YDD’nin ve BOP’un Çöküşü (Ya da Tarihin Sonunun Sonu)

 Ocak ayında tavan yapan ayaklanmalar ve Mısır’daki gösteriler, 1967’den beri üzerine ölü toprağı atılmış Arap halklarının direnişini ifade etmiyordu sadece… TV kameralarının karşısında yüzsüz bir şekilde ‘duruşunu’ gerek-çelendirmeye çalışırken Mübarek, yerine eski işkencecisini getire bileceğini ve bu işkenceciye ‘liberal demokrasi’ elbisesini giydirebilmenin umutsuz çabası içindeydi aynı zamanda. Bu umutsuz çabaların boşa çıkarılması için birkaç gün yetti de arttı bile, Tahrir’in direnişçileri için. 

Bu dünyada ‘’tarihin sonu’’nun geldiğini iddia edenlerin heyecanları her fırsatta dışa vurulmaya başladığından beri, yazdıkları kitapların mürekkepleri dahi kurumadan, yüzlerine tarihin bütün gerçeklikleri her defasında yeniden çarpıyordu. Onlar, ‘’tarihin sonu’’ gibi, BOP gibi rüyaları kendi cenahlarından hayra yormaya devam ededursun, bu rüyaları boşa çıkartan yanıtlar kendi cenahlarından geliyordu. Özellikle 1997 uzak Asya krizinden beri yaşanmış olan birçok krizden ‘’aciz’’ çıkan DB-IMF ikizleri, yaşadıkları rezaletleri uluslararası medyanın desteğiyle ‘’reformcu’’, ‘’değişen yüz’’lerini sahtekârca boyamaya çalışırken, ‘’2010 yılında 90 milyon insanın yoğun yoksulluk yaşayacağını, işsizliğin artacağını, eğer krizden çıkılmazsa 3. Dünya ülkelerinde savaşların kaçınılmaz olduğunu, yine 2010’da dünya çapındaki işsizlik ordusuna 59 milyon kişinin ekleneceğini’’saklamıyorlardı. 2009’da İstanbul’daki IMF zirvesinde açıklanan rakamlara göre, aynı yılın Eylül-Ekim aylarında küresel bankacılık sistemindeki kayıplar 4,5 trilyonu buluyordu… 

İşte bu nedenden dolayıdır ki, ‘’tarihin sonu’’nu ilan edip bunu kitlelerin gözlerine sokarcasına emperyalist-kapitalist sistemin ideolojisini kitlelere empoze etmeye çalışan düzenbazlar, Sovyetler’in çöküşünden sonra ‘’dikensiz gül’’ bahçesi olarak vitrine çıkarttıkları YDD’nin kendilerinin bile inanamadıkları (ve bundan sonra hayalini bile göremeyecekleri) bir hızla tarihin çöplüğünde yerini aldığını göreceklerdir. 

Son 20-25 yıldır her defasında YDD’nin, BOP’un ve liberalizmin muktedirliğini anlatıp, M-L’nin öne sürdüğü argümanların ‘’küf’’ koktuğunu ve en hafif deyimiyle ‘’bittiğini’’ bir papağan edasıyla tekrarlarken, Soros’un dolarlarla satın aldığı iktidarları renklere bulandırarak dünya halklarına ‘’devrim’’ diye pazarlamaya çalışırken, o ‘’mukaddes (!)’’ düzenlerinin bekası için Irak savaşında milyonlarca müslümanın katledilmesine cevap olarak kitlelerin karşısına ‘’demokrasi’’ , ‘’terör’’, ‘’insan hakları’’, ‘’az gelişmişlik’’, ‘’batılı medeniyet’’, ‘’özgürlük’’, ‘’önleyici savaş’’ martavallarıyla çıkmaya çalışırken, aslında ABD’nin liberal demokrasiyi bırakın dünyanın herhangi bir ülkesine, dünyanın herhangi bir metre karesine dahi götüremediğini/götürmeyeceğini görmek ve anlamak için ezilen dünya halkları nezdinde çok uzun süre bekle-meye gerek kalmıyordu. Takdir edilmelidir ki, ezilen dünya halkları, işçi ve emek-çilerinin binlerce yıllık mücadele tarihi ve kültürü göz önünde bulundurulduğunda 90’ların başlarından bugüne kadar geçen sürenin lafı bile olmaz / olamaz… 

