, Halil Berktay’ın ve yukarıya aktardığımız yazarların eleştirilerinden de daha tutarlıdır, daha doğrudur. Eğer PDA çevresi, bütün bunlara rağmen, bu görüşlerinde “Castro-Guevara-Debray” çizgisi veya “Debrayizm” diye diretiyorsa bu, “inadım inat” tavrından başka bir şey değildir. Bu tavır bugüne dek sık sık belirtildiği gibi yanlış, tutarsız bir tavırdır.

Küba Komünist Partisi adına yapılan eleştirilerden birini Mahir Çayan arkadaşımız Aydınlık’ın 20. sayısında özet olarak vermişti. Biz aynı yazıdan bir iki kısa bölüm aktararak PDA çevresinin aksine Küba ile Debray arasında temel ayrılıklar, farklılıklar olduğunu göstermeye çalışacağız. (Çin’in devrimci çizgisiyle, PDA’nın sağ oportünist çizgisi arasında temel farklılıklar olduğu gibi.)

KKP adına konuşan Julio Aronde ve Simon Torres eleştirilerini geciktirdikleri için kendilerini kınadıktan sonra şöyle demektedir:

“Debray… aynı zamanda aptal mevkiine de düşüyor, fakat Debray tarafından ortaya atılan yeni teorik yapının tartışılmasında bu aptalca tutum gereklidir kanısındayız.” (28)

“Bütün yanılma, Debray’ın ileri sürmüş olduğu faraziyesinin kökten hatalı olması ile açıklanabilir.” 29 Fakat hemen şunu belirtelim: Debray her ne kadar yanlış temele dayanıyorsa da, bu onun yaptığı eleştirilerin tümüyle yanlış olduğu anlamına gelmez. Debray pasifist Latin Amerika partilerinin devrim yapamayacağını bir kere daha ortaya koymuştur.

Bunun dışında kitaptaki analizler, doğru marksist felsefeye, sağlam bir pratik ve teorik temele dayanmamaktadır. Bizim Debray konusunda tavrımız budur. Yoksa Debray’a hiçbir zaman Latin Amerika devrimci hareketinin teorisyeni gözüyle bakma aptallığı göstermemişizdir.

KÜBA DEVRİMİ HAKKINDA

Küba, ABD’nin 90 mil doğusunda, emperyalizmin. III. bunalım döneminde milli demokratik devrimini, gerçekleştirdikten sonra, sosyalist devrimini başarmış ve sosyalizmin kuruluşunda mesafeler katetmiş bir ülkedir. Küba devrimi, dünya halklarının baş düşmanı Yankee emperyalizmini yeryüzünde bir adım gerilettiği gibi, Latin Amerika’da devrimci potansiyeli hovardaca harcayan pasifist sözde işçi partilerine -ki ister bunlar olsun ister olmasın devrim yapılacaktır- önemli dersler vermiştir.

Sovyet, Çin, Vietnam deneyleri yanında Küba devrimi de marksizm-leninizmin canlı hazinesine katkılarda bulunmuştur. Bunu inkara yeltenmek, marksizmi, katı, gelişemez bir şey olarak görmektir ki, bunu marksistler ileri sürmez. Küba devrimi aynı zamanda Latin Amerika’da devrim yapılabileceğini göstermiş ve reformculuğu, teslimiyetçiliği ve düzeltmeciliği mahkum etmiştir.

Kübalı devrimcilerin, silahlı mücadeleye başladıkları için, kendilerine “maceracı” diyen revizyonistlere cevapları şu olmuştur:

“Dövüşmemiz gerekti ve bu olmasaydı yurdumuzda hiçbir ‘geçiş’ olmazdı. Küba halkının silahlı mücadelesi olmadan, belki de Bay Batista ‘Made in U.S.A.’ hala aramızda bulunacaktı.. Küba’ya hiç ayak basmamış bir kaç nazariyatçıya orda olup bitenleri söylemek düşmez.” (30)

