Alain Badiou: Marksist düşüncede yeni bir başlangıç noktasındayız

Yeni kitabı ‘Petrograd, Shanghaï’da (La Fabrique, 2018) Alain Badiou, Ekim 1917 Rus Devrimi’nin başarısızlıklarına ve Çin Kültür Devrimi’ne odaklanıyor. Daima akıntıya karşı duran, Maocu mirası savunusu nedeniyle tartışmalı bu filozof, uzun bir söyleşi ile fikirlerini açıklıyor.

Ekim 1917 Rus Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünü vesilesiyle yapılan birçok yayın, belge ve tartışma sizi tatmin etmemiş görünüyor. Hatta size göre bunlar ‘organize bir unutma’ hali.

Evet, çünkü bu devrimin gerçekliği, etkisi ve günümüz açısından halen taşıdığı anlam hiçbir şekilde tartışılmadı. Medyada yapılan göndermelerin büyük çoğunluğu ‘totaliterliğin kökeni’ olmasından dem vuruyor veya uzak ve başka bir çağın olayı olarak ele alıyor bu devrimi.

The Black Book of Communism (Komünizmin Kara Kitabı) kitabının yazarı tarihçi Stéphane Courtois, yıldönümünde Lenin karşıtı bir makale yazdı ve onu ‘totaliterliğin mucidi’ ilan etti. Bu akımı bugün Fransız tarih yazımında hâkim eğilim olarak mı görüyorsunuz?

Stéphane Courtois’nın karşı-devrimci tutkusu artık kanıt gerektirmiyor. Bu onun markası oldu ve bununla geçiniyor. Devrimcileri kafaya esen her şeyin içine atılabileceği ‘totaliterlik’ çöplüğüne atmak, ideoloji piyasasında çok getirisi olan bir esnaflık. Kendisi gezegen çapında oligarşiye dönüşmüş bir sektör olan medyada da durum aynı. Bir bakıyorsunuz, Lenin’e dair olumsuz bir görüş son derece yaygın hale geliyor. Ama yine de, hem entelektüel hem de uluslararası bir karşı akım da var ve hakikatlere dayalı olarak Lenin’in, hiç tartışmasız şekilde, modern zamanların, diyelim ki Saint-Just ve Robespierre’den bugüne, bilinen en büyük beş veya altı devrimci düşünüründen ve militanından biri olduğunu gösteriyor.

Totaliterlik tartışmasında, ‘1917 Rus Devrimi’nin totaliterlikle hiçbir alakası yok’ sözlerinizle ikircimsiz bir pozisyon aldınız. Rus Devrimi’nin, Stalin yönetimindeki totaliter parti devletine dejenere olmuş haline eşitlendiğini düşünüyorsunuz.

1917 Lenin’inin, diyelim ki 1937 Stalin’i ile eşitlenmesi, Robespierre ile Napolyon’u aynı sepete koyan monarşistler tarafından yirminci yüzyıl başında yapılan propagandadan daha büyük bir absürtlük. Dehşet şovu türünden benzetmelerin, sahte rakamların ve kıyamet anlatılarının her daim karşı-devrimcilerin araçları olduğunu söylememiz gerek. Rus Devrimi 1917’den en fazla 1929’a kadar devam eden bir tarihsel sekans için münasip bir ad.

Bu dönemin tamamı boyunca, yalnızca ‘tüm iktidar Sovyetlere,’ halk meclislerine sloganı Lenin veya Lenin’e sadık olanlar için bir belit olmakla kalmıyor; aynı Lenin, Kızılların iç savaşta galip gelmesinin hemen ardından, Bolşevik parti tarafından kurulan devletin ilerlemiş dejenerasyonunu da tespit ediyordu. Hem Lenin hem de Mao’nun ortak bir özelliği, devlet iktidarı kisvesi altında, devrimci partiyi bürokratikleştiren ve onu atıl kılan her şeye karşı duydukları büyük kuşkuydu. Parti ve devletin kaynaşmasını nitelemek için ‘totaliterlik’ sözcüğünde ısrar edenler açısından, hem Lenin hem de Mao’nun totaliterliğin ciddi eleştirmenleri olduğunu söylemek daha doğru olacaktır!

