Konunun “Müzakere” olduğu belli. Başladı, başlıyor, aşama bitti, başladı karmaşası içinde Rojava’daki IŞİD saldırılarıyla birlikte “çözüm süreci” denen yılan hikâyesinin artık sonuna gelindiğine dair demeç ve yorumlar öne çıkıyor.
Gelinen noktada belli olan şudur: Kürt devriminin askeri ve psikolojik üstünlüğü ele geçirdiği 2010 tarihinden bu yana “devlet heyeti görüşmeleri”, derken “çözüm ve müzakere” süreci takvimleriyle insiyatifi engellenen Kürt devrimi bu üstünlüğü kalıcı ve tarihsel bir kazanıma dönüştürme başarısı elde edemedi.
Bir başka yerde..
Kürt devrimi 35 yıllık yüksek mücadele çizgisine karşın hala belirsizlikler içinde devinirken bir başka yerde, örneğin daha birkaç gün önce Yemen’de, orduya rağmen iktidar binalarını ele geçiren şii Hutsiler silahlı ayaklanma olarak gerçekleştirdikleri “müzakere süreci” sonrasında hükümete istedikleri anlaşmayı imzalatmayı başarabildiler.
Amerika’nın Irak işgaliyle başlayan şii-sunni çelişkisinde o zamandan bu yana birçok siyasal altüstlükler yaşanmıştı. Öfkelerini yatıştırmaya yönelik bütün hak paylaşımı girişimlerine karşın şiiler nihai talepleri için sisteme yönelik devrimci muhalefetlerini hiçbir zaman askıya almadılar. Son anlaşma sonrasında dahi, ordudan ele geçirdikleri silahları teslim etmeyi kabul etmediler.
Ya da daha bir yıl önce başlayan Ukrayna krizinde iki bölge, Donetsk ve Luhask kendi özerkliklerini “halk cumhuriyetleri” olarak, birlikte ise “Yeni Rusya”nın inşasını Ukrayna hükümetine ve tabi bu arada NATO ve AB’ye de kabul ettirdiler. Hem de bunu bütün dünya emperyalizminin görmezden geldiği, NATO’nun ve uluslararası faşist örgütlenmenin bütün saldırılarına karşı, Gazze’yle eş zamanlı ve en az onun kadar kanlı ve zor bir direnişten geçerek gerçekleştirdiler.
Belki başka bir bağlam diyeceksiniz ama Filistin bile Israil’i çözüm değilse bile müzakere masasına oturtarak Gazze etrafındaki kuşatmayı göreli şekilde aralayacak bir anlaşma imzalatmayı başardı.
Peki ya Türkiye’nin Kürtleri?
Belli ki onların en büyük tarihsel talihsizlikleri Türkiye gibi sefil bir ülkenin sömürge halkı olmalarından kaynaklanıyor. Egemen ulusun yerlerde sürünen sol, demokrat ve devrimci muhalefetinin varlığında ezilen ulus adına ciddi bir muhalif ağırlığa sahip olmalarının onlara “idare-i maslahatçı” bir tahammül verdiği açık. Ama artık Kürt siyasetinin bir siyasal aktör olarak Türkiyeli muadilleri karşısında sahip olduğu yüksek üstünlüğün aynı zamanda bölgesel ve küresel muadilleri karşısında müthiş bir geriliğe tekabül ettiği bilinmeli, görülmelidir. Bu birikim ve mücadele potansiyeli ile kim diyebilir ki Kürt devriminin bugün geldiği yer bu zaman zarfında gelebileceği en ileri yerdir?
Ukrayna’da, Yemen’de muhalifler adına sağlanan başarı düzeyleri, Kürt devrimi için bugün hala bir patinaj zeminidir. Onlardaki başarı ve ilerlemeye karşın Kürt devriminde gözlediğimiz tekerrür potansiyelinin örgütlenme, katılım ya da kararlılık gibi öznel yapılanma farklılıklarından kaynaklandığını söyleyemeyiz. Kürt devriminin anılan başarılı örneklerle öznel yapılanma zemininde kıyaslanmasında belki fazlası vardır, eksiği yoktur. Bununla birlikte daha özel bir öznellik bağlamı olarak “stratejik irade” konusunda Kürt devriminin büyük bir zaaf içinde olduğunu rahatça söyleyebiliriz.