Küba’da devrimci mücadelenin geleneği oldukça eskiydi. Tarım proletaryası içinde devrimci militan güçler hiç de azımsanmayacak güçteydiler. Öte yandan Batista diktatörlüğü baskı ve zulüm yüzünden halkın büyük nefretini kazanmıştı. Geniş halk tabakaları gidişten memnun değildi. Hakim sınıflar sallanıyor ve emperyalizm, III. bunalım döneminin ilk yarısının sonunda, Küba’daki devrimci hareketi “şimdilik” tehlikeli görmüyordu. Özetle, Küba’da bir kriz durumu vardı. Bilindiği gibi her kriz devrimle sonuçlanmaz. Eğer “yenmeye cesaret edilmezse” ve kendi öz gücümüz zayıfsa, sinmişse, teslim olmuşsa hiç biri sonuçlanmaz. Kof ağacı devirmek için yüklenmek gerekir.

İşte, Kübalı devrimciler bu görevi yüklendiler. Onlar “ortodoks” teslimiyetçi partinin karşı çabalarına, yanlış tezlerine aldırmadan, Küba’nın en devrimci kesimi ve “bağımsızlık meşalesini yanar tutan” Oriente bölgesinde işe başladılar. Sierra Maestra’nın` kırlık bölgelerine emperyalizmin kültürü henüz ulaşamamıştı. Karşı devrim fazla örgütlü değildi. Hem bu yüzden hem de içinde bulundukları ekonomik ve sosyal durum gereği devrimci fikirlere açıktılar.

Anti-emperyalist ve anti-feodal savaşta, her türlü çelişkiden yararlanan devrimciler, doğru bir geniş milli cephe politikasıyla Batista’ya karşı bütün güçleri seferber ederek 1959 ocağında Milli Demokratik Devrimi yaptılar. Bu devrim sosyalist devrim değildi henüz.

Önceleri bu gerçeğe katılan yeni oportünistler, birden dönüş yaparak bunun tam tersi bir görüşü savunur duruma geçtiler.

“Avcıoğlu önümüzdeki devrimci adımı da doğru tesbit etmiştir. Davanın özü ortaçağ kalıntılarının hala ayakta durmasını sağlayan, politik ve ekonomik bağımsızlığımızı dış güçlere ipotek eden..tutucu güçler koalisyonunun tasfiyesidir”(31)

Avcıoğlu’nun bu sözlerini açarak “önümüzdeki adımı doğru tesbit etmiştir” diyen Şahin Alpay’ın şu sözlerden de sosyalist devrim adımı sonucunu çıkarması insanı şüpheye düşürmektedir. Çünkü tam tersi bir akıl yürütülmektedir. Ya Şahin Alpay ve PDA çevresi okuduğunu anlayamamakta, ya da istediği gibi yorumlamakta tahrif etmektedir.” Anti-emperyalist, anti-feodal mücadelede halkın büyük çoğunluğunu işçi sınıfının, köylülerin, aydınların, küçük burjuvazinin ve ulusal burjuvazinin en ilerici tabakalarının çıkarları yönünde giden bir kurtuluş programı üzerinde birleştirmek mümkündür.” (32)

Eğer ismi geçen yazarlarla diğer PDA çevresi bu metnin amaçladığı devrimci adımdan sosyalist devrim sonucunu çıkarıyorsa -ki yazdıklarından o anlaşılmaktadır- biz onların savunduğu milli demokratik devrimin ne menem bir şey olduğundan şüphe ederiz.

PDA çevresi istediği kadar Küba’yı “sol oportünist çizgiyi temsil ediyor görsün, yukardaki metin, Latin Amerika ülkelerinin önündeki devrimci ad olarak anti-emperyalist, anti-feodal (milli demokratik devrimi önermektedir. (33) Hem de doğru bir tahlille bütün milli sınıf ve tabakaları bir kurtuluş programı etrafında birleştirmeyi mümkün görerek.

Ocak 1959 Küba devrimine ‘sosyalist devrim demek, sosyalist devrimin ne demek olduğunu bilmemek, işçi sınıfı öncülüğünde milli sınıf ve tabakaların demokratik iktidarını emek oportünizmi gibi sosyalist bir iktidar sanmaktır.

