Korona salgını tüm dünyanın tek gündemi olmaya devam ediyor. Aylardır üzerine yazılıp, çiziliyor. Tartışmalar yürütülüyor. Korunmanın yol ve yöntemleri anlatılıyor. Ancak her defasında geride eksik bir şeyler kalıyor. Salgın önlenemiyor (belki de önlenmiyor). Can almaya devam ediyor… İnsanlar, bu kaos ortamında hayatta kalabilmenin kaygısı, korkusu, bilinmezliğiyle baş etmeye çalışıyor.
Karantina koşullarında sosyal, ekonomik, ev içi şiddet sorunları katlanarak yaşamı cehenneme çeviriyor.
Peki böylesi bir süreçten kim ya da kimler fayda sağlıyor?
Bilinir ki ölümün kol gezdiği, faillerin belirsizleştirildiği bir ortamda, kapitalizmin sorgulaması fazla gelişmez. Hastalığın bulaşma korkusu, karantina uygulamaları insan ilişkilerini sanallaştırıp, minimal düzeye indirgediğinden, itiraz etme, eylem geçmek zorlaşır. Bundan güç alan sistem, tedbir almak adına aslında sürekli ölüm korkusu pompalıyor. İnsanları korkuyla uyuşturup, teslim almayı hedefliyor. Yani iktidarın en eski politikasından birini ustaca uyguluyor.
Garip bir geriye dönüşü yaşıyoruz adeta. Üretim alanlarını hane dışına çıkaran ilk dönem kapitalizmi, insanları evlerden fabrikalara taşımak için özel politikalar geliştirmişti. Kamusal alanı “özgürlük alanı” olarak sunulmuştu. Günümüzde ise “evde kal, güvende kal”, “yaşam eve sığar” sloganlarıyla dışarıya taşırdığı yaşamı tekrar eve sığdırmaya çalışıyor. Oysa ne ev eski ev, ne de belirtildiği gibi güvenlikli bir yer. Eskiden hane, toplumsal yaşam ve üretim alanıydı. Yani içinde yaşama dair her şeyi barındırırdı. Şimdi daracık, hücre kadar mekanlara yaşam nasıl sığdırılacak? Ama medya el birliği etmişcesine bu fikri çekici kılmaya, kabul ettirmeye çalışıyor. Oysa ev, kadınlar için hiç bir dönem güvenli olmadı. Baba, abi, eş tarafından öldürülen kadın bilançoları ortadayken, evin kadınlar için güvenli olduğundan nasıl bahs edebiliriz?
Sorunu daha köklü ele almaya, palyatif çözümler yerine, kalıcı çözümlere odaklanmaya ihtiyacımız var. Pandeminin kaynağında kapitalist sistem ve sömürü siyasetinin tahribatları olduğu aşikar. Ataerkil- kapitalist sistemin doğa, kadın ve toplum üzerinde geliştirdiği yıkımın sonuçlarıyla şimdi karşı karşıyayız…
Sağlıklı olmak doğayla tam bir denge ve uyum içinde olmayı gerektirir. Dengenin bozulmasıyla hastalık açığa çıkar. Sağlık, bir kişiyle başlayıp, biten bir olgu değil. Temiz havanın, temiz suyun, doğal yiyeceklerin olmadığı yerde sağlık olmaz.
İnsanı iliklerine kadar çaresizliğe gömen bu koşullarda, sorunu doğru tanımlayacak, çözüm sunacak bir akla ve çağrıya ihtiyaç var. Kuşkusuz hastalık tehlikeli, ciddi tedbir almayı gerektiren öneminden bir şey yitirmedi. Ancak salt güvenlikçi tedbirlerle hastalığın önlenemediğini, son aylarda yaşadıklarımız ortaya koydu. Aylarca sokağa çıkma yasağının uygulandığı yerlerde bile hastalık önlenemedi. Yaşam mutlak tecrit altında uzun süre devam ettirilmeyeceğine göre sorunun kaynağına inip, çözüm geliştirmek zorundayız.
Silvia Federici, Slavoj Zizek vb. dünyaca tanınan pek çok filozof-aydın sorunun analizini yapıp, çağrıda bulunsa da pratikleştirecek muhatabın belirsizliği bir sorun olarak karşımızda duruyor. Sorunun kaynağı olan devletlerden çözüm beklenmeyeceğini biliyoruz. Peki kimlerden bunu bekleyeceğiz?
24 Nisan’da Komalên Jinên Kurdistan (KJK)’nın kamuoyuna yaptığı açıklama, bu konuda umut vericiydi. Kapitalizmin toplumu parçalayan, izole eden, teslim olmaya zorlayan politikalarına karşı, kadınların örgütlenip, toplumsallığı ve mücadeleyi geliştirerek, doğayla dostluğu pekiştirerek, bu sorunu aşabilecekleri çağrısı aldığımız nefes kadar hayatiydi.
Sözün özü, bu kaostan çıkış yine kadın öncülüğüyle gerçekleşecek.
Kaynak:Elif KAYA Yeni Özgür Politika
28/04/2020