Kürt Devriminde Stratejik İrade Zaafı
Karayılan’ın Sterk Tv’ye yaptığı açıklamalar bu saptamanın en büyük kanıtıdır. Genelde bu açıklamaların “çözüm süreci”ne ilişkin değerlendirmeleri üzerinde duruldu. Ama asıl üzerinde durulması gereken “stratejik irade”deki zaafları açığa vuran ifadelerdir. Karayılan, TC’yi “kalleşlikle” ve “arkadan vurmakla” suçluyor. Bu durumda, Kürt devriminin yüzyıllardır Kürt kanı içen bir tarihsel egemenliğe hangi güven duygusu içinde arkasını dönebildiği merak konusu olmaktadır. Keza, “oyunu bitmez Osmanlı”nın kalleşliklerine karşı hangi dostane beklentilerle önlemsiz kalındığı da.. Karayılan ki, Agit’ten devraldığı kurmay savaşçılığı bütün Kürt özgürlükçülerine örnek olacak bir üstün bir başarı ve liyakatla taşımış ve hala taşımakta olan bir komutandır, o Osmanlı’nın kalleşliklerine karşı önlemsiz, sırtından vurulacak kadar bir güven gevşekliğindeyse Kürt devriminin kurmay zeminde hızlı ve ciddi bir platform kritiğine gereksinimi var demektir.
Karayılan’ın ifadeleri ajitasyon bağlamlı değildir. Bu ifadeler Kürt devriminin stratejik irade zaaflarının dışa vurumudur. Bundan bir süre önce gene aynı bağlamda beklentili “hani anlaşacaktık” itirazı gene Karayılan’dan gelmiştir. Ve daha berilerde, geri çekilme sürecinin ilanı sırasında Kandil’de yapılan röportajlarda MİT başkanını, örneğin “Oslo sızıntısı Hakan’ı zorlamak içindi” türü bir dostluk, arkadaşlık ifadesi olarak adıyla anmasından da anlaşılmıştır ki “çözüm süreci”nin içi boş demagojisi Kürt kurmayını ciddi bir savaştan uzak tutmaya inandırıcı olmuştur. Düşmanına kendi bilincini ve ruhunu dostluk düzeyinde açan bir stratejik iradenin kazanıcı mücadelesi elbette mümkün değildir. “Çözüm süreci” dediğiniz momentler bir düzeyde gider, bir başka düzeyde gene karşınıza gelir. Sorun bunlardan kazanımla çıkmaktır. Ve bu tümüyle kurmay aklı, “stratejik irade” sağlamlığı gerektirir.
Düşmandan alınan bir örneğin eğiticiliği daha fazla olabilir.Türk kurtuluş savaşının kritik bir momenti Sakarya savaşıdır. Halkın daha mücadeleye çekilemediği, mangaların subay çoğunluğu üzerine kurulabildiği bir savaştır. Bu savaştaki başarı, başta Sovyet hükümeti olmak üzere tüm ülkelerde ulusal kurtuluş hareketinin ciddiye alınmasını sağlamıştır. Bu kritik içeriği itibariyle İnönü’ye savaşı kaybetme koşullarının yol açacağı gelecek sorulduğunda verdiği cevap askeri ve siyasal literatüre geçecek düzeydedir: Savaş kurmay heyetinin kafasında kaybedilir.. “Hani anlaşacaktık” şeklinde isyan etmesinden bellidir ki Karayılan “Hakan”ın oyalamalarına ikna olmuştur. Ve bu ikna ve güven yaklaşımı Türkiyeli Kürt muhalefetini etkisiz, saldırı ihtimali gün gibi ortadayken Rojava’yı önlemsiz kılmıştır.
