Zaten varlığı tartışmalı “Çözüm Süreci” TC ile Kürt Devrimi arasında “silahsızlanma” konusunda kilitlenince, 2015 Newroz’unda Öcalan’ın sunacağı bildiri iyice önem kazandı. Hükümet ve işbirlikçi liberaller silah bırakma talimatı ve bunun için kesin tarih beklentisindeydiler. Kürt devrimi ise silah bırakma koşullarının olmadığı, bu yüzden çağrı yapılamayacağı, yapılsa da işlevsiz kalacağı yaklaşımını “Öcalan’ın kendisi gelsin, söylesin” formülüyle çoktan deklere etmiş durumdaydı.
Öcalan’ın bugün okunan bildirisi Hükümet’i ve işbirlikçilerini hayal kırıklığına uğrattı. Müzakere mi, silahsızlanma mı önceliği üzerine süren tartışma bildiriyle sonuçlandırıldı; “ilkeler üzerinde mutabakattan sonra silahsızlanma” takvimi kesinleştirildi.
Bu elbette yeni bir açıklama değildi. Gene de bu bildirimle, birinci olarak Hükümet ve işbirlikçilerin demagojik silahsızlanma söylemlerinin önü kapatıldı; ikinci ve daha da önemli olarak Öcalan, süreci Hükümet ve Kandil arasındaki mutabakat düzeylerine teslim ederek “ilkeler üzerinde mutabakat” sağlanana kadar kendini geri çekmiş oldu.
Hükümet’in özellikle seçim döneminde “ilkeler” konusunda ciddi hamleler yapmasının koşulları olmadığı ve Kürt devrimi “çözüm zemininde AKP’yle gidilecek yol olmadığını” ilan ettiği koşullarda bu bildiri “süreç”i 7 Haziran seçimlerine kadar dondurmuş oluyor.
“Süreç” artık 7 Haziran argümanı olmaktan çıkmış durumdadır.
Bugün itibariyle artık dikkatler 8 Haziran tarihine odaklanmak zorundadır.
Ve bu itibarla bugün, Öcalan’ın bildirisinden ziyade üzerinde tahminler, spekülasyonlar yapılan bir başka süreç hızla öne çıkmış durumdadır.
Ara Sınıf İktidarının Sonu
Arınç’ın RTE’ye “bize uyumlu ol, yoksa üzülürsün, yıpranırsın” mesajı ve RTE’nin buna derhal karşılık vermek yerine öncelikle suskunlukla geri çekilmeyi tercih etmesi ve dahi Arınç’la eş zamanlı olarak Davutoğlu’nun “süreci yürütmekte kararlıyız” mesajı artık RTE’nin tasfiye sürecinin başladığını kesin hükme bağlamış durumdadır.
RTE bugüne kadar tarihen mahkûm edilmiş bir ara sınıf iktidarının tarihsel kaderine karşı yol almaya çalıştı.
Ve artık tarihsel sonuna doğru ilerlemektedir.[1]
Arınç’ın açıklaması, geleceği artık bir tahminden öte görüş menziline sokmuş durumdadır.
RTE’nin kendi düzenini sürdürmesi için “başkanlık” oluşturma hesapları çökmüştür.
Hiçbir onursal, ahlaki ve ideolojik bağlılığı olmayan ticaret burjuvazisinin geri çekilme süreci itibariyle 7 Haziran seçimlerinden ister iktidar olarak ister koalisyonla çıksın AKP’nin geleceği, tıpkı kuruluşunda olduğu gibi “milli görüş gömleği”ni bu kez gerçekten çıkartarak giderek ANAP’laşmaktır. Yani siyaseten tefeci bezirgân sermayeyi geleneksel finans kapitalle birlikte ve ona tabi bir şekilde iktidarda tutmaya yönelmektir. Bunun figürlerini bugün için A. Gül ve Babacan’da bulmak mümkündür.
Bu çözülme sürecinde, yüksek kitle öfkesinin verili siyasal mekanizmalar üzerinden RTE’ye ne ceza keseceği bilinmez ama başkan olamayan RTE’nin cumhurbaşkanlığı’nı sürdürebilmesi de oldukça zora girmiş durumdadır.