Daha da tartışmalı mesele ise, eleştirileriniz olmasına rağmen, Mao tarafından 1966’da başlatılan Çin Kültür Devrimini takdir etmeniz. Fransa’da bu olayı ilham kaynağı olarak gören nadir entelektüellerden birisiniz. Bu mirası neden bu kadar önemli görüyorsunuz?

Son derece basit. 1950’lerin sonunda, Lenin’in ölümünden kısa süre önce yaptığı gibi, Mao, Rus ‘modeli’ – tamamen katılaşmış – ile iktidarı aldığından bu yana Komünist Parti’nin bürokratikleşmesi arası karışımın, parti ve dolayısıyla devlet ve ordu kadrolarının büyük bir kısmını, karşı konulmaz şekilde, komünizme zıt bir yöne çektiğini not etmişti. Çünkü Mao açısından – ve metinler ortada – iktidarın ele geçirilmesi, komünist devrimden, toplumun toptan eşitlikçi dönüşümünden çok uzaktır. Sürekli olarak ‘komünist bir hareket olmaksızın komünizm olmaz’ diyecekti. Bu da kitlesel devrimci faaliyet olmaksızın, parti iktidarda olsa bile, gerçekten yeni olan hiçbir şey elde etmek mümkün olmayacak demektir. Bu, 1920’ler sonunda yalnızca devlete ve polise güvenerek ve parti içi hesaplaşmaları bir tasfiye, sürgün ve kurşuna dizme meselesi olarak görerek ‘devrimin tamamlandığını’ iddia eden Stalin’in tam zıddıdır.

Kültür Devrimi, komünist politikayı partinin iktidarda olduğu koşullarda ve dolayısıyla büyük ölçüde bu iktidara karşı kitlesel ölçekte yeniden başlatma adına ilk girişimdi ve tek girişim olarak kaldı. Mao, bunu yapmak için devasa bir gençlik hareketine – o dönem dünya genelinde böyle hareketler olduğunu not etmeliyiz – ve sonra da büyük fabrikalardaki işçi sınıfı müfrezelerine dayandı. Tıpkı Paris Komününün emperyalist kapitalizm koşullarında ilk proleter devrim – ve ayrıca kanlı bir yenilgi – oluşu gibi, Kültür Devrimi de bir sosyalist devlet, dolayısıyla da parti-devlet koşullarında ilkti ve o da sonunda başarısız oldu. Ama siyasette, yalnızca bir başlangıç olan her şey, yolu açan her şey bir yenilgi formu alır. Bu yenilgi üzerine tefekkür, aynı idealleri savunanlar açısından yine de saf ve basit bir yükümlülüktür.

‘Yeninin eskiye karşı bu mücadelesi sırasında şok gruplarının kontrolsüz eylemi çok erken bir aşamada ortaya çıktı’ diyorsunuz ve birçok Kızıl Muhafızın ‘bir tür kasti barbarlığa’ teslim olduğunu söylüyorsunuz. Bu deneyime başvuran bir özgürlük siyasetini nasıl destekleyebiliyorsunuz?