Her nakite sıkıştıklarında (ki siz bunu ekonomik buhran diye okuyun) ve özellikle de 2008’de ekonomik kriz dalgası dünyanın dört bir yanını kasıp kavururken, borsalar çökerken, petrol varil fiyatları tavan yaparken, Marksist ekonomi politiğin dünya emperyalist sistemin iç çelişkilerini ve zaaflarını açıklama gücünden hiçbir şey kaybetmediği, para babalarının beslemeleri burjuva kalemşorların köşe yazılarındaki itiraflarına yansıyordu. Bunu itiraf ediyorlardı etmesine ama, aynen DB-IMF başkanlarının korktukları ‘’3. Dünya ülkelerindeki karmaşa-savaş’’ ya da ezilen kitlelerin ayaklanma ihtimalini açıktan sarf etmeye çekiniyorlardı. Bunu aslına bakıldığında Marx’tan beri biliyorlardı. Fransa’da Sınıf Savaşımları kitabının önsözünü yazan Engels, 1847’ deki dünya ticaret bunalımı ardından 1848’de Avrupa’daki Şubat-Mart devrimlerinin çok kısa aralıklarla Fransa, Avusturya ve Almanya’da patlak verdiğinin altını çiziyordu. Bu da kimi ayrıksı yönlerini bir kenarda tutmakla birlikte, 2008’deki ekonomik buhranın ardından Arap coğrafyasında bugün yaşananları akla getirmekteydi. İşte bu nedenden dolayıdır ki, yazılarına marksizmin bu açıklama gücünün ‘’güncel’’ olup olmadığı sorusuyla başlayıp liberal ekonomi ve onun ‘’demokrasi’’sini kutsama sözleriyle bitiriyor olmaları, tek başına kitleleri ve yoksul insanları ‘’libe-ral demokrasisi’’nin muktedirliğine ikna çabaları değil, aynı zamanda o çok bilin-dik ‘’mezarlıktan geçerken ıslık çalma’’ senfonisinin dışavurumunu ifade ediyordu bize göre… 

Yine bununla alakalı olarak krizin ekonomik anlamda yarattığı kayıp ve Marksist ekonomi politiğin bunu açıklama gücü ve güncelliği Sovyetlerin çöküşünden beri son on yıl içinde ilk golünü atmış oluyordu emperyalizmin kalesine. Mao’nun değimiyle ‘’cennetin dibindeki karmaşa’’ ve onun gizlenmez güncelliği dünya çapında değişik boyutlar kazanarak devam etmektedir bugün..! 

Dikkatli gözler bugün sadece ABD’nin kimi kuruluşlarının raporlarındaki tespitlerinden, DB-IMF başkanlarının herkesin bildiği ama birbirinden sır gibi sakladığı itiraflarından değil, Brezenski’nin ‘’devletlerin askeri güçlerinin tarihte hiç bu kadar güçlü, uyanmış kitleleri kontrol etmede tarihte hiç bu kadar zayıf olmadığı’’ tespitlerinden de değil, daha yerelden, kendi ülkemizden, geçmişten bugüne kadar uzanan süreçte, daha 1996’da Tansu Çiller’in ‘’bir gün varoşlardan gelip bizi boğacaklar!’’ sözlerinden ve iki yıl önce 1 Mayıs vesilesiyle TC Başbakanı’nın ‘’ayaklar baş olursa kıyamet kopar’’ sözlerinden bu korkuların ne anlam ifade ettiğini biliyordu. Bu söz-lerin gerçek hayatta bir karşılığı var. Bu, egemenlerin saklayamadığı bir korkudur. Ve bu korkunun ecele faydası olduğuna şahit olan kimseye rastlanmamıştır. Kitleler ayaklanmıştır, eylem halindeki halk eyledikçe bilinç sıçraması yaşamıştır. Bu bilinç sıçraması ve eyleme hali aynı coğrafyada yaşayan, aynı dile-kültüre ve duyarlılıklara sahip olan diğer ülkelere sıçramıştır. Her ne kadar, bu ülkelerdeki dinamikler farklılıklar gösterse dahi, ‘’ayaklar baş olma’’ yolunda önemli bir mesafe kat etmiştir. Ve tarihin geriye işlediği vakıa değildir. Bu olguların eşliğinde kimi akıl tutulması yaşayan solcuların her olayda ‘’ABD yeniği’’arayarak süreci açıklama sefaletine kapılmak yerine bizler durumu-yaşanılanları ‘’zayıf halka’’ teorisi ile açıklamayı tercih ediyoruz. Evet, süreç ‘’devrimci’’dir. Her şey yeniden başlamaktadır. Bizim dikkat kesildiğimiz nokta ayaklanmalarda taşınan bayrakların renklerinin ne olduğu değil, bu süreç içersinde kimi devrimci odakların oluşup oluşmayacağıdır. 

