Günümüz koşullarında, basta emperyalizm olmak üzere faşist yönetimler ve işbirlikçilerinin boğma ve imha saldırısı karşısında en temel insani değerleri sahiplenip korumak bile ciddi direnişleri, zorlu bedelleri göze almayı gerektiriyor. Egemen sınıfların tarihte eşine az rastlanır boyutlarda sergilediği vahşetini, barbarlığını kanıksatma ve kabullendirme çabasını sınıflar mücadelesi perspektifiyle ele alıp değerlendirmek zorundayız. Bu yapılamadığında, yaşananlar karşısında oradan oraya savrulmak kaçınılmazdır.
Sınıf mücadelesi perspektifinden uzak bir yaklaşım, faşizmin manipüle etmede sahip olduğu olanak ve avantajlar karşısında direnişi küçümseme, hatta gereksiz görme, saldırıyı ve düşmanı abartma ya da tarafsız kalma hatalarına kolayca düşmeyi beraberinde getirecektir. İki sınıfın çatışma süreçlerinde, özellikle gerileme ya da ağır kayıpların verildiği dönemlerinde bu tür savrulmalar karşımıza daima çıkar. Sınıf bilincinden yoksun emekçi kitlelerin yönelimlerini, davranışlarını belirleyen de bunlardır. Keza küçük burjuvazi gibi ara katmanlar da çarpışmanın keskinleştiği dönemlerde büyük oranda bu olguların etkisi altında belirlerler duruşlarını.
Bilinmelidir ki sınıflar mücadelesi her şeyden önce yoğun bir irade savaşıdır. İradeyi belirleyen şey ise, davaya duyulan güven, ona tutkuyla bağlanma ve her yanıyla taşınan düşüncedir. Düşmanın bu savaşım ve iradeler çarpışmasında her zaman hedeflediği tek bir nokta vardır, kendi iradesini halka ve devrimcilere kabul ettirmek. Günümüz koşullarında yaşanan olumsuzlukların etkisiyle düşünenler, türlü aygıtıyla güvenimizi, tutkumuzu, düşüncelerimizi yıkmak, bozguna uğratmak isteyen bu politikanın etkisinde kurtulamaz. Devrimcilik soyut ve süslü kavramlarla sınıf mücadelesinin bir irade savaşı olduğunu tekrarlamak değil, bu gerçeğe uygun pratik sergilemektir. Mücadelenin düz bir hat izlemediği, inişli-çıkışlı ve birçok zorlukları barındırdığı bilinmelidir.
Kayıplarımıza da böyle yaklaşmak onların, “her ölüm erken ölüm değil, büyük devrimci adımların öncüsüdür” belirmesiyle ele almak gerekir.
Tüm kayıplarımız, gerek hareketimize ve halkımızın bedenine açılan derin bir yarardır kuşkusuz. Bu uğurda çok kanımız aktı bu ülke topraklarına, bu sınıfa ve halklarımıza ölüm pahasına verilmiş sözlerimizin tutulmasıydı aynı zamanda. Onun için kayıplarımıza bakarken onların bıraktıkları miras ve yönelimi örnek almak esastır. Ve onların bizlere devrettiği mirası başarıya taşımaktır.
Geziden, Kobanê’ye, Kobanê’den, Şengal’e, Medya Savunma alanlarına süren bir yolculuk, bu yolculuğu anlamak, bilince çıkarmak aynı zamanda Türkiye devrimci hareketinin yeni yöneliminin ne ve nasıl olması gerektiğini anlamaktır.
İşte Gökhan Taşyakan (Ulaş Adalı) yoldaşın yönelimi de, ideolojik-politik, pratik çizgisinden ayrı düşünülemez. Bu, etiyle-kemiğiyle Türkiye devrimini düşünenlerin, Türkiye devrimini masa başlarında burjuvazinin nabzına göre şerbet vererek değil, elde silah sokaklarda, dağlarda yaratmaya çalışanların, halkı küçümseyip hor görenlerin değil, gücüne ve yaratıcılığına inananların, Türkiye devriminin çıkarları için ölümü göze alabilecek kadar ideolojik-politik ve kişisel güvene sahip olanların yönelimidir.