“1959 Ocak ayından, 1961 Aralık ayına kadar, milli bir kurtuluş inkılabı ile sosyalist bir inkılabın birbiri ardından bir çok safhalar geçirdiğini görüyoruz.” (34)

Bizim devrimimizde de milli demokratik devrimle sosyalist devrim arasında Küba’daki gibi kısa bir süre olacaktır”.(35)

İŞÇİ SINIFI, DEVRİM VE İTTİFAKLAR

PDA çevresinin, Küba devrimi konusunda bir Arap yazarının Ant dergisindeki yazısına dayanarak gözleri kapalı vardığı sonuçlar tümüyle yanlıştır. Yanlışlığa sıkı sıkıya sarılıp, tek doğru bunu görmek, gerçeğe göz kapamak tam bir oportünist tutumdur.

Gerek Küba devrimi konusunda, gerekse Latin Amerika devrimci yolu hakkında önerilen strateji ve taktikler, PDA çevresinin öne sürdüğü ve aşağıya aktaracağımız saçmalardan tamamen farklıdır.

“Öte yandan Castro-Guevara-Debray çizgisine göre, zaten ‘işçi sınıfı devrim yapamayacağı için’ sosyalizmin bazı genel ilkelerini benimsemiş küçük burjuva aydınların içinde toplandığı foko önderlik rolünü yüklenir ve ‘sosyalist devrim’ yapar(!)”(36)

Her devrimci şu paragraftaki büyük yanlışlıklarla birlikte, tavırdaki kendini beğenmişliğe, aşağılanmaya ve yukardan atmacılığa, ukala tavıra da dikkat etmelidir. Parantez içindeki ünlemi Şahin Alpay, Castro ve Guevara gibi devrim yapmış muzaffer önderlerin isminin sonunda kullanmaktadır. Debray’ı bu devrimci liderlerle aynı çizgide saymasını ise cehaletine veriyoruz. Ama Küba proleter devriminin liderleri hakkında konuşurken insan kendi yerini doğru tesbit etmeli, ona göre konuşmalıdır. Hele geri kalmış bir ülkede proleter devrimcileri adına konuştuğu iddiasındaysa…

Biz Şahin Alpay’ın, bir küçük burjuva aydını olarak, yukarıdaki paragrafından utanç duyması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü, Küba II. Havana Deklerasyonu’nda bu tür zırvalara gerekli cevabı vermiştir.

“Dünyadaki güçlerin şimdiki sömürge halkları ile bağımlı halkların kurtuluş hareketleri karşısındaki durumu, Latin Amerika’nın işçi sınıfına ve devrimci aydınlarına emperyalizm ve feodalizme karşı -mücadelede kararlı bir şekilde öncülük olan gerçek görevlerini göstermektedir.”(37)

Dikkatli ve eleştirici bir gözle yeni oportünizmin öne sürdüğü tezler incelendikçe sürekli yalan’ ve uydurmaya savunduklarını, gerçeği tahrif edip aktarmaktan özel bir zevk ve çıkar umduklarını görmemeye imkan yoktur. Her konuda olduğu gibi, Küba devrimi konusunda da bu tür bir yanlışlığı isteyerek devrimci saflara sokmaya çalışmaktadırlar.

Kübalı devrimcilerin dünya ve Latin Amerika devrimci hareketi hakkındaki önerileri, tarihi II. Havana Deklarasyonu’nda ifadesini bulmuştur. Bu metinden yukarıya aktardığımız parçayı okuyup da, bundan “sosyalist devrim”, “işçi sınıfı devrim yapamaz” sonucunu çıkaranlar, ya okuduklarını anlamayan aptallardır, ya araştırmadan konuşan cahillerdir, ya da yalancılar, tahrifçilerdir.

İşin bir başka yönü de şu: Şahin Alpay’ın Ant dergisinde yayınlanan Yunus Haydar’ın yazısından yaptığı aktarma Küba Devrimcilerinin söyledikleriyle değil, Şahin Alpay’ın yazdıklarıyla özdeşlik taşımakta, Şahin Alpay’ın meşhur önermesine destek olmaktadır.