Açıktır ki konu Karayılan’la, onun kişisel siyasal yaklaşımlarıyla bire bir bağlantılı değildir. Böyle olsaydı sorun Karayılan’ın sınangılı devrimci kimliği nedeniyle derhal aşılabilirdi ve hatta “çözüm süreci”ne ilişkin koyduğu nokta itibariyle sorun aşılmış bile sayılabilirdi. Ancak sorun bir miktar daha derinlerdedir.
Kürt devriminin stratejik irade zaafı, Öcalan’ın İmralı savunmalarıyla öne çıkarttığı “devletsiz çözüm” paradigmasından kaynaklıdır. Bilindiği gibi bu paradigma toplumlar tarihindeki devletleşme sürecini neredeyse öznel bir mutasyon olarak görür ve bundan kaçınmayı halklara önerir. Günümüz koşullarında ise bu tarihsel yaklaşım “ulus devletler çağının bittiği” gibi bir konjonktürel bağlamla ileri sürülür. Kuşkusuz ki bu yanlış vebilimsel olmayan bir tarih bakışıdır. Insanlık, dünyanın çeşitli yerlerinde ve yaşamın çeşitli evrelerinde birbirlerinden bağımsız ve bilgisiz olarak aynı yolu izleyerek devletleşmişlerdir. Yani devletleşme bir sapma değil, toplumlar tarihinin tarihsel bir konağıdır.
Uluslaşma da böyledir. Ulus, kimi öznelci aklı evvellerin teorize ettiği gibi “oldum” deyince olan, “vazgeçtim” deyince yok olacak olan algısal bir hokus pokus değildir. O da bir tarihsel oluştur. Bu iki tarihselliğin birleştiği bir düzey olarak ulus devlet de ancak kendi olgunlaşması, yani tarihsel inkârıyla toplumlar tarihinden çıkabilecektir. Bu yüzden toplumlar tarihinin en ileri düzeylerine sahip Avrupa’da bir taraftan Avrupa Birliği gibi uluslar üstü devletleşme süreci yaşanırken diğer tarafta örneğini geçtiğimiz günlerde İskoçya’da yaşadığımız türden ulus devletleşme süreçleri görülür. Bunun sadece İskoçya’ya özgü olmadığını Sovyet dağılışı sonrasında doğu Avrupa ulus devletleşmelerinden, Irlanda ve Katalonya süreçlerinden de gözlemek mümkündür.
Ne kadar gelişkin kapitalizmler olurlarsa olsunlar, bu toplumların sadece insan ve teknik üretici gücündeki gelişkinlikleriyle kapitalist pazara entegrasyonlarının, batıdaki en etkisiz haliyle bile tarih üretici gücü açısından bir tekabüliyet yaratmadığı koşullarda ulus devletleşmenin bir tarihsel aşama olarak kendini hissettirdiğini bize en güzel İskoçya örneği göstermiştir. Tarih üretici gücünün daha güçlü etkilerde bulunduğu doğu halkları için ise ulus devletleşmenin bir tarihsel zaruret düzeyinde kendini göstereceği ortadadır. Bu nedenledir ki Barzani’nin bağımsız devlet sloganı onu ideolojik olarak öne çıkaran bir öge olmaktadır.