III. Napolyon’un eşi Eugenie de Montijo’nun “oğlumun imparator olması için bir savaşa ihtiyacımız var” dediği gibi, RTE’nin de iktidarını sürdürebilmesi ancak bölgesel ya da iç savaş koşullarında söz konusu olabilecektir. Bunun için provokasyonlar peşinde koşturması mümkündür ama bölgesel ve uluslararası konjonktürün hiç elvermediği güncel konumda başarılı olma şansının olmadığını kendine fısıldayacak danışmanları olduğu kesindir.
8 Haziran’a Yoğunlaşma
Kastedilen elbette kısa ve kesin bir dönem tanımı değildir. 8 Haziran, sınıf mücadelesinin düzeyi, uluslararası konjonktür bindirmeleri, egemen blok gerilimleri gibi kestirilemez bin bir faktörle ve içerdiği gel git’lerle alınacak bir sürecin mecazıdır.
Bu mecazın gönderme yaptığı şimdiden görünen ve giderek görünmekte olan kısımlarıyla geleceğe ait şu belirlemelere varmak mümkün olabilmektedir.
1- Bölgesel konjonktür itibariyle önümüzdeki dönemde devletin ve toplumun yeniden yapılandırılma süreci Türkiye-Mısır ekseninde bir sünni alan oluşturmak ve bu eksen Türkiye-Mısır-İsrail üçgeninde oluşturulacak emperyalist hegemonya alanına içkin ve ona temel kılınmak üzere geliştirilecektir.
2- Bu emperyalist yayılım projesinin genel Türkiye siyasasına yansısı açısından seçimden sonra ANAP karakterli bir “liberal modernizasyon” sürecinin dalga dalga Türkiye’nin politik iklimini oluşturacağını söyleyebiliriz. Bu liberal dalganın, RTE diktatörlüğü döneminin geleneksel statükoda yol açtığı hasarı bir yapı bozum kabul eden yeni bir yeniden yapılanma dönemi, statükonun rönesansı dönemi olarak gelişeceğini bu paranteze dahil edebiliriz. Post neo liberal dönemin kitle muhalefetini devlet rönesansıyla buluşturan karakteri itibariyle ve önümüzdeki konjonktürde Türkiye’ye yüklenen bölgesel misyon gereği yeni dönemde özellikle TSK’nın, yargının ve üniversitelerin AKP-RTE döneminde yapılan kimi gerici girdilerden arındırılarak yeniden yapılandırılmasının öne çıkması beklenebilir. Böylece, kentli ve orta sınıf öfkenin sistemin rönesansına altlık edilerek paralize olacağı ve oligarşiyle orta sınıflar arasındaki bu geçici uzlaşmanın zaten bozuk olan ve konjonktürel kriz yansımalarıyla iyice bozulan ekonomik parametrelerin toparlanması yükünün başta proletarya olmak üzere emekçi sınıflara bindirme politikalarına dönüşeceği ortadadır.
Bu itibarla bugüne kadar bin bir sebeple üzeri örtülen proleter gündemin önümüzdeki dönemde toplumsal muhalefetin merkezine oturma olasılığını ve gereğini ilerleyen satırlarda kullanmak üzere buraya not ederek geçelim.
3- Seçimlerdeki başarı itibariyle –AKP-RTE dinamiğindeki çatlağın HDP’nin baraj riskini sıfıra doğru çektiği söylenebilir- kuzeyde kozmetik esaslı süreç üzerinden liberal manevralara mahkum edilen Kürt devriminin, güneyde de Rojava devrimini uluslararası sisteme entegre etme çabalarıyla kuşatılmasına çalışılacaktır. Bu siyasal makastaki daralma bölgesel sömürgeciliğin ve gericiliğin fiziken/askeri saldırılarıyla güçlendirilerek Kürt Devrimi siyasal tasfiyeye zorlanacaktır.
Öcalan’ın bildirisindeki “Eşme Ruhu” tabiri, bu itibarla 2013 bildirisindeki “islam birliği” vurgusu kadar rahatsız edici niteliktedir, çünkü ilk savunmasında yer alan Kürt desteğiyle Türkiye’yi Ortadoğu’da büyütme yaklaşımının güncel formülasyonu halindedir ve kapsam itibariyle Amasya anlaşmasına çağrışımlar taşımaktadır. Bu çağrışımlar küresel/bölgesel konjonktür yönelimlerine de oldukça uygundur.