Devrimciliği boş zamanların meşgalesi olmaktan çıkarıp bir yaşam biçimi haline getirmeyi; devrimci mücadeleyi günlük politikaların batağında yuvarlanan ilkesiz, kuralsız bir kör dövüşünden çıkarıp iktidar hedefli bir kavgayı örgütlemeyi; burjuva politikalarının kuyruğunda dolaşma yerine atak ve cesur hamlelerle gündemi belirlemenin yönelimidir.
Türkiye devrimci hareketinin içinde bulunduğu, sinmiş, düzen sınırları içine hapsolmuş, devrim mücadelesini yükseltme yerine reformumlar peşine koşan bir devrimciliğin halklara öncülük edemeyeceğinin bilinç ve iradesinin nasıl olması gerektiğini bizlere yaşamı ve pratiğiyle gösterenlerimizden oldu.
Ulaş Adalı Kobanê’den, Şengal’den, Rojava’nın her noktasına adım atmış ve her gittiği yerde iz bırakmış öncü bir devrimci olmanın gerekliliklerini yaşamı ve pratiğiyle ortaya koyandı.
Ve ardından medya savunma alanları, özgür Kürdistan dağlarında aynı duruşu sergilemekten geri kalmadı, bunun içindir ki şahadetinin ardından, Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) Yürütme Kurulu, Devrimci Komünarlar Partisi (DKP) üyesi Gökhan Taşyakan’ın ölümsüzleşmesiyle ilgili açıklamasında şu ifadelere yer verdi; “Gökhan Taşyakan (Ulaş Adalı) yoldaşın şahadeti bizleri derinden üzmüştür. Halklarımızın birleşik devrim mücadelesini geliştirme ve örgütlemede tarihi değerde bir katkı sunmuş böylesi bir yoldaşı kaybetmiş olmak bizim için ağır bir kayıp olmuştur.
Ulaş yoldaş yaşamında sade ve emekçi bir duruşu olan, çıkarsız ve hesapsız bir şekilde devrim mücadelesine katılan, hayatını devrime adamış gerçek bir sosyalist militan, bir devrim komutanıydı. Özü-sözü bir, temiz, dürüst bir komünar, fikir-zikir ve eylem birliğini kişiliğinde somutlaştırmış öncü bir devrimcidir.” (HBDH-YK)
Komünar olma komünar öncü olmanın gerekliği ve pratiğinin kendisiydi. Ve Medya Savunma alanlarında verdiği röportajda komünarları şöyle tarif ediyordu;
“… Partimiz,(Devrimci Komünarlar Partisi) programatik görüşlerinde şu ifadelere yer verir: “İşçi sınıfının nihai kurtuluşu için, modern sanayi proletaryası başta olmak üzere işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin ve tüm ezilenlerin bilinçli, örgütlü ve öncü siyasi devrimci savaş örgütüdür. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele eder. Doğa ve insan uyumunu esas alır. Patriyarkal sistemi parçalayarak bayrağında ‘herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar’ şiarı dalgalanan komünist bir dünya toplumuna ulaşmak için savaşır.”( 16Mayis 2016 ANF Röportaj)
İşte o savaş örgütü olmanın gerekliği ve savaş örgütü yöneticisi olmanın gerekliğini tüm hücrelerinde hisseden ve yaşayanlarımızdaydı. Tıpkı Ulaş Bayraktaroğlu’nun dediği gibi; “kendim gitmediğim hiç bir yere yoldaşlarımı yollamam… “ derken işte tamda bu kışlığı bu devrimci özü belirtiyordu. O Mahir Arpaçay, Ekin İnce Memed, Aziz Güler, Eylem ATAŞ, Muzaffer Kandemir, Michael Israel, Özge Bali, Asiye Özlahlan, Cenk Kılagöz, Yusufbaş Akay, Ulaş Bayraktaroğlu, Tufan Eroğluer yoldaşlarını yanı başında şehit verdiğinde de kararlılık ve inancından en ufak bir sarsıntı yaşamadı. Bu mücadelenin tumturaklı, ajitatif sloganlarla değil kan, can pahasına yürüdüğünü en iyi bilenlerdendi. Bunun için Gökhan Taşyakan’ı anlamak, bu ruh ve bilinci anlamak, kavramak demektir.
