ÇARPITMALARIN YOL AÇTIĞI HAFIZA KAYBINA DAİR[*]

“Umudumuz çelişkilerdedir.”[1]

ABD hegemonyası, onun küreselleşmesi ile sürdürülemez kapitalist uygarlığın dinamikleri ile birlikte çözülüp, dumura uğruyor.

Tahlillerimizin kaotik bir “Düzen(sizlik)” hakikâtinden hareketle ifadesi “olmazsa olmaz”ken; neo-liberal “iddialar” karaya oturuyor; Batı merkezci “düzen” çözülüyor.

Emperyalist rekabet keskinleşiyor.

Silahlanma yarışı tavan yapıyor.

Yoksullaşma, eşitsizlik her gün daha da yaygınlaşıyor.

III. Büyük Bunalım’dan çıkış -klasik yöntem ve tedbirler ile- mümkün görünmüyor.

Bunlara küresel ısınmayla bağıntılı gıda/ su krizleri de eklenice, durumun vahameti artıyor.

Kendiliğinden tepki, itiraz ve başkaldırılar daha da büyüyüp yaygınlaşırken; “Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor”, “Yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyor”…

Önderlik/ve örgütlülük krizine içkin eksikleri yanında faşist yükselişle birlikte tehdit ve imkânlar tarih sahnesindeki yerini alırken; Mao Zedong’un “Gök kubbenin altında kaos hâkim. Koşullar mükemmel,” sözlerini anımsamakta yarar var.

Hayır, hayır; her şeyin “iyi” olduğu bir güzergâhta ilerlediğimizden söz etmiyorum; lakin karanlıkların püskürtülme imkânının olduğunun; buna da işçi sınıfının muktedir olduğunun altını ısrarla çiziyorum.

Umberto Eco, “Yeni Bir Ortaçağa Doğru” yazısında yeni bir kıyamet tasarımından söz eder. Bunalıma sürüklenen siyasal yaşam acımasız bir McCarthyciliği dayatacak, diktatörlük kurulacak senaryosunu sistematize eder.

Eco, tasarımına ilişkin tezini İtalyan düşünür Roberto Vacca’dan alırken; beklenmedik bir çöküşe karşı yeniden “Rönesans”ı gerçekleştirmek için gerekli uyarıları da yapar ve ekler: Eskimiş dünyanın sembolleriyle yapılamaz.

Bir anlamda Ortaçağ’ın kapısından girmişken; bildiğimiz tek şey var: Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak!

Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalım’ının sonlarına doğru ilerlediği güzergâhta çürüme devasa ölçeklerde karşımıza dikilirken; kaotik tablo çözümünü arıyor.

“İyi de bu nasıl olacak” mı diyorsunuz?

Yeniye gebe -geçiş- döneminde kolları sıvayıp; Murathan Mungan’ın, “Çünkü büyük umutsuzlardır dünyayı değiştirecek olan”; V. İ. Lenin’in, “Tarih, ezilen sınıfların baskı ve zulüm düzenlerini devirme girişimleriyle doludur” uyarılarını kulağına küpe eden emek eksenli atılımla elbette.

SSCB ile Doğu Blok’unun çözülüşü ardından “Şimdi her şey ne kadar farklı”, “Küreselleşme”, “Teknolojik Devrim”, “Elveda Proletarya” vb. yaygaralara aldırmayıp; “Çok kutupluluk”, “Emperyalistler arası rekabet”, “Yeni soğuk savaş” gerçeklerinin altını ısrarla çizerek!

Kapitalist vahşet, XIX. yüzyılın sonuyla, XX. yüzyılın başı arasındaki dönemi andıran sarsıntılarla “Büyük Bunalımı”nı yaşıyor; yapısal kriz semptomunu aşamıyor.

Emperyalistler arası ekonomik-teknolojik siyasi rekabet hızlanıp derinleşirken; yeniden paylaşım tekrar gündem maddesi oluyor.

Tüm bunların devreye soktuğu dinamikler toplumsal patlamaları mümkün ve muhtemel kılıyor; tabii karşılıksız “abartılar”la birlikte!

KARŞILIKSIZ “ABARTILAR”

Emek eksenli bir karşı çıkışın düşmanlarıyla hesaplaşması gerektiği gibi, karşılıksız “abartılar”ı da yerli yerine oturtması “olmazsa olmaz”ken bu, anlamakla mümkündür.

Malum: “Bilgi başka şeydir, anlamak başka bir şey. Anlamak, bilgi ve varlığın sonucudur.” “İnsan bilgi ile neyin bağlantılı olduğunu hissedip algıladığında, ‘anlamak’ ortaya çıkar.” “Bilgisi olmayan, anlamayan insan, özgür olamaz, kendini yönetemez ve her zaman bir köle olarak kalır,” der George Gurdjieff…

“Abartı”lar derken; “aslı olmayan çarpıtmaların” devreye soktuğu “hafıza kaybı”ndan söz ediyorum.

Mesela “Güneyde esen sol rüzgâr umut verdi… Latin Amerika’da esen sol dalgaya son katılan iki ülke Ekvador ve Guatemala oldu… Arevalo, Guatemala’nın ilk solcu lideri oldu.”[2] “… ‘Pembe Dalga’ gündemde,”[3] ifadelerindeki üzere!

İyi de sözü edilen ne kadar sol, ya da solun sınırı ne?

Hayır! “Ne olursa olsun, güney yarımkürede, Amerikan emperyalizminin ‘arka bahçesi’nde bambaşka bir hikâyenin yazılıyor olması önemli,”[4] demek mümkün değil!

Hem de “Türkiye’de ve dünyada sosyal demokrasinin yaşadığı kriz derin. Bu krizi atlatmanın, bir çıkış yolu bulmanın sihirli formülleri yok. Latin/Güney Amerika deneyimi çok şeyler anlatıyor. Bizim sosyal demokratların dikkatine,”[5] notu düşülmüşken!

Çünkü sözü edilen hikâyenin kapitalizme göbekten bağlı sosyal-demokratlıktan ne kadar “bambaşka” olduğu bir hayli müphem değil mi?

Kaldı ki “çıkış yolu” denilenin de ne kadar “çıkış”(?) olduğu da gündemde!

Örneğin IRA’nın mücadelesinden Sinn Fein’in parlamentarizmine uzanan hikâyeyi unutmak mümkün mü, şu malum ve meş’um satırlardaki ifadeyle!

“Katolik toplumun çoğunluğu ve Sinn Fein barışı sürdürebilmek amacı ile 1998’den bu yana Protestan politikacıların liderliğindeki hükümetlerin meşruluğunu sorgulamadı. Sinn Fein’in yalnızca IRA’nın politik kanadı olmaktan çıkıp Kuzey İrlanda’da en büyük parti konumuna gelmesi kısa bir sürede gerçekleşmedi. IRA militanlarının silahlı mücadeleden vazgeçip siyasi çözüme yönelmesi örgüt içinde çatışmalar ve bölünmelere neden olsa da Katolik toplumdan destek gördü. IRA silahlarını uluslararası bir komisyonun nezaretinde imha etti ve kendini feshetti. Sinn Fein liderleri takip eden yıllarda büyük bir olgunluk ve ustalıkla adayı birleştirmek söylemini arka plana iterek toplumun gündelik hayatını ilgilendiren sağlık, güvenlik, eğitim, işsizlik, ekonomi gibi konulara yöneldiler.”[6]

“Ya sonra”? Sonrası yok!