İşbirlikçi siyasetin bugüne kadar kullandığı Türk-Kürt savaşı ihtimalinin emperyalizmin bölgesel yerleşimi itibariyle geçersiz olduğu gerektiğince DC edebiyatında yer aldı. Ancak artık gene emperyalizmin yayılım politikaları gereği Kürt-Arap çatışması, özellikle Güney ve TC yakınlaşmasını sağlamak ve bölgede Iran etkisini saf dışı bırakmak açısından Kürt-Şii çatışması giderek ihtimal dâhiline girmektedir.
Tehlikeler
Bu üç odaklı gelecek süreci bizim önümüze iki temel tehlike çıkarmaktadır.
Bunlardan birincisi Türkiye metropollerindeki kitle öfkesinin liberaller ve oportünistler eliyle sistem rönesansına destek kılınarak topraklanmasıdır. Bu Türkiyeli bir devrim ihtimalinin uluslararası burjuvazi tarafından çalınması tehlikesidir.
İkincisi, yukarıda da belirtildiği ve bugünden ciddi girişimlerinin gözlemlenebildiği üzere doğrudan Rojava devriminin çalınma tehlikesidir. Rojava devriminin IŞİD ve TC’nin imhacı kuşatmasında emperyalizmin bölgesel dengelerine doğru yönlendirilmesidir.
Önlem
Türkiye devrimi ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak o denli bir kuşatılmışlık ve gerilik içindedir ki bu tehlikelere karşı hemen devreye sokulabilecek hazır önlem imkânları elimizde bulunmamaktadır. Ancak görmek müdahale etmekse önümüzdeki dönemin karakteri, handikapları ve elimizdeki imkânların stratejik müdahalesiyle yoğu var etmek mümkündür.
Önümüzde 2016 Kasımı’na kadar giderek yükselen gerilimlerle ilerleyecek bir süreç/zaman var. Bunun kıymetini bilmeli ve bu imkânı sabırla ve inatla birleşik devrimci savaş hattını örgütleme görevine kilitlenerek değerlendirmeliyiz.
Ve Görevler
1- HDP merkezli liberal politikalara ve BHH merkezli sosyal şöven ve oportünist politikalara karşı ideolojik ve siyasal mücadele keskinleştirilmelidir. HDP’nin bu seçimlerde kendi kimliği altında bir dizi AKP’li, CHP’li liberali meclise sokacağını aday listeleri üzerinden görmek mümkündür. Tahkim edilmiş ateşkes sürecinin Türk ve Kürt liberallerine siyasal avantaj sağlayacağı koşullarda emperyal ve sömürgeci politikalara uzanım taşıyan işbirlikçi yönelmelere karşı uyanık ve teşhir edici olmak gereklidir. HDP artık saklanamaz kertede Soros politikalarının önemli bir alanı haline gelmiş durumdadır. Sırrı Süreyya Önder’in günlük “Birikim” niteliğine sokularak Sorosçu ajit-propun önemli bir aygıtı haline getirilen Cumhuriyet’e Kürt siyasal zemininde “kazanım” makyajı altında meşruiyet sağlayan tutumu bunun en güncel örneğidir.
HDP içinde seçimden sonra iyice güçlenecekleri açık olan liberal ve işbirlikçi siyasal odaklara karşı Kürt devriminin siyasal etkinliğini güçlendiren ve kurumsal zeminde devrimci yönelimleri öne çıkarmayı esas alan sınıf bakışı ve enerjisi gösterilebilmelidir.
Diğer taraftan, BHH bileşenlerinin büyük kısmı burjuva siyasal merkeze doğru çekilerek Türkiyelileştirilen HDP’ye doğru eğilim göstermektedirler. DC değerlendirmelerinde aynı misakı millici madalyonun iki tarafı olarak tanımlanan bu çizgilerin, BHH oportünizmi ve HDP liberalizminin bu tür yakınlaşmaları şaşırtıcı olmadığı gibi Türkiye’ye yeni emperyalist genişleme konjonktüründe verilen göreve de denk düşer bir durumdur. Uluslararası ve yerli burjuvazi, BHH’nın Gezi Haziranı’nı boğan siyasal çizgisini sistemin ekonomik, sosyal bütün yükü sırtlarına bindirilecek olan proletarya ve diğer emekçi kesimlerin başkaldırısına ket vurmaları için de sürdürmesini isteyecektir. Yerine getireceklerdir.