Bugün T.C Başbakanı’nın Libya’ya NATO müdahalesi konusunda ‘’olur mu ole şey, Nato’nun ne işi var Libya’da yahu?!!’’ dedikten iki gün sonra, daha teskere mecliste tartışılıp oylanma-dan önce Türk donanmasına ait iki savaş gemisinin Libya açıklarında demirlemiş olması bu devletin ikiyüzlü olduğunu bir kez daha bizlere gösteriyordu, fakat, bu aynı zamanda sahiplerinin ikiyüzlülüğünden hiç de aşağı kalır bir tarafları olmadığı konusunda en taze örneği vermekteydi. 

Emperyalizmin elinde bu ayaklanmaları bastırmak için şarjöründe tek bir kurşun vardır. O da, Ortadoğu halklarına daha fazla ölüm kusarak onlara ‘’daha ileri gitmeyin, başınıza bomba yağar’’ mesajını vererek ayaklanmaların ileri evrelerine taşınmasının önüne geçmektir. Bugün bu Libya’da deneniyor. Yine gerçek bombaları yağdırmadan önce emperyalizm, dezenformasyon bombalarını yağdırıyordu dünya halklarının başına. Aynen Somali’de, Kosova’da, Irak’ta olduğu gibi yine ‘’istenmeyen devlet başkanı’’ kendi halkına zülüm yapıyor ve onları katlediyordu. Fakat bu gerçeğin kendisi emperyalizmin Irak’ta Afganistan’da ‘’ÖZGÜRLÜK’’ ve ‘’demokrasi’’ için milyonlarca insanı öldürdüğü gerçeği de değiştirmiyordu. Ezilen halklar eyleme motivasyonunu ve ayaklanma meşruluğunu kendi öz tarih-lerinden alır. Ve haçlı seferinden beri Arap coğrafyasında yaşayan halklar bu konuda en tecrübeli halktır. Ve emper-yalist -siyonist ittifakın ikiyüzlülüğünü iyi bilir. 

Bir süredir Türkiye iktidarının en çok korktuğu şey, bu etkinin Türkiye coğrafyasını da etkisi almasıdır. Her gün TV’leri açtığımızda karşımıza çıkan liberal tayfanın ilk sözünün ‘’şiddete karşı mısın, değil misin? Sen onu söyle kardeşim!’’ demesi de hiç de tesadüf değildir. Özellikle Kürt coğrafyasındaki dinamizm halinin yaygınlık kazanıp batıya sıçrama olasılığına bir de Ortadoğu ve K. Afrika’da kitle hareketlerinin korkusu eklendiğinde, bu korkuyu hissetmelerinde hiç de haksız olmadıklarını görü-yoruz. Bunun göstergelerinin ise, içine girdiğimiz zaman diliminde en basit hak arama eyleminin, en doğal demokratik bir talebin devlet tarafından terörize edilip boğulmaya çalışılması oluşturmaktadır. Öyle ya, bugün yumurta atan yarın taş a-tabilir, öbür gün ise 1. Ordu komutanının 2008’de Selimiye eylemi ile ilgili ifade ettiği, aslında hiç de yabancı olmadıkları ‘’o sesler’’i daha fazla ve daha güçlü duymalarına yol açabilir. 

İşte tam da bu nedenlerden dolayı T.C devletinin ideolojik merkezlerinin, ‘’şiddetin’’in ve ‘’silahlı mücadele’’lerin hiçbir şey kazandırmadığı ve kazandırmayacağı safsatasının çöker-tilmesi için PKK’nin gerilla mücadelesinin geldiği nokta, Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn örneklerindeki şiddet kullanma ve diğer mücadele yol ve yöntemlerine işaret etmektedir. 

Bugün Arap coğrafyasında psikolojik bir sınır aşılmıştır. Ne zaman dipte bir kaynama ve kıpırdama hissedilse, Ortadoğulu devletlerin (ki son yıllarda en çok da Türkiye’nin kendi iktidarlarına karşı biriken öfkeyi Siyonist devlete karşı yönlendirip manipüle etme ve bunu on yıllarca uygulayabilme kapasiteleri tükenmiştir artık) manipülasyon harekâtının bu türünü kendi halkına karşı yıllarca başarıyla uygulayan Mübarek’in sonunun ne olduğunu gören T.C başbakanı’nın gözüne uyku girmediğine emin olabilirsiniz. 