Ayrıca silahlara veda eden ‘Korsika için Ulusal Kurtuluş Cephesi’ (FLNC) liderlerinin açıkladığı 14 sayfalık bildiriyle, örgütün önkoşulsuz ve tek taraflı olarak silah bırakıldığı duyurmasına rağmen,[7] yıllar geçse de bir ilerleme kaydedilemedi![8]

Hep benzer şeyler tecelli etti! “Barış” dediklerinin, mevcut (kapitalist sömürü ve baskı) koşulların(ın) konsolidasyonundan öte bir getirisi olmadı.

MUHTELİF “ABARTILAR”

İç savaşta Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ve Geçici Demokratik Hükümet’in başına geçen, KKE’nin silahlı kanadı Yunanistan Halk Kurtuluş Ordusu’nun (ELAS) Makedonya (Yunanistan Makedonyası) sorumlusu olarak Nazilere karşı Yunan direnişinde önemli görevler üstlenen -Erzurum’lu hemşehrimiz- Markos Vafiadis’in; Yunanistan İç Savaşı’nın, direnişin unutulmayan ismi Aris Veluçiyotis (Tanasis Klaras)’ın Yunanistan’ındaki mücadele geleneğinin tasfiyesi üzerinde yükselen Aleksis Çipras SYRIZA’sına dair ne de kocaman laflar edilmiş, ne “umutlar” bağlanmıştı!

Çipras görevini ifa edip köşeye çekildi.

Ardından da SYRIZA’nın yeni lideri… Goldman Sachs’ta çalışmış, CEO’luk yapmış Atina doğumlu ABD’li iş insanı Stefanos Kasselakis oldu.

Finans dünyasından gelen “altın çocuk”, partide “ABD Demokrat Parti tarzı değişiklikler” yapacağını açıkladı. ‘Ekatimerini’ gazetesi, “En sapık senaristler bile bu derece bir siyasi kara komediyle gelemez,”[9] diye yazdı!

 “Umut olarak gelip, Troykacı olarak giden” SYRIZA’nın hikâyesi nereden bakarsanız bakın ibretlik değil mi?

Ya Podemos hikâyesi? SYRIZA’dan farklı mı?

İspanya’da Gezi Direnişi benzeri eylemlerden doğup, ülkenin 3. partisi hâline gelen Podemos, “Popülist sağ iktidarlar yükselişte. Yapmamız gereken bu yükselişe karşı soldan bir seçenek üretmek,”[10] diyerek siyaset sahnesinde yerini almıştı…

Sol kanadın en solunda yer aldığı “iddia” edilen ‘Podemos/ Yapabiliriz’, “24 Mayıs 2015’deki İspanya yerel seçimlerinde, yeni parti ve platformların adaylarının çıkışı, ülkenin askerî cunta sonrası siyasi tarihin en büyük dönüşümünün yaşanmasına neden oldu,”[11] denilse de; kazın ayağı hiç de öyle değildi!

Siz bakmayın Barselona Belediye Başkanı seçilen Ada Colau’nun o günlerdeki, “Siyasi bir değişim meydana geliyor, İspanya’da siyaset yapma biçimi değişiyor, fakat ayrıca, İspanya dışında da, Avrupa’nın güneyinde ve umuyoruz ki tüm Avrupa’da da değişiyor. Ve İspanya’da yaşananın demokratik bir devrim olduğunu düşünüyorum: Yurttaşlar güçlendi ve sözü eline aldı,”[12] türünden yaldızlı sözlerine…

Ne 35 yaşındaki siyaset bilimi öğretim üyesi, atkuyruğu saçları, küpeli kulaklarıyla Pablo Iglesias bir çözümdü, ne de geleneksel partiler ve özellikle de, geleneksel sağ, eriyordu…

“Geleneksel siyaset ve politikacılara bu yüzden sırt çeviriyor; yurttaş hareketinden beslenen, sistemi sorgulayan partilere yöneliyor; yolsuzluk rüşvete batan siyasetçileri affetmiyor ve öfkelerini gündeme taşıyan, yeni kan getirecek lider istiyorlar. Iglesias’ın etkileyici yükselişinde tüm bu unsurların rolü var,”[13] analiziyse sadece “iyimser” bir abartı olarak kaldı.

‘Real Instituto Elcano’dan Ignacio Molina, “Podemos belirgin bir parti yapısına sahip değil. Varlığını büyük ölçüde televizyondaki görüntülerle hissettiriyor. Sosyal medyada çok aktif. Bu, yeni teknoloji ve gençlerin partisi… protesto hareketi,”[14] diye tanımladığı Podemos, parlamenter yapıyı değiştirmenin ötesine giden bir dönüşüm gücüne ve programa sahip değildi.

 Oysa Avrupa ekonomisinin 2008’de krize girmesinden sonra İspanya’da artan işsizlik oranı, düşen hayat standartları başta gençler olmak üzere toplumda hoşnutsuzluğa yol açarken; çıkış noktası ekonomik kriz olan Podemos da SYRIZA gibi “yapılması gerekeni yaptık”tan sonra; Pablo Iglesias da Çipras gibi köşeye çekiliverdi…

2015’de dönemin İngiltere Başbakanı David Cameron’un, İşçi Partisi Genel Başkanlığına Jeremy Corbyn’in seçilmesinin ardından, “İşçi Partisi ulusal güvenliğimiz için tehdit,”[15] dediği zatın “sosyalist” ilan edildiği gibi…

“İngiliz İşçi Partisi’ne sosyalist genel başkan…”[16]

“Neo-liberalizme, militarizme karşı, hakları ve özgürlükleri geliştirmek, başka bir dünya düşünmek için çabalayanlar açısından, Corbyn iyi haber…”[17]

“İşçi Partisi lideri, radikal solcu Jeremy Corbyn’in milli marşa eşlik etmekten geri durması tartışma yarattı…”[18]

“Beğenin beğenmeyin, dosdoğru bir insan. Solun evrensel adalet arayışının izinde bir savaşçı,”[19] vurguları ile bu “zırva”ya sarılanlar “Corbyn ile nereye gider bilinmez ama Avrupa genelinde yeni bir sol dalganın alternatif olarak yaygınlaşması önümüzdeki yılların yeni deneyimini oluşturacak,” deyip eklemişlerdi:

“Avrupa’da ‘sol’ yeni bir dönüşümün mü içinde? Marksist düşünce Rus devrimi ertesinde Komünist Partiler ve Sosyal Demokrat Partiler arasında ayrışmıştı. 1960’lardan itibaren ‘Yeni Sol’ adı altındaki rüzgârla özgürlükçü, savaş ve ırkçılık karşıtı, özellikle de Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle özdeşleşen bir akıma şahit olduk. 1970’lerde ise Sovyetler Birliği ile aralarına mesafe koyan bazı komünist partilerin ‘Avrupa Komünizmi’ adı altındaki deneyimlerini izledik. Ancak 1980’lerle birlikte hızlanan neo-liberalizm solu iyice dağıttı. Sol ideoloji de revizyonist eğilimlerin etkisi altına girerek birçok ülkede merkeze yakınlaşmayı yeni bir yöntem olarak seçti. Birleşik Krallık’ta bunun en çarpıcı örneğini İşçi Partisi’nin Tony Blair ve Gordon Brown yönetiminde yaşadığı dönemin oluşturduğu söylenir.