Bu soruyu cidden sorduğunuzu düşünmüyorum. Bu çapta ve süredeki bir hareketin, Çin’de, bir sosyalist devlet koşullarında, şiddetsiz, hatta ciddi bir şiddet olmadan nasıl gerçekleşebileceğini düşünüyorsunuz ki? Her kitle hareketi, ister disiplinsiz hesap görme ve küçük liderler savaşlarının eylem motivasyonu olduğu ultra solcu olsun, isterse sahip olduğu iktidara mutlak şekilde tutunan bir sağcı hareket olsun, bu koşulları yaratır. Kızıl Muhafızların aşırılıkları – ki iki eğilimi de göstermişlerdir ve ta en başından aşırı sol ve muhafazakâr sağ olarak bölünmüşlerdir – hareketlerin bu diyalektik kanunu ile biçim almıştır. Eylül katliamları, Terör dönemi idamları veya Vendée’deki savaş yüzünden Fransız Devrimi’ne güle güle mi dersiniz? Her tarihsel doğum sancılıdır. Ama Mao’nun kendisinden başlayarak hareketin Maocu liderliği, bu kanunun farkındaydı ve aşırılıklara ve şiddete karşı, ta hareketin başlangıcından itibaren güçlü bir şekilde önlem almaya çalıştılar. Kitabımda yorumladığım metni okuyun, 1966 yazından 16 maddelik genelgeyi: bu metindeki bir bölümün tamamı, sözünü ettiğiniz aşırılıkları öngörmüş ve önlemeye çalışmaktadır. Tüm bunlardaki hakikat, terörize edilmiş ‘insan hakları’ ideolojisinin, yirminci yüzyılın ikinci yarısının en büyük, en kökten ve yeni hareketini, bir nahoş anekdotlar ve imkânsız istatistikler koleksiyonuna indirgemeyi sevmesi.

Bu arada bu istatistikler, çağdaş anti komünizmin bir hususiyetidir. Bir keresinde, televizyonda yayınlanan bir diyalogda, bana gulaglarda 200 milyon kişinin öldüğü söylendi! O zaman Rusya’da kimsenin kalmamış olması lazım. Başka bir televizyon röportajında ise Kültür Devrimi sırasında 45 milyon kişinin öldüğü söylendi. Bugün gayet iyi biliniyor ki bu rakam 700.000 civarı. Bu kesinlikle önemsiz bir rakam değil ama milyarlık bir nüfusa sahip bir ülkede on yıla yayılan olaylarda, bir de söz konusu meselelerin istisnai önemini düşünürsek, soykırım diye bağırmanın hiçbir temeli olmadığı açık.

Tüm bunlar, dürüst olmak gerekirse, hâkim grupların klasik muhafazakâr pozisyonundan başka bir şey değil. On dokuzuncu yüzyılın başından beri, Fransız Devrimi’nin ‘anlatısı’ bu şekilde birkaç aristokratın dehşet verici acılarına indirgendi. Bu, orada olan biteni herhangi bir şekilde anlamayı imkansızlaştırıyor. Ve bugün, ‘totaliterlik’ ve ‘diktatörlük’ sözleri, samimi siyasi değişim fikrinin, insanlık tarihinin Neolitik özel mülkiyet, aile ve devlet üçlemesine tutunmanın ötesindeki yeni bir aşaması fikrinin kendisini, liberal muhafazakarlığın hokkabazlığıyla, yok ediyor. Bizi sonsuza dek esir tutmayı her türlü yoldan mümkün kılma girişimi bu.

Raymond Aron Fransız Maocu akımı, militanlarının ‘Mao Zedung düşüncesi’ nedeniyle ‘seküler bir din’ olarak tanımlıyor. Bu eleştiriyi anlıyor musunuz?

Yakın zamanda yayınlanan ve felsefi arayışımın kapanışı niteliğindeki L’Immanence des véritéskitabımda, herhangi bir özgürlük siyasetinin ‘indeksi’ dediğim şeyin veya onun anlamının popüler özünün, zorunlu olarak bir özel isim olduğunu gösteriyorum, hatta iddia ediyorum ki, kanıtlıyorum. Bu Spartaküs için, Thomas Münzer için, Lenin için, Mao, Castro ve birkaç başkası için daha geçerli. Bugün bize hâkim olan moronca laf kavgasında, bu nokta ‘diktatörlerden’ söz edilerek bir kenara süpürülüyor. Ama oradan bakarsak Schoenberg’i de bir müzik diktatörü veya Einstein’ı da fizik diktatörü ilan etmemiz lazım.