Örneğin, “bu ülkelerde devrime önderlik edebilecek güçte bir işçi sınıfı da yoktur”, diyen Yunus Haydar ile “işçi sınıfı devrime öncülük edebilecek -objektif, sübjektif- şartlara sahip değildir” diyen Şahin Alpay arasında hiç bir fark yoktur. Bu önerilerden ancak Şahin Alpay’ın söz konusu ettiği sonuç çıkar. Yoksa II. Havana Deklarasyonu’ndan ve Kübalı devrimcilerin söylediklerinden değil. Bu iki öneri de yanlıştır; sağ oportünizmi, pasifizmi temsil etmektedir. Şahin Alpay Yunus Haydar’dan aktarma yaparken kendi tezini güçlendirme temelinden yola çıksaydı şüphesiz daha dürüst davranmış olacaktı.

“Fidel’in ve Che’nin gösterdiği gibi milli burjuvazi yoktur ve devrimci bir rol oynayamaz.” (38)

Milli burjuvazinin var olup olmaması milli demokratik devrim aşaması açısından, hayati önemi haiz bir “konu olmamakla birlikte, gerek Andre Gunder Frank’ın, gerekse aynı görüşü paylaşan Halil Berktay’ın, Castro ve Che’den nasıl habersiz olduklarını göstermek açısından bu meseleyi açmaya çalışalım. Bir kere, Küba devrimi, işçi sınıfı-köylüler-küçük burjuvazi ve milli burjuvazinin en ilerki kesimi arasında kurulan geniş cephenin 1959’un Ocak ayında iktidara el koymasıyla ilk adımını atmıştır: Ve şehir hareketlerinde milli burjuvazi önemli roller oynamış, hatta devrimi kendi denetimine almak için çaba da göstermiştir. Fakat 26 Temmuz harekatı giderek geniş kitlelerin desteğine dayanarak ve “işçi sınıfının öz ideolojisi rehberliğinde” devrimin demokratik ve milli güçlerle birlikte iktidarı almasını sağlamıştır.

Kırlarda başlayan hareket giderek bütün ülke çapına yayılmış ve emperyalizmle işbirlikçilerini devirmiştir. “Tabii bütün bunları yaparken işçi kitlelerinin en geniş ölçüdeki katkısına ve kendi öz ideolojisinin rehberliğine güvenmemiz şarttır.” (39) Bunlar, Küba devrimcilerinin, işçi sınıfı ve işçi sınıfı ile devrimci aydınların öncülüğü için söyledikleri sözler. Bu konuyu yine II. Havana Deklarasyonu’ndaki önerilerle bağlayalım.

“Latin Amerika’da fakir köy halklarının kuvvetten yana büyük bir devrimci gücü meydana getirmesini sağlayan bu şartlardır… Fakat çevreyle ilişkilerinin yokluğu bilindiğine göre köylüler devrimci aydınlarla, işçi sınıfının devrimci ve politik yönetimine muhtaçtırlar. Bu yönetim olmadıkça tek başlarına mücadeleye girip zafer kazanamazlar.” (40)

MİLLİ BURJUVAZİ

Milli burjuvazinin varlığı meselesi yukarıda da belirtildiği gibi, milli demokratik devrim stratejisinin geçerliliği için gerekli bir şart değildir. Her ne kadar milli burjuvazi ile emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazi arasında objektif olarak ‘çelişkiler varsa da, bu her zaman milli burjuvazinin devrimci saflarda yer tutacağı anlamına gelmez. Yalnız bugünkü tartışmalarda, bir tahrifi açığa çıkarmak açısından milli burjuvazi üzerinde duruyoruz. Halil Berktay’ın PDA’daki yazısından yaptığımız aktarmada görüleceği gibi, yeni oportünistlerin iddiasına göre Castro ve Che “Milli burjuvazi yoktur, devrimci bir rol oynayamaz” diyorlarmış(!).

Milli burjuvazinin tümüyle devrimci bir rol oynayamayacağı açıktır. Gerek Çin devrimcileri, gerek Küba devrimcileri, gerekse de bu iki ülkenin devrimci pratiği, bu somut gerçeği göstermiştir. Kübalı devrimcilerin görüşünü dile getiren II. Havana Deklarasyonu ile Mao’nun görüşleri arasında tam bir paralellik vardır.