Avrupa, neo-liberalizmin kıskaçları altında inleyip de bu politikalara karşı ayağa kalktıkça sol ideoloji de Avrupa’da kendini yeniden tanımlıyor hatta umalım ki yeniden buluyor. Yeni akımda anti-kapitalist eğilimler yeniden ve kuvvetle öne çıkıyor. Katı, dogmatik bir yalınlık yerine ideolojik eğilimlerin çoğulculuğuna dayalı geniş ufuk sahibi olan yeni bir akım bu. Türkiye hep bu yeni akımın öncüsünün komşu Yunanistan’daki SYRIZA hareketi olduğunu düşündü. Oysa Almanya’daki ‘Die Linke’, İspanya’daki ‘Podemos’, Danimarka’daki ‘Kırmızı-Yeşil ittifak’ ve benzeri daha birçok sol hareket Avrupa’da bu anlayışa dayalı olarak yaygınlaşıyor. Birleşik Krallık İşçi Partisi’nin liderliğine seçilen Jeremy Corbyn ile bu yeni rüzgârın şimdi artık ana kıtadan adaya da atlamaya çalıştığı ileri sürülüyor. Nitekim, Corbyn’i coşkuyla ilk kutlayanlar da Avrupa’da yayılan bu yeni sol hareketin temsilcileri oldu.”[20]

O günlerde “yeni sol” denilenlerin hemen hepsi, bu tespitleri tashih ederek karaya oturdu…

“İyi de başka türlü olabilir miydi?” Elbette “Hayır”; aksi eşyanın doğasına aykırıydı. Çünkü “Birbirine karşıt olan iki sınıfı, iki siyasal çizgiyi, en farklı şeyleri ‘birleştirici’ bir formül yardımıyla uzlaştırma amacını güden değil, ama yığınların, propaganda ve uyarma yoluyla, sosyalizmle kapitalizm (emperyalizm) arasındaki kapatılamaz farklılığı görebilmelerini sağlayacak sloganlar ortaya atılmalıdır,”[21] zorunluluğuna “es” geçildi!

“PEKİYİ YA BASK” MI?

O da “Korkaklık şu soruyu sorar: Güvenli mi?

Menfaatçilik şu soruyu sorar: Faydalı mı?

Kibir şu soruyu sorar: Popüler mi?

Ama vicdan şu soruyu sorar: Adaletli mi?”[22] denklemine verdiği negatif yanıt ile Eduardo Galeano’nun, “Sistem alçaklığı alkışlıyor. Çok çalanı ödüllendiriyor, az çalanı mahkûm ediyor. Barış çağrısı yapıyor, şiddet uyguluyor. Sana komşunu sevmeni vaaz ediyor ama aynı zamanda seni onu yiyerek hayatta kalmaya zorluyor,”[23] saptamasını doğrularcasına(!) Kolombiya’da FARC, İrlanda’da IRA’dan farklı ol(a)madı.

“Nasıl” mı?

‘El Diario’nun haberi, ETA’nın (Bask Ülkesi ve Özgürlük anlamına gelen Euskadi Ta Askatasuna) gazeteye yolladığı mektupta kendini tamamen feshettiğini ve bütün bileşenlerini devre dışı bıraktığını açıkladığı mektupta, “ETA, tarihi döngüsünü ve işlevlerini sona erdirmeye karar verdi ve yolculuğunu sona erdirdi”ğini duyurdu.[24]

İspanya’nın Bask coğrafyasının bağımsızlığı için onlarca yıl silahlı mücadele yürüten ETA, kendini feshetmeden önce eylemleri sonucu hayatını kaybedenler konusunda özür dileyip, “Uzun süren silahlı mücadelemiz boyunca telafisi mümkün olmayanlar da dahil olmak üzere bir çok acıya ve zarara sebep olduğumuzun farkındayız. Ölenler, yaralananlar ve ETA’nın eylemleri yüzünden kayba uğrayanları saygıyla anmak istiyoruz. Bask ülkesinde çekilen ölçüsüz acılardaki doğrudan payımız için içten özür diliyoruz,” dedi.

İspanya’nın kuzeyindeki yedi bölge ile Fransa’nın güney batısında bağımsız bir Bask ülkesi için silahlı mücadele ile 40 yılı aşan eylemleriyle ETA, 2010’un Eylül’ünde silahlı eylemlerine son verdiğini bildirmiş ve 2011’de sürekli bir ateşkes ilan etmişti. Örgüt 2017’de silahlarını sakladığı yerleri bildirmiş ve artık tamamen silahsızlandığını açıklamıştı.

İspanya hükümetinin siyasi ve askeri olarak yenildiğini ve hedeflerinin hiç birisine ulaşamadığını açıkladığı ETA 1960’lı yıllarda öğrenciler arasında onlarca yıldır ülkeyi yöneten General Francisco Franco’nun baskıcı askeri diktatörlüğüne karşı bir direniş hareketi olarak ortaya çıkmıştı.

Franco rejimi altında Bask dili yasaklanmış, kültürel faaliyetleri bastırılmış, ileri gelen Bask aydınları politik ya da kültürel duruşlarından dolayı hapse atılmış, işkence görmüştü.

General Franco’nun 1975’de ölümü ardından ülkede dönüşüm süreci başlamış ve iki milyon nüfusuyla Bask bölgesi de özerk yönetimine kavuşmuştu.

ETA eylemlerinde ölenlerin çoğu İspanyol polis teşkilâtı Guardia Civil mensupları idi. Ama ETA’nın taleplerine karşı çıkan Bask ve İspanyol politikacılar da hedef alınıyordu.[25]

Bask özerk yönetimi hükümetinin sözcüsü Josu Erkoreka’nın, “ETA en kısa zamanda, şartsız, tek taraflı ve geri dönüşü olmayacak şekilde silahsızlanmalı. Zaman, söz değil eylem zamanı” açıklaması[26] ve ETA’nın, İspanya’nın yargı sistemini tanıdıklarını ve özgürlükleri için yasal yollara başvuracaklarını belirterek, “Tüm siyasi faaliyetlerimizin sonuçlarının sorumluluğunu üstleniyoruz ve İspanya’nın cezai adalet sistemini tanıyoruz,”[27] ifadeleri ardından Bask bölgesinde barış sürecinde önemli bir rol oynayan Batasuna Lideri Arnaldo Otegi, 6 yıl tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı.

Logrono cezaevi çıkışındaki açıklamasında Otegi, “Barış istediğimiz için altı buçuk yıldır bizi cezaevinde tutuyorlar. Tüm provokasyonlara rağmen bu barış bahsini sürdürdüğünüz için sizleri kutluyorum. Sonuna kadar takip edilecek yol barıştır ve hepinizle birlikte ben de kendimi bunu yapmak için öneriyorum,”[28] dedi…

Özetle BASK, tüm iddia ve hedeflerinden vazgeçerek, düzen içi sınırlara iltihak etti; Max Horkheimer’ın, “Devrimci bir kariyer ziyafetlere ve titrlere, ilginç araştırmalara ve profesör maaşlarına yol açmaz. Neredeyse yalnızca insanüstü bir inançla donatılarak, sefalete, talihsizliğe, nankörlüğe, hapishaneye ve bilinmeyene olan yolculuğa yol açar,” uyarısını “es” geçerek…

Tüm bunlar “demokrasi” adına(?), onun için(!) yapıldı; Çin Komünist Partisi’nin yayın organı ‘Global Times’daki “Demokrasi adına kaç kötülük işlendi?”[29] sorusu yanıtsız bırakılıp, Fikret Başkaya’nın “Demokrasiye Dair Notlar”ında[30] değindiği gerçeklere sırt dönen “sivil itaatsizlik” retoriğiyle!