O kurucularından olduğu DKP’yi ezilen sömürülen, yok sayılan azınlıkların, inançların, katledilen yok sayılan kadınların gerçek kurtuluşu ve umudu olarak görüyordu. Bunun içindir ki;
“İşte bu nedenle DKP’nin işçi sınıfının çıkarlarından gayrı bir çıkarı, işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin nihai kurtuluşundan başka bir tabusu olamaz. Bu açıdan partimiz, bu yürüyüş kolunda kitlelere; aklı, cesareti, örgütlülüğü, bilinci ve dirayetiyle önderlik etme dışında hiçbir yolu ve tarzı tanıyamaz. Sesinin ulaştığı her yeri, kulak veren herkesi halklarımızın özgürlük davası için ileriye atılmaya çağırır! Diğer bir deyişle Partimizin oluşumuna önderlik eden çizgi, devrimci bir sıçrayışı gerçekleştirme amacıyla atak, enerjik, yeni tarz ve yöntemlere açık bir mücadeleyi esas alır. Elbette bu durum içinden geçtiğimiz evre ile doğrudan alakalıdır. AKP faşizminin, sosyalist hareketi, Kürt Özgürlük Hareketini ve tüm ezilenleri sıkıştırmak istediği alan, dünya, bölge ve ülke koşullarından bağımsız olarak ele alınamaz. Bizce öncelikli soru şu olmalıdır. “Sıkıştırılmak istendiğimiz alanla yetinecek miyiz?” Aslında bu soruya cevap verilmeden devrimci bir dönüşümden bahsedebilmek olanaksızdır.”( 16Mayis 2016 ANF Röportaj)
Onun ideali sadece var olanla yetinmek değil, hele düşmanın mücadeleyi dar alanlara hapsetmesini kabullenme hiç değildi. Onun için Geziden, Kobanê‘ye, Şengal’e, Medya Savunma alanlarına yolculuğunu sürdürdü. Ve Türkiye devrimci hareketin içinde bulunduğu parçalanmışlığı ortada kaldırmak ve ona cevap olmak için komün ruhuyla donanmış ve donanmak gerektiğine inanlarımızdaydı. Bunun için her türlü reformist, statükocu düşüncelere savaş açanlardaydı. Ve bir karabasan gibi halklarımızın üzerine çöken faşist rejimin önünde eğilmek, bükülmek değil dişe diş mücadele ısrar edenlerdendi.
“DKP, tüm bu sürecin değerlendirilmesi ve hâlihazırda parçalı halde bulunan Türkiye Sosyalist Hareketinin (TSH) durumuna ilişkin yeni bir cevap olma iddiası ile ortaya çıktı. Bu nedenle de çok açık bir şekilde ilan ediyoruz, nerede devrimcilere ait ileri bir yan varsa, onları sahiplenmeye ve geliştirmeye çaba harcayacağız, nerede statüko ve geri yanımız varsa onları da yine tarihin çöplüğüne atmak için mücadele edeceğiz…
Fransız Devrimi’nin meşhur bir sloganı vardır, “Sen diz çöktüğün için onlar sana büyük geliyorlar. Ayağa kalk!” diye… Evet, gerçekten de zaman şimdi, dik duran ve diz çökmeyenlerin zamanı…“(16Mayis 2016 ANF Röportaj)
Evet, Türkiye devrim mücadelesinin kentli, silahlı ve Kürtlü olacağını vurguluyordu. Türkiye devrimci hareketinin Kürt özgürlükçülerin ile arasındaki mesafenin açılması, ya da kopuşların yaşanmasının sadece yaşanan yenilgi ve gerilerde olmadığını vurguluyordu. Şovenizim zehir ve bunun etki alanının yok sayılmaması gerekiyordu. Giderek etkin olan ve solu zehirleyen Liberalizmim ve ulusalcılığa dikkat çekiyordu.