Oportünizmin devrimci ve demokratik sol, sosyalist kitle üzerindeki nüfuzu bu temelde sert ve köşeli bir ideolojik ve siyasal mücadeleyle dağıtılmalıdır. Özellikle gençliğin düzen solculuğunun sınıf mücadelesindeki geri ve yetersiz mevzilenmesine karşı gelişecek olan tepkisine ideolojik ve siyasal destek sağlayarak bu potansiyelin devrimci savaş hattında örgütlenmesine çalışılmalıdır.
Bu çerçevede;
2- Sol tarihimizin üçüncü döneminin oportünist karakterine karşı, devrimci bir dördüncü dönem inşasının ihtiyacının somut bir işareti olarak değişik siyasal yapılar tarafından Kürt devrimiyle girilen tekil siper yoldaşlığı ilişkilerini basit işbirliklerinden sentezcil politik davranışlara doğru evriltecek bir yürüyüşle oportünizme ve liberalizme karşı kolektif bir devrimci mevzi oluşturmanın imkanlarının zorlanması gereklidir.
Özetle; içine girdiğimiz dönemde, toplam faaliyetin yapkın karakterinde devrim uçkunluğunu biriktirmek ustalığını göstermemiz gerekiyor.
Başarabilmek için önce gereği kavranmalıdır.
Sonra?
Napolyon’un dediği gibi, sonrası sonra gelir!
[1] Bu konuda DC’de yayınlanan 2010 tarihli „Erdoğan’ın 12 Eylülü“ adlı değerlendirmeye bakılmalıdır. Ya da bu değerlendirmeden şu pasajlar okunmalıdır: [Uluslararası ve yerel] karşıtlıkların sadece Erdoğan’ı ve AKP’yi kuşatmakla kalmadığı, aynı zamanda onları iktidara taşıyan yeni Türk burjuvazisine dönüşmüş en iri kesimleriyle kadim sermaye tabanında da önemli bir ürküntü yaratmakta olduğu artık kolayca gözlenebilecek bir durum halini almıştır. Örneğin, geçtiğimiz Nisan ayında Erdoğan’ın verdiği rakamla 1 milyon 600 bin üyesiyle tüccar sermayenin en geniş taban örgütü durumundaki TOBB başkanının adının Ergenekon’la anılmaya başlaması ve Erdoğan’ın doğrudan TOBB üzerinde baskı kuracağını açıklaması üzerine yükselen tartışmalar tipik bir “sınıf ile siyasi temsilcileri arasındaki ayrım” örneğiydi. Ardından, Baykal’ın kaset olayı sonrasında Gülen’in CHP’yi de öne çıkaran tavrı cemaat sermayesinin gelişmelerden rahatsız olduğunun ve olası bir altüstlükte sığınacak yeni limanlara angajmanlar yaptığının işaretleri oldu. Marks’ın dediği gibi, ticaret burjuvazisinin kendi siyasal temsilcileriyle kopuşu daha keskin olur, çünkü onlar için mühim olan ticarettir ve temsilcilerinin siyasal faaliyetlerine ilkesel bağlılığı gibi, onları yeni ticaret limanlarına açılmaktan engelleyecek hiçbir onursal, ahlaki, ideolojik bağımlılıkları yoktur.