“Tecrübe göstermiştir ki ülkemizde çıkarları Yankee emperyalizmi ile çatıştığı zaman bile, bu sınıflar her zaman direnememiştir… Emperyalizm veya devrim kıyaslaması karşısında onun, yalnız en ilerici tabakaları halkın yanında yer alacaktır.” (41)

Yukarıdaki yorum tümüyle yalnız Küba ve Latin Amerika için değil, aynı zamanda diğer bütün ülkeler için de geçerlidir. Çünkü bu tarz bir yoruma bütün dünya marksistleri katılmaktadır.

İşte, Kübalı devrimcilerin milli burjuvazi konusundaki görüşleri de bunlardır.

SONUÇ

Küba devrimi incelendiğinde aşağıdaki sonuçlara varmak mümkündür:

1- Devrimci aşama: Bütün Latin Amerika ülkelerinin önündeki devrimci savaş dönemi anti-emperyalist ve anti-feodal savaştır. Yani atılacak adım milli demokratik devrim adımıdır. Bu adımın kalıcı zaferlere ulaşması için, hemen ardından ve mümkün olan en kısa zamanda sosyalist devrimi yapmak (çünkü ikisi arasında bir “Çin seddi” yoktur) ve sosyalizmin kuruluşuna geçmek gerekmektedir.

2- Emperyalizm kıta çapında bir baskı ve seri; komplolar içine girdiği için mücadele alanı artık bütün kıta olacaktır.

Gerçekten, genel olarak emperyalizmin çöküşü bütün dünyadaki devrimci mücadele ile, özel olarak da bölgesel mücadelelerle olacaktır. Che Guevara’nın “İki, üç, daha çok Vietnam yaratalım” sloganını bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir.

Bugün Güney-Doğu Asya’da Vietnam halkının kurtuluşu, Kamboç, Laos, Tayland ve Filipinler’in kurtuluşuyla ortak bir çizgiye ulaşmıştır.

Ortadoğu halklarının devrimci mücadelesi ve kurtuluşu birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Artık Ortadoğu’da, Ürdün’ün, Lübnan’in vs. tek tek kurtuluşu değil, bütün Ortadoğu halklarının emperyalizmden ve feodalizmden kurtuluşu söz konusudur.

Aynı şekilde Latin Amerika’da da kurtuluş kıta çapında olacaktır. Bu hem emperyalizm can çekişme döneminde olduğu için, hem de dünya devrimci mücadelesi birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu için böyledir.

3- “Artık mücadele için marksist bir ideoloji şarttır. Ve de artık burjuvazinin desteklediği reformculukla ideolojik mücadeleye girmek gerekir.” (42)

4- Savaş “şehirlerin kırlardan kuşatılması” şeklinde olacaktır. Milli demokratik devrimde halk savaşı zorunlu bir duraktır ve gerek halk ordusunun, gerekse milli demokratik devrimin temel gücü köylülerdir. Bu açıdan bakılınca milli demokratik devrim uluslaşma sürecini de içerdiğinden özünde bir köylü devrimidir.

Yeni oportünistlerin sandığı gibi, Küba devrimci pratiğinde ne işçi sınıfı, ne de köylüler küçümsenmişlerdir. Hem Castro, hem de Guevara, sık sık şu gerçeği bütün dünyaya hatırlatmışlardır.

“İşçi sınıfı ile köylü kitleleri çatışmanın sonucunu tayin ederler.”

Nitekim Küba’da sonucu tayin edenler de. asi ordunun işçi ve köylü savaşçılarıyla, şehirlerde ve kırlarda asi radyonun ve liderlerinin direktiflerine büyük bir dikkatle ve bağlılıkla uyan geniş işçi kitleleri ile köylüler olmuştur.