Bugünlerde gündemde olan bir tartışma da bu zeminden kaynaklıdır. Yazar Cengiz Baysoy’un demokratik özerklik kavramını sosyalizmden ileri gören anlayışı devletli ve devleti söndüren sosyalizm sürecinin tarihsel zorunluğunu el çabukluğuyla ortadan kaldıran bir öznelcilik eseridir. Demokratik özerklikle doğrudan komünal olunabiliyormuş. Bu yaklaşımın ne anarşizmle, ne marksizmle ne de hatta eklektisizmle bile alakası olmayan düpedüz öznel bir kurgulama olduğu ortadadır. Sistem olarak Marksizm içinde kalınmakla birlikte, sistemin kendi içinde bazı “fazlalıklar”ının atılarak geri kalanın yapıştırılması gibi bir montaj. Elbette bağlamların kopartılmasıyla organik olma, yani toplum bilim açısından tarihsel geçerliği asla olamayacak bir düzmece.. Ancak yazarının kafasında kendisine yer bulabilecek bu kurguya duyulan ihtiyaç açıktır ki ulus devletleşmenin biçimsel sorunları bir yana, tarihsel gereklerini pas geçmek ve böylece günümüzde ulusal kurtuluşun bir sınıf mücadelesi alanı olduğu reddetmekten kaynaklanıyor. Yazara karşı Türk solundan gelen karşı yanıtların işin akademik amentülerini aşamaması da Türkiye sosyalizminin Kürt devrimine bakışındaki ezen ulus şovenizminden, misakı millicilikten kaynaklı; siz ayrılmayın ama sosyalizm/marksizm de şöyledir, falan.. Oysa konu tümüyle ortadadır ki, demokratik özerkliği komünizme sosyalizmden daha yakın gören teorik saçmalığın tartışılma alanı akademik değil doğrudan Kürt devriminin kurtuluş ve kuruluş stratejisine aittir. TC uzlaşmacılığı ile Kürt halk kurtuluşunu vazeden bütün teorik mülahazaların siyaset çöplüğüne atılmasını gerektirir. Ve elbette Sosyal şövenizmin egemen olduğu Türkiye sosyalistleri içinde konuyu bu zeminde tartışacak olanı bulmak da pek mümkün değildir.
Kürt Devriminde Devrimci Halk Savaşı Zorlaması
Yukarıda anılan ideolojik bakış kırılmasının TC’ye karşı Kürt devriminin elini kolunu bağladığını 2010’dan itibaren gelişen süreçte ve özellikle 2013 Newrozu’ndan sonra gelinen bugünkü noktada oldukça iyi görebilmekteyiz. Oysa siyasal olarak 2004 Haziran kararlarıyla kendi rönesansını gerçekleştiren Kürt devrimi, 2009’la birlikte gelinen aşamayı dördüncü stratejik aşama olarak tanımladı ve bu aşamanın siyasal tarzını “devrimci halk savaşı” olarak belirledi. 93’ten o güne kadar gelen aşamada sürdürülen ve Öcalan’ın “onbaşı gönderseler bile görüşürüm” vecziyle tanımlanabilecek şekilde TC’yle uzlaşma arayan, TC’yi uzlaşmaya zorlayan politik yaklaşım doğrudan ve fiili kurtarılmış alanlar yaratma stratejisine yerini terk ediyordu. Ancak gelin görün ki, Öcalan’ın “stratejik devlet aklı” ve “devlet heyeti” ile üçüncü döneme uygun temasları işbirlikçi Kürt burjuvazisinin “illa da barış” sloganıyla güçlendirilince Devrimci Halk savaşı stratejisi bir türlü gerekli hamleyi yapamadı ve en son 2013 Newrozu’yla beraber geri çekildi.
Dördüncü stratejik atılım dönemine geçilemeyişin temel nedeni, Kürt devriminin, AKP’yle iktidarı elinde tutan yeni Türk burjuvazisinin sınıfsal yapısını kavramakta yeterli başarı gösterememesidir. Amerika’nın BOP sürecine bağlı olarak klasik TC yapılanmasının parçalanmasıyla görevlendirilen AKP’nin kendi varoluşu itibariyle Kürdistan pazarından vazgeçemeyeceğini, Türk sömürgeciliğini bölgede yeniden yapılandırmak zorunda olduğunu Kürt devrimi çözümleyemedi ve AKP’ye sağladığı iktidar imkânlarıyla aslında kendi devrimini geriletti. Bugün gelinen aşamada AKP’ye yöneltilen “ihanete uğramışlık” ifadeleri işte bu talihsiz sürecin özgün belgileri halindedir. Herhalde Kürt devrimine ilişkin siyasal tarih yazınında yerlerini de alacaklardır.