İslamcı burjuvazi, kılıcı köreleni terk edip kendine başka efendiler arayan tarihsel refleksleri gereği, kendisine oldukça yol aldırmasına karşın geleceği giderek riske etmesinden dolayı doğrudan lümpen önderini de tartışmaya başlamıştı. Konunun bugünlerde yeniden alevlenmesinden çok önce ve tam da TOBB tartışmaları sırasında, F.Koru, daha ılımlı tarzıyla Erdoğan’a alternatif görülen Gül’ün cumhurbaşkanlığı süresinin 2014’e kadar süreceğini Gül adına köşesinden (20.04) ilan etmişti bile. Burjuva siyasi analizcilerce Amerikan ve İngiliz siyasal merkezleriyle yakınlığı ifade edilen Gül’ün, bu merkezler açısından güven verici gelişmeler sağlanmadıkça, yerini daha kuşkulu bulunan Erdoğan’a kolay kolay bırakacağı düşünülemezdi. Ve nihayet, cemaat entelijensiyasında önderlik karakteri analizleri üzerinden yürütülen Ebu Zerr tartışmaları… İlk müslümanlardan Ebu Zerr üzerinden yürütülen bu tartışmalarda “agresif, bireysel ve aceleci” tarza açılan itirazlarda Erdoğan’ın lümpen önderlik yöntemlerinin üstü örtük bir eleştirisini görmek mümkündür. Uzatmanın gereği yok, bütün tarihi boyunca tâbi, sinik bir sınıf karakteri gösteren bezirgân sermayenin elde ettiği egemenlik haklarından artık kendisinin de korkmaya başladığı ve hızla yerel ve uluslararası finans kapitale yedekleneceği asli yerine çekilmek üzere aportta beklediği açıktır.
Ayaklarının altındaki zeminde ciddi kaymalar olduğunu gören Erdoğan ve AKP’nin bütün hesaplarını, başkanlık sistemine dönüştürülmüş cumhurbaşkanlığı üzerinden yürütme gücünü daha uzun yıllar ellerinde bulundurmak üzerine yaptıkları, son dönem tartışmalarında iyice açığa çıktı. En güvendikleri silahları, Kıvılcımlı’nın acenta, eşraf, hacıağa ağıyla en ücra kasaba ve köylere kadar yayılarak halkı “oy davarı” haline getirdiğini belirttiği tefeci-bezirgân örgütlenmeydi. Ama keza binlerce yıllık sınangılı bezirgân akıl, kazanç garantisi olmayan hiçbir riskli işe girmeme üzerine kuruluydu.
Erdoğan ve AKP, başkanlıkla güvence altına alınabilecek yeni bir iktidar yürüyüşü için güçlerini test etmenin yöntemi olarak referandumu gündeme getirdiler. Eğer güçlü bir destek bulurlarsa bunu seçime, oradan da başkanlığa taşıyabilecekler, yok işler iyi gitmedi, yeni dengeler kurarak geri çekilecekler. Aslında YAŞ süreci bu taktik hesabın bütün unsurlarını gözleyebilmemize imkân veren kondanse bir örnek oluşturdu: Bir yandan güç dayatması yapılırken, diğer yandan karşı dayatmada tereddütsüz geri çekilme, bir zafer propagandası görselliği altında gerçekleştirildi. Ve son olarak Erdoğan’ın kendi siyasal tarihini 2011’e endekslemesi, bu iki ucu açık siyasal paranteze göre dillendirildi.
Son tahlilde, ne ağırlıklı olarak reel üretim düzleminin dışında ve esas olarak dolaşım süreçlerine yerleşik yapısıyla ekonomi-politik düzeyde verili üretim ilişkilerine hegemonyal bir dayatma imkânına sahip olamayan yeni Türk burjuvazisi ve onun arkaplanını oluşturan kadim sermaye, finans kapitalizme tarihsel tâbiyetin dışına çıkma gücüne sahiptir, ne de bu ülkede “karakolda söyler, mahkemede şaşar” minvalince statüko zoruna biat kültürüyle yoğrulmuş yarı köylü mahalle bitirimliğinin direnç maddesi, dönüştürücü bir kararlılığa öznel zemin yaratabilir.
Bu maddeden ne Hamas çıkabilir, ne de Sykes-Picot’yu kendi bölgesel hegemonyasında yenileyecek, örneğin bir Erdoğan-Ahmedinejat anlaşması… Ne liberal bir yenilenme, ne modernizasyon…
AKP’nin, ama özellikle Erdoğan’ın geleceği ağırlıkla emperyalizmin onu nasıl istihdam etmek istediğine bağlıdır. Ya iyice terbiye edilmiş ve yetkisizleştirilmiş halde, bir Çankaya rokuyla köşke çıkarılır ya siyasal faaliyetiyle markalaştırmış olduğu isminin ticari hayrını görmeye bırakılır ya da kimbilir, süreç meydanlardaki tartışmayı kalıcılaştıracak olursa gömleğin beyazını değil ama “tek tip” mavisini giymeye mecbur edilir.