Düşünce ve eylemi yeni bir icada, yeniden tesis edilen ve tekrar başlatılan bir hakikat sürecine davet eden tüm alanlarda, bu sürecin bir özel isimle sembolize olmasının derin sebepleri vardır. ‘Mao,’ sosyalist devletlerin deneyimine ve başarısızlığına karşı ölçülen devrimci Marksizm’in ve komünist siyasetin gerçekleştiği bir koşulun adıdır. Bize ilerleme konusunda ilham vermesi gereken teorik ve pratik eserdir. Bunun belli belirsiz şekilde dini ve süfli tınılara sahip olmak zorunda olmasında şaşılacak bir şey yok; özellikle de ultra solun daima abartılı ve vurgulayıcı dilinde, devletlerin kendi çıkarına göre yüceltilmesinde olduğu gibi. Ama bu sadece ikincil bir olgu.

Kitabınızın alt başlığı – ‘Les deux révolutions du XXe siècle’ – yalnızca bu iki devrimin olduğunu ima ediyor. Neden mesela 1918 Alman devrimini veya 1936 İspanyol devrimini saymıyorsunuz?

Lenin’in dediği gibi, yirminci yüzyıl muzaffer devrimlerin yüzyılı olacaktı. Bu beyan, ders alabileceğimiz ‘ilginç’ devrimlerin, 1917 sonrasında artık çökmüş devrimler olamayacağı anlamında anlaşılmalı. Buradaki Leninist ölçüt, açık ki iktidarı ele geçirme meselesi. 1917 sonrasında, artık genç Lenin’in yaptığı gibi, kanlı bir mağlubiyet biçiminde olsa bile belki de on dokuzuncu yüzyılın ana devrimi olan Paris Komününün dersleri üzerine düşünür vaziyette değildik. Artık düşünmemiz gereken şey, iktidarı ele geçirme bakımından komünist düşüncenin başarısıdır.

1918’de Almanya’da Spartakistlerin veya 1930’larda Katalunya’da anarşistlerin eylemleri ne kadar etkileyici ve bazı bakımlardan takdire şayan olsa da, bunlar yine de, hızlı ve felaket sonları açısından, on dokuzuncu yüzyılın yirmincideki bir tür yankısıydılar. Ölçütün iktidarı ele geçirmek olduğu yirminci yüzyılda eğitici değere sahip olan şeyin, esasen Çin deneyimi ve ikincil olarak da Kuzey Kore, Küba, Vietnam olduğunu bu yüzden söyleyebiliyoruz. Dahası, bu örneklerin hiçbirinin, Paris Komünü ve nihai olarak da Ekim 1917 dahil, on dokuzuncu yüzyılı domine etmiş klasik anlamda kentli işçi sınıfı ayaklanmaları olmaması da dikkate değerdir. Ekim 1917 daha ziyade köylülük ortamında bir savaş – ‘devrimci savaş’ – süreciydi. Dolayısıyla yenilik halihazırda iktidarı ele geçirme etrafındaki sorulara kaymaktadır.

Ancak dünya genelinde yirminci yüzyıl sonunda sosyalist devletlerin dejenerasyonuyla, yenilikte bir kayma daha yaşanmıştır: düşünmemiz gereken, her şeyden çok, iktidarın ele geçirilmesine dair katı ve gerekli sorunun ötesinde, bu dejenerasyonun sebepleri ve komünist hareketin tekrar nasıl başlatılacağıdır. Dolayısıyla soru şudur: ne yapmalı ki hareketin önderleri tarafından yeni devlet kurulduğunda bile komünist hareket devam etsin ve kendi yasasını dayatsın? Ve burada, ana referans gerçekten de, başarısızlığı dahil Kültür Devrimi’dir. Başarısızlığı dahil Paris Komünü Lenin için ne ise tam olarak o. Kültür Devrimi, sosyalist devletlerin ve bunların yok oluşu çağının Paris Komünü idi.

Dünya genelinde devrimci militanlar, Maocu Çin’inki gibi ‘gerçekte var olan sosyalizm’ deneyiminden derin şekilde olumsuz etkilendiler. Yakın zamanlı deneyimler küresel bir komünist düşünce akımının kalıcılığına dair sizi iyimser yapıyor mu?