“Sivil İtaatsizlik”; “İtaatsizlik özgürlüğün gerçek temelidir. İtaat edenler sadece kölelerdir,” diyen Henry David Thoreau ile Mahatma Gandi’ye mal edilse de, “sivil/ pasif direnişin babası” ilan edilen Gene Sharp’ı da unutmamak gerek.

‘From Dictatorship to Democracy/ Diktatörlükten Demokrasiye’ başlıklı yapıtıyla maruf Sharp’ın pasif direniş/sivil itaatsizlik üzerine yazdıklarında 168 pasif eylem türünden söz eder. Önermesi basittir: Yönetene bağımlılığı zayıflatacak eylemler yapmak. Yıkıcı olmayan, dolayısıyla düzenin kolluk kuvvetlerini müdahale etmek zorunda bırakmayan eylemler bunlar. 30’dan fazla kitabı var, hepsi de başka dillere çevrilmiş.

Sharp hâliyle sıkı bir antikomünist. SSCB mevcutken, eğer Avrupa Sovyetler tarafından işgal edilirse direnme metotlarını anlattığı bir de kitap yazmış; ‘Making Europe Unconquerable’ adında.

Ayrıca Sharp, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü terör örgütü(?) olarak gören biriydi. O nedenle FKÖ’ye de burnunu sokup bu örgüt içinde de bir grup oluşturmanın yollarını araştırmış, hem de İsrail’le birlikte.

Gene Sharp sivil ya da pasif direnişin ne mimarıydı ne fikir babasıydı. Yazdığı kitabındaki öğütler CIA’nın daha çok hoşuna gitmişti, bu da bir diğer gerçek.[31]

Ayrıca bir şey daha: “Sivil itaatsizlik hukukun genel reddi değildir. Ne de herkesin kendi kafasına göre kendi yasallığını ilan etmesidir. Evrensel kabul görmüş ilkeler adına, hak ve özgürlükler alanının genişletilmesi için veya bunun daratılmasına karşı çıkmak için verilen, şiddet içermeyen mücadelelerin bir parçasıdır,”[32] der Ahmet İnsel de!

Bunlar böyleyken; Friedrich Engels’in, “Her yerde, yasaların koruması altında yağma yapan soyguncular vardır”;[33] Jean Jacques Rousseau’nun, “Meyvelerin herkese ait olduğunu ve toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız bittiniz demektir”; William Faulkner’in, “Adaletsizliğe, yalana ve açgözlülüğe karşı dürüstlük, hakikât ve şefkat için sesinizi yükseltmekten asla korkmayın. Dünyanın her yerinden insanlar bunu yaparsa, ancak o zaman dünya değişecektir,” uyarısını (ve zorunlu olduğu duruşu) yaşama geçirmekten başka yol var mı?!

Elbette yok…

HAFIZA KAYBI VE PANZEHİRİ

Bunun için V. İ. Lenin’in, “Aşağıdan demokrasi, bürokrasisiz, polissiz, düzenli ordusuz bir demokrasi; tamamı silahlandırılmış halktan devşirilen bir milise gönüllü toplumsal hizmet! Bunlar hiçbir çarın, hiçbir maceracı kumandanın ve hiçbir kapitalistin el koyamayacağı özgürlüğün garantisidir”[34] tanımlaması doğrultusunda, “En iyi insanlar güzellik duygusuna, risk alma cesaretine, doğruyu söyleme disipline, fedakârlık kapasitesine sahiptir,”[35] uyarısını not eden tarihsel bir düşünce/ davranışa yüzümüzü dönmek gerek.

Bu elbette, “Yeniden yapılanma süreci fikri, örgütsel ve mücadele anlamında önemli ödevleri ve sorumlulukları barındırıyor. Fikri anlamda 3. Yol anlayışından taviz vermez bir tutumun bu süreçte kararlı bir şekilde savunulması, toplumsallaşması ve küresel ölçekte yaygınlaşması öncelik olacaktır,”[36] diye tarif edilen şey değil…

“Komünizmle, onun tek alternatifi olarak görünen kapitalizm arasında bir üçüncü yol bulma umudu”[37] Mihail Gorbaçov’undu, bizim değil; bizim için hâlâ ve her daim kapitalizm karşısındaki tek seçenek sosyalizm, tek yolda devrimdir.

Söz konusu duruşumuza; “Vaktiyle bize iki yol önerilmişti: Birincisi sosyal demokrat cumhuriyetin seçimle gerçekleşmesinden sonra, kapitalist modernitenin içinde yapılacak reformlar yoluydu. İkincisi ise ‘dünyayı sarsan on gün’ içinde gerçekleşecek devrimden sonra’ ‘her şey iyi olacak’ yoluydu.

Paradigmanın iflası, bu iki yolun iflası anlamına geliyor. Yeni paradigma ise üçüncü yol olarak karşımıza çıkıyor. Kürt Özgürlük Hareketi’nin öncülüğünde Kürt halkının kırk yıldır yürüttüğü Konfederal devrimci süreç üçüncü yolun ta kendisidir,”[38] yanıtı verenler de olacaktır!

Ancak yazarın iki paragrafında iki çarpıtma var. İlkin: birinci paragrafta sunduğu iki seçenek bir “paradigma” etmez. Haddizatında, malum; “paradigma, sosyal bilimlere, oradan da siyaset literatürüne dilbilim ve epistemolojiden aktarılan bir kavram. Her aktarım sırasında biraz zedelendiği kabul edilmeli. Ama yine de “reform/ devrim” ve bu alternatiflerin ima ettiği “kapitalizm/ sosyalizm” seçeneklerini tek bir “paradigma”ya indirgeyip bunun “iflas”ını ilan ederek (sosyalist) devrimcilikten vazgeçmek, fazla gayretkeşlik olsa gerek. En basit tanımıyla kapitalist “paradigma”nın iflası (tekrar ediyoruz, lingüistik/ epistemik bir kategorinin iktisadi-siyasal bir alana taşınması Thomas Kuhn’un bile altından kalkamadığı sorunlara yol açagelmiştir) sosyalizmin de “iflası”nı getirmez yanı başında…

İkinci çarpıtma ise yazarın “müflis” paradigma karşısına koyduğu “Konfederal devrimci süreç”! Öncelikle söz konusu “iddia”nın ifade ettiği gibi “kırk yıllık” bir geçmişi yok. Kürt hareketi, “Bağımsız-Birleşik Kürdistan” hedefiyle bir UKTH olarak başladı. Abdullah Öcalan’ın T.“C” devletince yakalanıp İmralı’ya kapatılmasının ardından, yeni yollar arayışına girdi. “Demokratik Konfederalizm” bu arayışta formüle edilen önerilerden biri. “Ekolojik Demokratik Toplum”, “Demokratik Modernite” vd’leri de var ayrıca. İşin çarpıcı yönü, bu önerilerden hiçbiri, “paradigma” kavramının ima ettiği “model” netliğinde formüle edilmiş olmaması. Örneğin bir “demokratik konfederal” (ya da “ekolojik-demokratik, vb.) toplumda mülkiyet ilişkileri nasıl olacak, sınıflar ve sınıfsal karşıtlıklar varlıklarını sürdürecek mi, vb’leri gibi…

Yine yazarın “tarihi tashih” etmeye kalkışan “abartıları”yla devam edersek:

“Demokratik Cumhuriyet kavramını ne DEP ne de çok sonra HDP ve şimdi de Yeşil Sol Parti icat etti. Bu kavram büyük paradigma değişikliği ile birlikte Abdullah Öcalan tarafından dile getirildi, içeriği formüle edildi ve milyonlarca Kürt ve diğer milletlerden halklar tarafından hem anlaşıldı.”[39]

“Ben de içinde, vaktiyle komünistler ve sosyalistler, kendimizi sosyal devrimin öncüleri, Kürt ‘milli’ hareketini de Dr. Kıvılcımlı’nın tabiriyle devrimin ‘yedek gücü’ sayardık. Bu anlayış büyük ölçüde yaygınlığını gidermiş olmakla birlikte, hâlâ hepimizin bilinçaltında varlığını kimisinde hissedilir, kimisinde hissedilmez ölçülerde yaşıyor.