Şimdi tc’nin ‘’baş’’ ları için tehlike çanları daha yakından çalmaktadır. Son aylarda yapılan kamuoyu yoklamalarında işsizliğin en önemli sorun olduğunu söyleyenlerin sayısı %53 civarında. Yine işsizliğe ek olarak ekonomik kriz ve yoksulluğun en önemli sorun olduğunu düşünenlerin toplam oranı Türkiye’de %80’e dayandı. Bugün Türkiye’de düzen partilerinden umudunu kesenlerin oranı ise %32 olmuş durumda. Seçimlere doğru gidilirken Kürdistan’daki serhıldan çağrıları,gerilla eylemlilikleri mücadelenin daha da ivme kazanması için muazzam olanaklar sunmakta. Sistem bunun farkında. Tam da Libya işgalinin öngünlerinde Cidde’deki konferansta ‘’Libya Libyalıların, Mısır Mısırlıların, Tunus da Tunuslularındır!’’ derken ‘’eğer yarın öbür gün benim ülkemde Kürtler de ayaklanmalarını üst boyuta taşırlarsa Türkiye de Türklerindir’’ demek istemek-tedir aslında. Bu söylemle kendisine en yakın tehdit olarak gördüğü Kürt meselesi konusuna Arap devletlerinin dikkatini çekmektedir. 

Polis gücünün modernize edilme-si, yeni polis alımları, orduya yeni silahların alınması, polis gücünün ağır silah kullanmasının gündeme geti-rilmesi, kitle gösterilerine pervasızca saldırılması, kendine muhalif olanların içeriye atılmasında en ufak bir tereddüt gösterilmemesi, bunun tersi yönünde de daha fazla ‘’demokrasi ve insan hakları’’ söylemlerinin sistemin propaganda merkezi tarafından daha yüksek dozajda kitlelere boca ediliyor olması sistemin sıkışık haline en güzel örnektir. 

Bu noktada bir parantez açmak gerekmektedir. Gelinen aşamada sistemin yaşadığı sıkışıklık-tıkanıklık halini sağlayan en büyük neden özgürlük hareketidir. Sistem bir yandan ceberut yüzünü gösterip diğer yandan ‘’demokrasi ve insan hakları’’ söylemini kitlelere salgıladığını belirtmiştik. Bununla paralel olarak yürütülen manipülasyon harekâtı da üst perdeden yürütülmekte. Bu sayede devlet, ‘’beyaz Kürt aydın ve yazarlar’’ cenahını ellerinde kullanılmaya hazır bir kaz gibi tutmaktadır. Tatlıses olayında yaşananlar ve ‘’Kürt aydınları’’ diye tabir edilen iktidar uşakları ‘’tehdit ediyorlar’’ söyleminden yola çıkılarak özgürlük hareketini seçimler önce-sinde savaş zeminine çekme olarak yorumlamak gerekir. Bugün TAK’ın internet sitesini çökertip, kendi kurduğu sahte TAK sitesinden, Tatlıses olayını TAK’ın üstlendiğini açıklayan devlet, bu pervazsızlığını, mesela Mehmet Metiner’i kendi ‘’özel savaş’’ aygıtlarına öldürterek bu eylemi aynı yöntemle PKK’nin üzerine yıkmayı planlamıştır. Ki bu manipülasyon yöntemi özgürlük hareketinin 30 yılı aşan savaş tecrübesine çarparak parçalanmıştır. 

Mübarek’in, Bin Ali’nin yerinde yellerin estiği, Kaddafi ve Beşer Esad’ın çok ciddi zorlanmalar yaşadığı, bununla bağlantılı olarak T.C’nin ‘’komşularla sıfır sorun’’ projesinin miadının çok erken dolduğu bir konjonktürde kitlelerin bilinçli eylemleri ve bunun sonuç alıcı bir güzergahta ilerlemesi, Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin kitlelerin yaşamındaki boyutları ve Kürdistan gerçekliği. Bütün bunların yanı sıra Türkiye Devrimci hareketinin kendi gerçekliği… Sistemin iç gerilimlerini gidermesinin kimi sürtünmeler ve yeni gündemlere gebe olması. Bütün bu olgulardan dolayı, bugün sadece ve sadece Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerinin bir araya gelip ortak mücadele hattı örmesi, bizim deyimimizle ayrıca harmanlanması, bu oluşumların özgürlük hareketi ile ortak cephe oluşturması değil, bize öyle geliyor ki bunu kapsayan, ancak muhakkak ki aşması zorunlu olan, giderek Ortadoğulu devrimci güçlerle bağ kuran ve bu güçleri de kapsayan bir mücadele ortaklığına gidilmesi önümüzde bir gündem (hem de yakıcı bir gündem) olarak duracaktır. Artık daha bölgesel düşünme zorunluluğu bulunmaktadır. Emperyalist devletler Ortadoğu’dan ancak bu şekilde kovulabilir, Siyonist devlet ve onun yardakçıları olan bölge iktidarları ancak bu şekilde çökertilebilir. ‮!٨‬

28.03.2011 

ozgurdincer@devrimcicephe.org

 
Önceki İçerikLibya, Yeniden Sömürgecilik, Türkiye
Sonraki İçerik“Alman Modeli” ve Avrupalı İşçilere Saldırı