Tam da komünist siyaset meselesinin, bu ne kadar gerekli olursa olsun, devlet iktidarının devrimci ele geçirilmesi meselesine indirgenemez oluşu sebebiyle, Marksist düşüncenin temel noktalarının yeni bir şekilde vurgulandığı yeni bir başlangıçtayız. Özellikle de, işin örgütlenmesinin eşitlikçi dönüşümü, kırın sanayileşmesi, el emeği ile kafa emeği arasındaki bölünmenin ötesinde çok biçimli işçinin ortaya çıkışı soruları, gerçek enternasyonalizm, devletin denetimini gerçekleştiren her seviyede halk meclislerinin kalıcı olarak var olması soruları: bunların hepsi – ki Marx ve Engels’de teorik düzeyde vardılar ama Mao Çin’inde deneyimlenip test edildiler – küresel bir komünist akımın yeniden tesisine yön vermeli. Bu, daima şiddetli olan yeni bir başlangıç koşullarında yaşanacak.

Kültür Devrimi’nin başarısızlığa uğramasından çıkardığınız derslerden biri, ‘bir özgürlük siyasetinin parti modeli veya partiler modeli ile işi olmaması, kendisini bir “parti olmayan/parti dışı” siyaset olarak dayatması ama bunu yaparken de, komünist partilerin boş eleştirisinden, veya dublöründen ya da gölgesinden başka bir şey olmayan anarşist kalıba girmemesi gerektiği.’ Doğru denge sizce ne? Aklınızda hangi örgütlenme biçimleri var?

Bu çok temel bir konu ama gerçek deneyimlerden doğması gerekecek. Bütün mesele bir tarafta parti devleti, diğer tarafta ise halk kitleleri şeklindeki basit karşıtlıktan kaçmamız gerektiği. Siyasi diyalektik, Mao’nun 1920’lerdeki bir metninde (‘Çin’de Kızıl Siyasi İktidar Nasıl Var Olabilir?’) halihazırda gördüğümüz üzere, üç şey içermeli. Meclisleri, toplantıları ile her seviyede bağımsız kitle hareketlerine ilham verebilen halk örgütlenmeleri olmalı; komünist projeyi, bir tarif veya dogma olarak değil bir uygun sloganlar sistemi ve bir gelecek vizyonu olarak açıktan üstlenen, her yerde mevcut bir siyasi örgüt olmalı. Ve en azından uzun bir dönem için bir devlet olmalı.

En karmaşık mesele ise sonrası, bir tarafta halk hareketleri ve meclislerinin, diğer tarafta siyasi örgütün, devlet karşısında itaat ederek değil, onu komünist bir toplum istikametinde gitmeye vesile olan her şeyi teşvik etmeye bir anlamda zorlayan şekilde işleyen bir diyalektik nasıl temin edilecek? Siyasi örgüt devletle bir ve aynı şey haline gelirse bu elbette imkânsız; tıpkı iktidardaki komünist partiler açısından olduğu gibi. Kolektif karar almanın üçlü karakteri nasıl korunacak? Kültür Devrimi’nden sonra bizim sorumuz budur; tıpkı Paris Komününden sonra Lenin’in sorusunun, yalnızca iktidarı ele geçirmeye değil, onu elde tutmaya da muktedir bir komünist örgütün nasıl inşa edileceği olduğu gibi.

Bu yüzden dostum Emmanuel Terray’in komünizmin ‘üçüncü günü’ dediği gündeyiz. Marx ile birinci gündeydik: işçi ayaklanmalarının tekrar tekrar başarısız olduğu bir bağlamda ilkelerin formülasyonu. Lenin ile ikinci gündeydik: zafer mümkün ama bu zaferin gerçek anlamda komünist karakteri güvencede değil. Bugün, Mao sonrasında, üçüncü gündeyiz: sosyalist devletlerin başarısızlığı çağında komünist örgütü icat etmek.

Yakın zamanda Çinli yeni-Maocu tarihçi Hongshen Jiang’ın Şanghay komünü üzerine bir kitabına önsöz yazdınız.(1) Yeni-Maocu akımların Çin’deki mevcudiyetini devletin tarihin bu kısmına karşı daha geniş hoşgörüsünün bir işareti olarak görüyor musunuz?