5- Latin Amerika’da anti-emperyalist ve anti feodal (milli demokratik) devrim ancak ve ancak bir halk hareketiyle başarıya ulaşacaktır. Bunun için de bu bölgede kitlelerin politik bilinç düzeylerini yükseltmek, onları örgütlemek ve bütün anti-emperyalist, anti-feodal unsurları içinde toplayan halk kurtuluş cepheleri açmak kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Bunun ilk iki aşaması halkın desteğini sağlamış ve onların arasında kaybolup gidebilen gerillaların faaliyetleridir. “Bu ilk yuvaları daha mücadelenin başında görünmez hale sokan şey nedir? Halkın desteği”. Bu dönemde gerillalar halkın içinde çalışmalar yapar, yeni savaşçılar kazanır ve üs bölgeleri tesis ederler. Kurtarılmış bölgelerde, Küba’da olduğu gibi, devrim fikirleri yaygınlaştırılır, karşı devrim yok edilir, yani bir adli, idari ve mali mekanizma kurulur. Bir yandan da kurtarılmış bölgeleri tüm yurt sathına yaymak için mücadele verilir, düşman gerisinde faaliyete girişilir.

Türkiyeli devrimciler olarak biz Küba devriminden yukardaki sonuçları çıkarıyoruz: Emperyalizmin ülkemizdeki sıkı denetimini her zaman göz önünde bulundurarak, dünyadaki bütün çelişkileri en doğru biçimde değerlendirmek durumundayız. Gerek ülkemizde uç veren, gerekse dünya devrimci hareketinde ayak bağı görevi yapan revizyonizme, teslimiyetçiliğe, oportünizme karşı mücadeleyi hareketimizin esenliği ve başarısı açısından zorunlu saymaktayız.

Küba devrimine ve Küba halkının büyük pratiğine ilişkin görüşlerimizi şu sözlerle bağlarsak hiç de yanlış davranmış olmayız “Küba Birleşik Devrimci ÖrgütIeri’nin ve Fidel Castro başkanlığındaki Küba Hükümetinin güçlü liderliğindeki Küba halkı en karmaşık ve güç şartlar altında… Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede bir büyük zafer daha kazanmıştır… Çin Hükümeti ve Çin halkı, Küba Birleşik Devrimci Örgütleri’nin ve hükümetinin izlediği doğru çizgiyi… ve Küba halkının kahramanca mücadelesini azimle destekler.” (43)

İşte bizim Küba devrimi ve yiğit Küba halkının devrimci mücadelesi konusunda tutumumuz budur. Yoksa yeni oportünizmin “Campus Maoist” tutumu değil!

NOTLAR:

1) Örnekler için, ÖNCÜ sayı 1 ve AYDINLIK sayı 20’ye bakınız.

2) Mahir Çayan, Aydınlık sayı 15, sayfa 192.

3) Şahin Alpay, “Türkiye’nin Düzeni Üzerine”, Aydınlık sayı 12, sayfa 476.

4) Şahin Alpay, Aynı yazı, sayfa 464.

5) Şahin Alpay, Aynı yazı, Halil Berktay, “Bilimsel Sosyalist Devrim Anlayışı”, Aydınlık sayı 14.

6) Bu önerme konusunda daha geniş eleştiri ve küçük burjuva radikallerinin saflarımızda kendi lehlerine bir eğilim yaratma çabaları hakkında daha geniş bilgi için bakınız Aydınlık sayı 15 ve 20, Mahir Çayan’ın yazıları.

7) Muzaffer Erdost, “Yeni Oportünizmin Eleştirisi”, Aydınlık sayı 19.

8) Aydınlık sayı 15, 16, 17, 19, 20; çeşitli yazılar.

9) Mao Çe-Tung, Teori ve Pratik, sayfa 9-10.

10) Halil Berktay, “Bilimsel Sosyalist Devrim Anlayışı”, Aydınlık sayı 14, sayfa 147

11) Mao Çe-Tung, Teori ve Pratik, sayfa 10.

12) Halil Berktay, “Bilimsel Sosyalist Devrim Anlayışı”, Aydınlık sayı 14, sayfa 152.

13) Lenin, İki Taktik, sayfa 8.

14) Mao Çe-Tung, Teori ve Pratik, sayfa 87.