O nedenle benim gibiler Kürt Özgürlük Hareketi’nin sosyal tabanı hakkında kesinleşmiş bir hükme varmış olsalar da, adeta irademiz dışında Kürt Özgürlük Hareketi’ni ‘sosyalistleştirme’ arzumuzu bir türlü gemleyemiyoruz. Kürt işçilerine ve emekçilerine ‘dışarıdan bilinç’ kazandırma dediğimiz Leninci ilkeye hâlâ dört elle sarılıyoruz.

Bu çok anlamsız bir arzudur. Çünkü biz Kürt halkını ‘sosyal-sınıfsal eksene’ kavuşturmak isterken, aslında Kürt halkı bizim ‘sınıf eksensiz kalmış hareketimize, rüyamızda bile görmediğimiz ‘sosyal ve sınıfsal ekseni’ vermiş bulunuyor.”[40]

Yazar kimin “bilinçaltı”nı nasıl okuyor, bilinmez, ama ‘Kürt hareketi’ni “sosyalistleştirme’ dürtüsünden söz ederken, son yirmi yılı aşkın süredir, Kürt hareketiyle içiçe, dahası Kürt hareketiyle birlikte bir “Türkiye Partisi” inşa etme çabasında olan “Türkiyeli sosyalistler”i kast ediyor olmalı. Bir başka deyişle bir “iç hesaplaşma”…

Bizlerin “UKTH”dan anladığımız ise, Kürtlerin kendi varlık ve geleceklerine ilişkin her türlü karar ve tasarrufunu (onaylamasak da, eleştiri hakkımızı saklı tutarak) “meşru” kabul etmek… Ve egemenlerin ezilenler üzerindeki her türlü baskı ve manipülasyonuna “ama”sız, “fakat”sız karşı durmak…

Ama bir ülkenin sosyalistlerinin şu ya da bu saikle bir ulusal kurtuluş hareketiyle mecz olması, bu coğrafyanın uluslararası Marksist harekete sunduğu bir garip “katkı”dır, bizcileyin… Kanımızca Türkiye sosyalist hareketi yıllardır bu garabetin handikapları ile malûl…

Bir şey daha: Sosyalistler için ittifak iltihak değildir; onların daima bağımsız bir sınıf çizgisi vardır; evet, evet “Kürt işçilerine ve emekçilerine ‘dışarıdan bilinç’ kazandırma dediğimiz Leninci ilkeye hâlâ dört elle sarılıyoruz”; ona ne şüphe…

“ÜÇÜNCÜ YOL” LENİNİZMİN İNKÂRIDIR!

Leninizmi, öncü parti kuramını, Sovyetleri/ doğrudan demokrasiyi “reddeden” bir totalitarizm gibi sunmaya kalkışarak; “XXI’inci yüzyıl sosyalizmi ise reel sosyalizm deneyimlerinin eleştirel bilinci üzerinden yükselecektir. Bu deneyimlerin en önemlilerinden biri, toplumun, sınıf adına bir parti iktidarı olarak biçimlenmesi yerine, özgür üreticilerin birliği ile gerçekleşecektir,”[41] diyenlerin Almanya’daki Sovyetlerin yenilgisine kafa yormaları gerekir.

1917’deki Büyük Ekim Devrimi’nden bir yıl sonra Birinci Dünya Savaşı’nın yerle bir ettiği Almanya’nın birçok kentinde peşi sıra küçük Sovyet Cumhuriyetleri kurulur. Savaş yorgunu ülkenin dört bir tarafında filizlenen irili ufaklı Konseyler’den en büyüğü güneydeki Bavyera Sovyet Cumhuriyeti’ydi. Kiel, Wilhelmshaven, Berlin, Stuttgart, Braunschweig, Frankfurt, Hannover, Hamburg, Lübeck, Lüneburg’daki “Sovyetler” ise ilk akla gelenlerdendi…

“Neden kaybettiler”? Öncü partisizlikten…

Yeri geldi bir kez aktaralım:

V. İ. Lenin’in öncü partisinin üyeleri proletaryadan farklı olarak sosyalist bilince sahip olan insanlardır: Kendi başlarına bırakıldıklarında ancak sendikalist/ ekonomist bilinci edinebilecek olan proletaryaya maddenin bilgisini (bilimsel sosyalizmi) götürmekle görevlidirler. Özetle proletarya, Karl Marx Friedrich Engels’e göre, sosyalizmi kendi bilinci içinden çıkarırken, V. İ. Lenin bunun tam tersini iddia ederek, devrimci teorinin (sosyalizmin) “parti” aracılığıyla götürülmesi gerektiğini, proletaryanın kendi içinden sosyalist bilinci çıkaramayacağını belirtmiştir:

Öncü “parti” anlayışı da tam da bu teorik çerçeve üzerine bina edilir. Parti öncülerden (üretim biçimlerinin kendine içkin yasallıklarını bilen “bilinçli” insanlardan) müteşekkildir. Bu insanların görevleri/ amaçları, seçimlere girerek oy almak ve kendi programını uygulamak vb. değil, devrime ve tarihe öncülük etmektir.

Bunun yolu da devrimci teoriyi, yığınlara ulaştırmaktır. Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz ve ancak bu yolla, yani devrimci teorinin öncüler yoluyla kitlelere ulaştırılmasıyla proletarya yıkılmaz bir güç hâline gelebilir. Bu düşünce V. İ. Lenin’in sosyalist uygulamaya en önemli katkısı, aynı zamanda da öncü parti anlayışının temelini oluşturmaktadır. V. İ. Lenin’in öncü partisi bu amaçla yığınlardan yararlanır, onları örgütler, birleştirir ve yönetir. Çünkü:

“Proletarya’nın iktidar uğruna mücadelede örgütten başka hiçbir silahı yoktur. Burjuva dünyasında anarşik rekabetin egemenliği yüzünden parçalanmış olan… ezilen… sefaletin, vahşiliğin ve dejenerasyonun en derinliklerine itilen proletarya, ancak Marksizmin ilkeleriyle ideolojik birliğini, milyonlarca emekçiyi işçi sınıfı ordusu içinde birleştiren örgütün maddi birliğiyle sağlamlaştırması sayesinde yenilmez bir güç hâline gelebilir.”[42]

Sosyalist teoride öncünün rolü, hiçbir müzik aletini çalmamasına rağmen parçanın icrasına katılan orkestra şefinin rolüne benzer. Öncü, “olanaklar elverdiği ölçüde kitleleri büyük savaşlarda ve… küçük çarpışmalarda yönetebilecek örgütler yaratmak… sınıf savaşlarının bir iç savaş hâlini alacak kadar şiddetlendiği dönemde, yalnızca bu iç savaşa katılmayı değil, burada yönetici rolü oynamayı da kendine görev” edinmiş, “profesyonel devrimcidir.” Victor Serge[43] ise profesyonel devrimcileri, mesleği devrim yapmak olan kişiler olarak tanımlar:

Devrimcilik mesleği, uzun bir çıraklık dönemi, salt teknik bilgiler, çalışma aşkı, sebep sonuç ve araçların en iyi biçimde değerlendirilmesini gerektirir. Devrimci, çoğu zaman olduğu gibi günlük ekmeği için başka işler yapmak zorunda kalsa bile, devrimcilik yine de onun yaşamını dolduracaktır.