O konuda çok bilgim yok. Bildiğim şey, tek başına Çin’in gezegenimizdeki gerçek proletaryanın üçte birini içerdiği. Ve Çin’de sadece geçtiğimiz yıl 7000 kolektif işçi eylemi oldu. Ki buna bir kitle şiirinin, çok yüksek seviyede bir işçi şiirinin son derece sıra dışı mevcudiyetini de eklemeliyiz. Çin muhtemelen komünist eylemin gelecekteki kalesi. Ve Çinli liderlerin, tüm kanıtlara rağmen, ‘Çin’in sosyalist olduğunu’ ilan etmesi, bana halihazırda bir savunma pozisyonu almış olmalarının göstergesi gibi geliyor.

Peki Çin’i bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?

Maocu dönemin mirası sayesinde Çin etkili bir eğitim sistemine, öncülük yapan bir bilimsel kesime, iş disiplini alışkanlığına, sağlam bir sanayi temeline, sayıca sınırsız, köylü kökenli bir işgücüne ve sağlam temeller üzerine kurulu, otoriter ve saygı gören bir parti-devlete sahip. Tüm bunlar Çin’in kapitalist gelişme sürecine daha yüksek bir başarı şansıyla girmesini sağladı. Deng Xiaoping’in ‘diyalektik’ şiarı olan ‘sosyalizmin ilk aşaması kapitalizmdir’ sözü, tek hakikatin gelişmek olduğuna dair mottosu gibi, parlak başarı ve ilksel birikim yıllarının tonunu belirledi. Çin milyarder kapitalizmi ile devlet kapitalizmini birleştiren ve organize eden bir kapitalist ülke; daha alttan ilerleyen bir emperyalizm olarak yeni bir tarzda bile olsa, Fransızlar, İngilizler ve Amerikalılar gibi Afrika’da bile kaynak ve pazar arayışında mücadele veren kuvvetli bir rakip güç haline geldi. Bunun geleceği ne olur? Ancak Lenin’in şiarına dönüp bakarak bir cevap bulabiliriz: ‘Ya devrim – yani komünist siyaset – savaşı önleyecek, ya da savaş devrimi tetikleyecek.’ Umalım ki birincisi olsun ama zaman daralıyor…

En yaygın tercüme edilen çağdaş Fransız filozofsunuz. Fikirleriniz en çok hangi ülkelerde yankı buluyor?

Bunun yazılarıma göre farklılaştığını düşünüyorum. Felsefe yazıları açısından – Being and Event, Logic of Worlds ve L’Immanence des vérités üçlemesi – düşünürsek Amerikan akademik dünyası dışında Almanya, Slovenya, İtalya, Avustralya, Arjantin, Birleşik Krallık derim… Ama siyasi makalelerim söz konusu ise, o zaman neredeyse İngilizce konuşulan tüm dünya ama aynı zamanda Brezilya, İtalya ve Almanya, Hindistan, Meksika. Ve son olarak, literatür veya tiyatro açısından, İsviçre, Belçika ve yine Almanya derim… Özel vakalar da var. Türkiye’de, spekülatif üçleme ve romanlarım haricinde neredeyse yazdığım her şey tercüme ediliyor. Aynısı son birkaç yıldır Çin için de geçerli.

(1) Hongshen Jiang, La Commune de Shanghai et la Commune de Paris, La Fabrique, 2014.

Kaynak: https://www.versobooks.com/blogs/4133-alain-badiou-we-are-at-a-new-beginning-of-marxist-thought

*Orijinali Mathieu Dejean’in Les Inrockuptibles’de yayınlanan 28 Ağustos 2018 tarihli Alain Badiou söyleşisi Türkçe olarak ilk kez Dünyadan Çeviri‘de yayınlanmıştır.

Önceki İçerikSarı Yelekliler: Neden eve dönmediler?
Sonraki İçerikKuzey ve Doğu Özerk Yönetimi seferberlik ilan etti