15) Stalin, Leninizmin İlkeleri, sayfa 100. Bu konuda ayrıca aynı kitabın 153. sayfasına ve devamına bakılabilir.

16) Fidel Castro, Sosyalist Devrim, sayfa 35: Job, Kutsal Kitap’ta adı geçen bir kişidir. Tanrı onu dener ve sefalet içine atar. Ama Job örnek bir teslimiyet gösterir.

17) Aydınlık, sayı 1, sayfa 13.

18) Halil Berktay, “Proleter Devrimci Çizgi ve Bazı Yanlış Eğilimler”, PDA sayı 2-16, sayfa 301.

19) Mao Çe-Tung, Teori ve Pratik, sayfa 14-15,

20) Leo Huberman, Paul Sweezy, “Güçlü ve Zayıf Yönleriyle Regis Debray” Monthly Review, Temmuz-Ağustos 1968.

21) Aynı yazı.

22) Aynı yazı. (Altı tarafımızdan çizilmiştir- H.C.)

23) Andre Gunder Frank, S. A. Shah, “Sınıf, Politika ve Debray”, Monthly Review, Temmuz-Ağustos 1968.

24) Aynı yazı.

25) Aynı yazı.

26) Aynı yazı.

27) Clea Silva, “FOCO Teorisinin Hataları” Monthly Review, Temmuz-Ağustos 1968.

28) Julio Aronde, Simon Torres, “Debray ve Küba Deneyi”, Monthly Review, Temmuz-Ağustos 1968.

29) Aynı yazı.

30) Fidel Castro, Sosyalist Devrim, sayfa 90.

31) Şahin Alpay, “Türkiye’nin Düzeni Üzerine Aydınlık sayı 12, sayfa 461. Aynı Şahin Alpay Aydınlık’ın 2. sayısında “Devrimci Teorik Eğitim” başlıklı yazısının Milli Demokratik Devrim alt başlığında Castro’nun kitabını da okunacak kitaplar arasında göstermektedir.

32) II. Havana Deklarasyonu, Küba Halkının Amerika ve Dünya Halklarına Çağrısı, 4 Şubat 1962.

33) Bir küçük-burjuva devrimcisinin sözlerini kendilerine yontmaları, Fidel ve Guevara gibi proleter devrimcilerin önermelerini ve pratiklerini ise inkara yeltenmeleri, onların saflarımıza küçük-burjuva ideolojisini sokmak istediklerini kanıtlar ancak.

34) Charles Bettelheim, Küba İktisadının PlanIaştırılması, Ataç Kitabevi, sayfa 53.

35) “Honduras Devriminin Yolu”, İleri, sayı 3.

36) Şahin Alpay, “İşçi Sınıfı ve Milli Demokratik Devrim”, PDA sayı 3-17,sayfa 367.

37) II. Havana Deklarasyonu, Küba Halkının Amerika ve Dünya Halklarına Çağrısı. (Altı tarafımızdan çizilmiştir. H. C.)

38) Halil Berktay, “Proleter Devrimci Çizgi ve Bazı Yanlış Eğilimler”, PDA, sayı 2-16 sayfa 303.

39) Che Guevara, Siyasal Yazılar, Ekim Yayınları, sayfa 106.

40) II. Havana Deklarasyonu, Küba Halkının Amerika ve Dünya Halklarına Çağrısı, 4 Şubat 1962.

41) II. Havana Deklarasyonu, Küba Halkının Amerika ve Dünya Halklarına Çağrısı, 4 Şubat 1962.

42) Julio Aronde, Simon Torres, “Debray ve Küba Tecrübesi”, Monthly Review, Temmuz-Ağustos 1968.

43) Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, sayfa 18-19. (Siyahlar bize ait. H. C.)

Hüseyin Cevahir’in Küba Devrimi üzerine yazısı, ilk kez ASD’nin Eylül 1970 tarihli 23. sayısında yayınlanlamıştır.

Önceki İçerik10. Yılında Gezi Ruhuyla Faşizme Karşı Mücadeleye, Örgütlenmeye
Sonraki İçerikDevrimin Önderi ve İradesi Hüseyin Cevahir