Özete sosyalist teoride parti, parti çalışması dışında hiçbir işle uğraşmayan ve gerekli asgari teorik bilgiye, siyasi tecrübeye, örgütsel pratiğe ve Çarlık polisiyle mücadele etme ve onlardan korunma ustalığına sahip ve görevi V. İ. Lenin’in ‘Kitle İçinde Parti Çalışması’nda[44] belirttiği gibi kitleler üzerinde daha etkili olabilmek için propaganda ve ajitasyon yapmak olan görevlilerden oluşur. Parti, sürekliliği sağlanan sağlam bir “önderler (ilericiler)” örgütü hâline gelmeksizin yaşayamaz. Mücadeleye kattığı kitlelerin oranında sağlam ve onları yönlendirebilen bir yapıda olmalı, kitleleri yönlendirenler yine profesyonel devrimciler olmalı, ama devrimi kendi başına gerçekleştirme hastalığına da tutulmamalıdır: “Komünistlerin en büyük ve en tehlikeli hatalarından biri devrimin sadece devrimcilerin eliyle yapılabileceğini sanmalarıdır.”[45]

Parti, bir bütün olarak işçinin siyasal bilincini oluşturur ve temsil eder; proletaryanın “öncü müfrezesidir.” Sosyal Demokrat (komünist) ideoloji ile bezenmiş ve toplumun genel ve zorunlu yasallıklarını bilen öncülerden oluşan parti olmaksızın devrimin gerçekleşmesi, kendiliğinden gerçekleşen işçi hareketlerinin siyasal bir bilince dönüşmesi mümkün değildir. Çünkü sosyalist ideoloji ontolojik olarak işçinin bilincine kazınmış değildir. İşçinin siyasal bilinci ile sosyalist ideoloji arasındaki kopukluğu giderecek olan kurum “parti”dir. Ve bu parti, Ho Şi Minh’in vurguladığı gibi, üyelerinin, işçi sınıfına ve kolektif güce bağlılığı ve bu güçle son nefeslerine kadar savaşmaları” ile ayakta durmaktadır.[46]

V. İ. Lenin, öncülerin devrimci teoriyi -sosyalizmi- işçi sınıfına götürerek onları devrimci pratik için örgütlemeden ortaya çıkan işçi hareketlerini kendiliğindenci hareketler olarak adlandırır ve bu hareketlerle terör arasında doğrudan bir ilişki kurar. V. İ. Lenin, kendiliğindenlik (ekonomizm/ sendikalist hareket) ve bilinç sorunlarını tartıştığı yazılarında[47] öncülerden oluşan bir partinin rehberliği olmaksızın işçi hareketlerinin kendiliğindenlik sınırını aşamayacağını sendikalist hareketler olmaktan öteye gidemeyeceğini belirtmektedir.[48]

Bu bağlamda devrim bilinci işçilere kazandıracak, bu amaçla politik ajitasyon yaparak düzeni teşhir edecek[49] örgüt “parti”dir. Kendi kendine ekonomizmin sınırlarını aşamayan kitle hareketleri partinin liderliği, rehberliği ve yönlendirmesi ile siyasal bir bilince kavuşacak, hâkim sınıfların baskı aracı olarak adlandırılan devleti devrim yoluyla ele geçirilerek proletarya diktatörlüğü kurulacaktır.

Parti, öncülerden oluşmasına ve kitleler, öncülerden oluşan bu partinin rehberliği olmaksızın devrime ulaşamayacak olmalarına rağmen, kendisini yığınlara dayamak, gerçek gücünü oradan almak zorundadır. Özetle öncüler, kitleyi devrime yönlendirir, onların bilinçlenmesini, içinde bulundukları şartları kavrayabilmesini sağlar. Öncüler, Blankizm’in aydın darbeciliğinden farklı olarak devrimi gerçekleştirecek unsurlar değildirler: Devrimi yapacak olan yığınlardır. Bunun yolu, şartların en uygun olduğu anda (tabii ki bu anı belirleyecek olan kurmaylar/ öncülerdir) gerçekleştirilecek bir iç savaş, yani genel bir ayaklanmadır…[50]

Özetin özeti; “Sadece geleceğe odaklanmak için geçmişe sırt çevirmek nafile bir çabadır. Böyle bir şeyin mümkün olabileceğine inanmak bile tehlikeli bir yanılsamadır. Geçmiş ile gelecek arasındaki karşıtlık ilişkisi saçmadır. Gelecek bize hiçbir şey getirmez, bize hiçbir şey sunmaz; onu inşa etmek için her şeyini, hatta hayatını vermesi gereken biziz. Ancak verebilmek için sahip olmak gerekir ve bunun için, bizim tarafımızdan sindirilen, özümsenen ve yeniden yaratılan geçmişten kalma hazinelerden başka bir yaşama yahut yaşam özüne sahip değiliz. İnsan ruhunun tüm gereksinimleri arasında geçmişten daha yaşamsal bir ihtiyaç yoktur,”[51] vurgusuyla hatırlatalım: Öncü partiden, geleneğinden vazgeçmek, devrimden vazgeçmekle özdeştir; devrimci partinin aslî görevi ise, işçi hareketini Marksist teoriyle donatarak tarihin sahnesine çıkar(t)maktır.

Hatırlansın: “Bizzat emekçi kitleler tarafından onların hareketi sürecinde formüle edilmiş bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre,” diye yazıyordu V. İ. Lenin, “Tek seçenek şudur: Ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideoloji yaratmamıştır. Dahası, sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıfsız ya da sınıflar üstü bir ideoloji asla söz konusu olamaz). Bu yüzden, sosyalist ideolojiyi herhangi bir şekilde küçümsemek, ondan en ufak şekilde sapmak, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir.”[52]

ÖNEMLİ NOTLAR

Karl Marx’ın, “Geleceğin mutfakları için bugünden yemek tarifi vermenin çok bir anlamı yok,” uyarısı eşliğinde anımsatalım: Devrim, kendiliğinden hareket(ler)in eseri değildir ve ol(a)maz da!

Malum Karl Marx’ın, “Her devrim eski toplumu dağıtır. Bu nedenle toplumsaldır. Her devrim eski iktidarı devirir. Bu nedenle de siyasaldır,” vurgusuna ekler V. İ. Lenin:

 “Bir sınıfın bir başka sınıfı ezdiği bir toplumdan kurtulmayı yalnızca ezilen sınıfın diktatörlüğü sağlar”.