Zamansız Platformun Tam Zamanı
“Platform”, Kürt devriminin kendine özgü bir eleştiri/özeleştiri divanıdır. Rojava devriminin sıkıntılı bir döneminde bu tür değerlendirmelerle bir tür platform oluşturuyor olmak zamansız bulunabilir. Ancak biz, IŞİD gericilerinin sakallarını yolmak için elimizi güçlü bir şekilde uzatamazken bile Kürt devrimini kendi zaafları ve eksikleriyle değerlendiriyor olmanın adabını, sadece bölgede, W. Bush’tan beri dillendirilen nesiller boyu savaşın bir versiyonu olarak gündeme gelen uzun savaşın içine girmiş olmanın stratejik kaygılarında bulmuyoruz. Bunu aynı zamanda Kürt devriminin Devrimci Halk Savaşı’nı öneren ve işbirlikçi sivil siyaseti acımasızca eleştiren Kürt devriminin öncü komutanlarının varlıklarından da ediniyoruz. Bu bize Kürt devriminin bugünkü bütün sorunlarının ötesinde, Kürt devrimine inancımızı pekiştiriyor, geleceğe dair güçlü bir güven duygusu veriyor.
Örneğin bu gelecekte, Kürt devrimini AKP oyalamalarında daha fazla tutamayacağını bilen uluslararası sermayenin Kürdistan’da Barzani merkezli oluşumu güçlendirirken Türkiye’de mücadeleyi bu kez CHP-HDP eksesenine hapsetmeye hazırlandığını görebiliyoruz. Ama bütün bu tuzakları parçalayacak şekilde, keza örneğin HPG yazarı Kasım Engin’in “Zaman faşizme karşı birleşik direniş zamanıdır“ başlıklı yazısında ifade ettiği ve Devrimci Cephe sütunlarında uzun zamandır her fırsatta önerilen, geçmiş sürecin BDGP’sinin kurulmasının giderek gündemleşmekte olduğunu da gözlemliyoruz.
Özeleştirinin Adı
Gelinen aşamada Öcalan’ın „üçüncü dönem taktikleri“nin Kürt devriminin ayağına dolanan bir işleve dönüşmesinde Kürt burjuvazisinin güçlü bir insiyatifle dayattığı işbirlikçi „ille de barış“ politikasının yanısıra, Kürt devriminin „an şoreş, an şoreş“ hedefli dördüncü döneme dair Türkiyeli devrim cephesini kurmaktan imtina ederek Kürt burjuva politikaları karşısında seyirci ve insiyatifsiz kalmasının da rol oynadığı belirlenmelidir. Bu nedenle Kürt devrimi emperyalist merkezlerden yerel aktörlere kadar herkesin her düzeyde ittifaklarla davrandığı bir coğrafyada ittifaksız bir güç durumundadır.
Bugün itibariyle, dermansız Türkiye sosyalizminin Kürt devrimine gerçek ve geçerli değerde bir ittifak gücü oluşturamayacağı ortadadır. Ancak buna rağmen hangi adla olursa olsun Türkiyeli ve Kürdistan devrimlerinin birleşik direniş cephesinin yeniden örülmesi,bölge devriminin geleceği için kaçınılmaz bir yükümlülüktür, aynı zamanda. Gezi Haziranı’nın oportunist zeminde yarattığı derin kırılmalar göstermektedir ki, birleşik devrimci zeminde kararlılıkla yol alınması halinde Türkiye devrimi de yaralarını ve hastalıklarını hızla sağaltacak, böylece güçlü ittifak zemininde Kürt devriminin bölgesel çizgisi daha da güçlenecektir.
Böyle bir hamle Kürt devriminin 2010-2014 sürecine ilişkin bir otokritiği anlamına gelecektir.
Çok da iyi olacaktır, çünkü..
Sonuç
Ukrayna’da, Yemen’de halk muhalefetlerinin başarısını Kürt devriminin de yinelemesi, anti sömürgeci ve sosyal kurtuluşçu stratejik iradesini kendi dördüncü dönem mücadele ve örgütlenme taktikleri üzerinden hızla devreye sokmasıyla mümkün görünmektedir.