“Kürt halkının dönem dönem kopuş yaşamasına neden olan şey sadece eşitsiz gelişimden kaynaklanmıyor. Esasen emekçi sınıfların çok geniş bir kesimini etkileyen ve çoğu zaman birincil kimlik olarak öne çıkan yan şovenizm zehirinde düğümleniyor. Hatta şovenizmden sosyalist hareketi azade kılmak dahi mümkün olmuyor. Maalesef sosyalizme içkin olmayan iki politikanın yani liberalizm ve ulusalcılığın önemli bir yer kapladığını da söyleyebiliriz. Liberal sol ve ulusal solun etkisini kıracak yegâne gücün enternasyonalizm olduğunu bir an dahi unutmadan mücadelemizi sürdürmeliyiz. Aksi halde sadece aynı düşmana karşı mücadele ettiği halde hiç de birleşik olmayan bir durumun ortaya çıkması ile karşılaşabiliriz…”
Değişen bölge ve dünya dengeleri, yaşanan çelişki ve çatışmaları değerlendirip bunun karşısında olması gereken durusu ifade ederken;
“Mücadelede ciddi olanlar hiç olmazsa geldiğimiz bu noktada savaşı savaş olarak anlasınlar. Savaşlar tank, top, tüfek, bomba denilen gelişkin aletleri kullanan sivil veya resmi askerleşmiş topluluklarla yürütüyor. Savaş bir düzey kazanmışsa daha üst düzeye sıçrayarak devam eder. Basit silahların yerini daha ağır ve gelişkin silahlar, sınırlı kuvvetlerin yerini daha büyük askeri birlikler alarak devam eder. Geldiğimiz aşama tam böyle gelişiyor, savaşın boyutları, alanları büyüyor ve sertleşiyor.
Gelen faşist diktatörlükse ve bunu söyleyenler kendi tespitlerinde tutarlı iseler çok ciddi olmak ve derhal bütün güçleri birleştirerek en geniş mücadele cephesini kurmak üzere harekete geçmek zorundalar. Bu gerçeklerden dolayı diyoruz ki, güçlerimizi birleştirmenin ve ortak mücadelemizin önünde hiçbir engel yoktur.”( 16Mayis 2016 ANF Röportaj)
Evet, söyleminde ciddi olanlar buna uygun davranmaları gerekiyordu. Devrimci olmanın gerekliği de buydu. Bunun için hem duruşuyla hem de emperyalist ve faşist saldırılar karşısında bu ciddiyetle durarak, bunda ciddi olanlarında ayrım noktalarını değil aynı noktalarını öne çıkararak bir arada birlik olması gerektiğini işaret ediyordu.
Bunun içindir ki Gökhan Taşyakan’ın ve mücadelenin yaratıcıları, öncü devrimcileri ve şehitleri anlamak, onların yaşamları, duruşları ve ortaya koyduklarını ideolojik- politik duruşlarını iyi kavramak ve özümsemekle olur.
“Faşizmin topyekûn saldırısına karşı seferber olmayı, mücadele ve direnişi geliştirmeyi benimser. Ulaş arkadaş bu anlamda faşizme, gericiliğe ve sömürgeciliğe karşı HBDH’nın ortak mücadele ve birlik ruhunu en üst düzeyde pratiğe geçirmiştir. Halklarımızın faşizme karşı ortak mücadele etmesini, farklılıklarımız ne olursa olsun demokratik-devrimci birliği, dayanışma ve ortaklaşmayı her koşulda geliştirmeye çalışmıştır. Birliğin, dayanışma ve ortak mücadelenin sembolü olmuştur” (HBDH)
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Ekim devriminin yüzüncü yıl dönümünde, yoldaşlarımızın yönelimi ile 21. yüzyıl da emek ile sermaye arasında keskin mücadelelere sahne olacaktır ve biz bu mücadelelerde daha şanslıyız, daha tecrübeliyiz. 20. Yüzyılı 19. Yüzyılın tecrübe ve birikimiyle kazanmıştık. 21. Yüzyılın kazanılmasında da geçen yüzyıldaki zafer ve yenilgilerimizden çıkartacağımız dersler ve öncülerimiz en önemli silahımız olacaktır.
İşimizin ağır, “iğneyle kuyu kazmak” kadar zor olduğunun bilincindeyiz. Umutla ve inançla başımız dik yürümeye devam ediyoruz. Emekten yana, devrimden yana, samimiyetini yitirmemişlerle, insanca yaşanacak sömürüsüz, sınıfsız bir dünyayı kazanmaya cüret ettik. Bugün bu cüreti daha da arttırmanın hesaplarını yapmaya daha fazla hakkımız olduğunu bilmemiz gerekir.
Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde, bu yolda yitirdiğimiz şehitlerimize, ağır bedelleri göğüsleme onuruna gölge düşürmeyecek onlara, genç, yaşlı, yüreği emeğin iktidarından yana olanlara verdiğimiz sözü tutmak için ısrarımızı bir kat daha artırmanın çabası içinde olacağız.
Çünkü onların bizden beklediği ve istediği de budur…
Başaracağız.
Şemdin Şimşir
13 Aralık 2017