“Sovyet hükümeti emekçi halkın yanında, vurguncunun, mülk sahibinin, kapitalistin ve toprak sahiplerinin karşısındadır.”[53]

“İnsanlık henüz gelişmedi ve biz henüz işçilerin, tarım emekçilerinin, köylülerin, asker temsilcilerinin sovyetlerinden daha üstün ve daha iyi bir hükümet şekli bilmiyoruz.”[54]

“Çarı kovmak zor değildi. Birkaç gün bunun için yeterli oldu. Çiftlik sahiplerini kovmak zor değildi, bunun için birkaç aya ihtiyaç vardı; kapitalistleri kovmak da çok zor değildir. Fakat sınıfları kaldırmak, karşılaştırılamayacak kadar zordur.”

Ve bir uyarı da Mao Zedung’dan: “Devrim, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemez. Devrim, o kadar zarif o kadar rahat ve nazik, o kadar ılımlı, müşfik, kibar ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketidir.”

Devrim elbette yığınların eseridir ve yığınlar olmadan da bir devrimden söz etmek mümkün değildir ve bu güzergâhta “Belirli bir çağda devrimci düşünlerin varlığı, devrimci bir sınıfın varlığını ön gerektirir”ken;[55] “Gerçek olanaklılık göreli zorunluluğun açıklanışıdır.”[56]

“Proletarya, siyasi egemenliğini, burjuvazinin elinden adım adım tüm sermayeyi almak, bütün üretim aletlerini devletin elinde, yani hâkim sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçleri en hızlı şekilde artırmak için kullanacaktır”…[57]

“Sınıfların ortadan kaldırılması bizim temel talebimizdir; bu olmadan, sınıf egemenliğinin ortadan kaldırılması iktisadi açıdan bir anlamsızlıktır. ‘Herkese eşit hak için’ yerine şunu öneriyorum: ‘herkese eşit haklar ve eşit görevler için’ vb. Eşit görevler bizim açımızdan burjuva demokratik eşit hakların çok büyük önem taşıyan bir tamamlayıcısıdır ve bunların özgül burjuva anlamlarını ortadan kaldırır.”[58]

“Hak, hiçbir zaman, toplumun ekonomik yapısının ve ona tekabül eden kültürel gelişmesinin üstüne çıkamaz.”[59]

“Toplumun, her bireyi kurtarmaksızın, kendi kendini kurtaramayacağı açıktır. Öyleyse eski üretim biçimi zorunlu olarak tepeden tırnağa altüst olmalı ve özellikle eski işbölümü ortadan kaldırılmalıdır. Onun yerine, bir yandan hiçbir bireyin, insan varlığının doğal koşulu olan üretken emek payını başkalarının üstüne yükleyemediği, öte yandan üretken emeğin, köleleştirme aracı olacak yerde, her bireye fizik ve entelektüel yeteneklerinin tümünü her yönde yetkinleştirme ve kullanma olanağını sunarak, insanların kurtuluş aracı durumuna geldiği ve çalışmanın yük olmaktan çıkıp, bir zevk olduğu bir üretim örgütünün geçmesi gerekir…”[60]

O hâlde “Soyut özgürlük sözcüğünün sizi aldatmasına izin vermeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, bir kişinin bir başka kişi karşısındaki özgürlüğü değil, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğüdür.”[61]

V. İ. Lenin’in özetlersek: “Bizim için sovyetler biçim olarak önemli değildir, bizim için önemli olan, bu sovyetlerin hangi sınıfları temsil ettiğidir. Bu yüzden proletaryanın bilincini aydınlatmak için uzun süreli bir çalışma gereklidir.”[62]

“Bizim sloganımız, burjuvaziyi yenmek, mallarını ellerinden almak ve onları silahsızlandırmak için proletaryayı donatmak olmalıdır. Devrimci sınıf için tek mümkün taktik budur; bu taktik, kapitalist militarizmin bütünüyle nesnel gelişiminin mantıki sonucu ve gereğidir. Ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonra proletarya, kendi dünya ölçüsündeki görevine ihanet etmeden bütün silahları hurdalığa atar.”

“Ezilenlerin ve sömürülenlerin bayram günü devrim olacaktır!”

“İyi de neden yenildik” mi?

Gayet basit: Sosyalizmi bir kalkınma “ideolojisi”ne indirgeyip, dünya devriminden kopan bürokratik deformasyon nedeniyle!

Malum: “Bürokrasinin olduğu yerde her türlü canlı yaşam ölür,” diye uyarmıştı çok önceleri Rosa Luxemburg…

İkincisi de V. İ. Lenin’in, Mart 1919’da, “Sadece bir devlet içinde yaşamıyoruz. Bir devletler sisteminde yaşıyoruz. Sovyet Cumhuriyeti’nin uzun bir süre boyunca emperyalist devletlerle yan yana var olması düşünülemez. Sonunda ya bir taraf ya da öteki taraf galip çıkacaktır,” sözleriyle altını çizdiği soru(n)dan…

BUGÜN(LER)

Yerküre kendiliğinden isyan hareketleriyle altüst oluyorken; Amartya Sen’in, “Dünya hem göz kamaştıracak kadar zengin, hem de iç karartacak kadar yoksuldur,” tespitini doğruluyor.

Birçok coğrafyada emekçiler eriyen ücretlere karşı çıkıp, hareketleniyorlar; protesto için sokaklara çıkıyor, grev kararı alıyorlar. Artan yoksulluğu, gıda güvensizliği, zulmü reddediyorlar.

Kapitalizme karşı isyana yol açan koşulların üzerinden yüzyıllar geçse de; adaletsiz gelir dağılımı, emek sömürüsü, çocuk işçiliği, çalınan zamanlar, sömürü, yıkımda değişen bir şey yok gibi.

Kapitalist sömürü bugün de yüzyıl öncesinin koşullarında benzer şartlar işçileri karın tokluğuna çalıştırmaya, sömürmeye devam ediyor.

Yoksulluğun derinleşerek yaygınlaştığı, çalışanların dahi yoksulluk sınırının altına düştüğü, dilencileştirildiği sistemin yarattığı sosyal eşitsizliği, adaletsizliği dünyanın dört bir tarafında görüyoruz.

Avrupa’nın dört bir tarafında adaletsizliğe, yoksulluğa, karşı isyan var; “baldırı çıplaklar” sokaklara dökülüyor.

Sürdürülemez kapitalizm, 1929 Buhranı’ndan beri en onmaz krizinde debeleniyor. Krizin tüm yükü emekçilerin, çalışanların sırtına yüklenmek isteniyorken; yerkürenin dört bir köşesinde yaşananlar “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediğini” “yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediğini” gösteriyor.

Şimdilerde V. İ. Lenin’in, “Mutlak olarak umutsuz durumlar yoktur… Hiçbir şeyin gerçekleşmediği on yıllar ve on yılların gerçekleştiği haftalar vardır,” vurgusunun altını ısrarla çizerek, kendiliğindenci “hafıza kayıbı”na karşı “Leninist hafıza”yı tarihin sahnesine çıkar(t)ma zamanıdır.

TEMEL DEMİRER

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergisi, No:268, Kasım 2023…

[1] Bertolt Brecht.

[2] Umut Can Fırtına, “Güneyde Esen Sol Rüzgâr Umut Verdi”, Birgün, 22 Ağustos 2023, s.11.

[3] “Ekvador Ve Guatemala’da Sol Kazandı”, Birgün, 22 Ağustos 2023, s.7.

[4] İbrahim Varlı, “Güney Amerika’da 3. Sol Dalga: Latin Solu Neden, Nasıl Kazanıyor?”, Birgün, 22 Ağustos 2023, s.11.

[5] İbrahim Varlı, “Sosyal Demokratların Krizi ve Çıkış Yolu”, Birgün, 19 Eylül 2023, s.11.

[6] Levent Özçağatay, “Birleşik Krallık’tan Birleşik İrlanda’ya”, Birgün, 12 Mayıs 2022, s.10.

[7] Ceyda Karan, “Korsika’da Barış Umudu”, Taraf, 29 Haziran 2014, s.7.

[8] Umur Talu, “… ‘Ayrılıkçı’ Korsika’da Ne Oldu?”, Haber Türk, 10 Şubat 2018, s.21.

[9] Umut Can Fırtına, “SYRIZA’nın Sonu mu?”, Birgün, 26 Eylül 2023, s.11.

[10] Meriç Şenyüz, “İspanyol Gençleri ‘Yapabiliriz’ Diyor”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2017, s.12.

[11] Sezin Öney, “Yolsuzluğa Karşı İspanya”, Taraf, 28 Mayıs 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/yolsuzluga-karsi-ispanya/

[12] “Ada Colau: Değişime Halk Karar Verdi, Biz Sadece Aracı Olduk”, Evrensel, 16 Haziran 2015, s.10.

[13] Nilgün Cerrahoğlu, “Podemos İçin Gerçek Saati”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2015, s.17.

[14]  “Öfkeliler Avrupa Parlamentosu’nda”, Radikal, 1 Haziran 2014, s.13.

[15] “Cameron: İşçi Partisi Ulusal Güvenliğe Tehdit”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2015, s.11.

[16] Anıl Baba, “İngiliz İşçi Partisi’ne Sosyalist Genel Başkan”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:241, 16-29 Eylül 2015, s.13.

[17] Ergin Yıldızoğlu, “Nihayet İyi Bir Haber”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2015, s.9.

[18] “Monarşi Karşıtı Corbyn Milli Marşı Okumadı”, Milliyet, 17 Eylül 2015, s.23.

[19] Ceyda Karan, “Corbyn’in Yolu”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2015, s.10.

[20] Ünal Çeviköz, “Demokratik Sosyalizm, Avrupa ve Türkiye”, Radikal, 14 Eylül 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/unal_cevikoz/demokratik_sosyalizm_avrupa_ve_turkiye-1433379

[21] V. İ. Lenin, “Barış Sorunu”, Proletarskaya Revolutsiya, No: 5, 1915.

[22] Eduardo Galeano, Aynalar: Neredeyse Evrensel Bir Tarih, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay, 2013.

[23] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2008, s.111.

[24] “ETA’dan Tarihi Karar”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2018, s.7.

[25] “ETA Özür Diledi”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2018, s.7.

[26] “ETA Cephanelerini Mühürlemeye Başladı”, Sabah, 2 Mart 2014, s.26.

[27] “ETA Özrü: Acı Verdik ve Yargıyı Tanıyoruz”, Radikal, 30 Aralık 2013, s.23.

[28] “Arnaldo Otegi Cezaevinden Çıktı”, Gündem, 2 Mart 2016, s.13.

[29] “Demokrasiniz Palavra”, Birgün, 10 Aralık 2021, s.10.

[30] Fikret Başkaya, “Demokrasiye Dair Kısa Notlar”, Kaldıraç Dergisi, No:262, Mayıs 2023, s.99-100.

[31] Mustafa K. Erdemol, “Pasif Direnişin Mimarı Gene Sharp Değildi”, Birgün, 6 Şubat 2018, s.5.

[32] Ahmet İnsel, “Sivil İtaatsizlik Hem Hak Hem Görevdir”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2017, s.11.

[33] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.

[34] V. İ. Lenin, Köylü Temsilcileri Kongresi, Nisan 1917, Pravda, No:34.

[35] Ernest Hemingway, Silahlara Veda, çev: Zeynep Güleç, Akvaryum Yay., 2005.

[36] Sezai Temelli, “Tek Seçenek 3. Yol”, Yeni Yaşam, 13 Eylül 2023, s.6.

[37] Ergun Balcı, “Gorboçov’un Serüveni”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2021, s.9.

[38] Veysi Sarısözen, “Demokratik Cumhuriyet’e Ulaşmanın Yol Haritası-2”, Yeni Özgür Politika, 20 Eylül 2023, s.10.

[39] Veysi Sarısözen, “Demokratik Cumhuriyet ve Konfederalizm”, Yeni Yaşam, 18 Eylül 2023, s.10.

[40] Veysi Sarısözen, “Demokratik Cumhuriyet’e Ulaşmanın Yol Haritası-1”, Yeni Özgür Politika, 18 Eylül 2023, s.10.

[41] İbrahim Aydın, “Ekim Devrimi’nin Güncelliği”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:817, 6 Kasım 2022, s.3.

[42] V. İ. Lenin, “Bir Adım İleri iki Adım Geri” Seçme Eserler, Cilt: 2, çev: Süheyla Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995.

[43] Victor Serge, Militana Öğütler, çev: Mümtaz Yavuz, Evren Yay., 1978.

[44] V. İ. Lenin, Kitle İçinde Parti Çalışması, çev: Cengiz Haksever, Ser Yay., 1974, s.35.

[45] V. İ. Lenin “Militan Materyalizmin Önemi Üzerine”, Seçme Eserler, Cilt: 11, çev: Saliha N. Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s.85.

[46] Ho Şi Minh, Seçme Yazılar; çev: Aydın Kurtuluş, Aşama Yay., 1975, s.149.

[47] V. İ. Lenin, “Ne Yapmalı?” Seçme Eserler, Cilt:2 çev: Süheyla Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995.

[48] yage, s.98.

[49] yage, s. 87.

[50] Mete Kaan Kaynar, “Sosyalizm ve Devrimci Şiddet”… http://www.metekaankaynar.com/Makale.aspx?hbr=33

[51] Simone Weil, Kökler – İnsanın ve Ruhun İhtiyacı, çev: Yusuf Yenen, Ketebe Yay., 2021.

[52] V. İ. Lenin, “What Is To Be Done?”, Collected Works, Cilt 5, Moscow: Foreign Languages Publishing House, 1961, s. 384.

[53] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s.124.

[54] “Devrim, işçiye zorbaca davranan, küfreden ve onu güden ustabaşı ve patronlar sınıfının işini bitirmişti. İşçi, onlardan kurtulmuş olmaktan memnundu, yorulduğunda kendisini güden kimse olmaksızın oturup sigarasını içebildiği için mutluydu.” (Nadejda Krupskaya, Lenin’den Anılar, çev: Özlem Koşar, Yordam Kitap, 2020, s.430.)

[55] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[56] Karl Marx, Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri, çev: Hüseyin Demirhan, Sol Yay., 2016, s.29.

[57] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[58] Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969, s.96.

[59] yage, s.27.

[60] Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.

[61] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011, s.236.

[62] V. İ. Lenin, “Nisan Konferansında Politik Durum Üzerine Rapor”, Seçme Eserler, Cilt: 6, s.88.

Önceki İçerikAvukatlardan Yargıtay’a yürüyüş: Yaşanan yargı değil, devlet krizi
Sonraki İçerik57 ülke İsrail’in içinden geçti! Gazanız mübarektir!