Statükoculuk

 

Geçmişe Doğru Yaklaşmak

 

Devrimcilik statükolara cephede savaş açmak mücadeleyi yükseltmektir…

 

Ne istiyoruz nasıl yapmalıyız?

 

Öncelikle önümüzdeki zorlukları ve nasıl bir toplum ve kültürle uğraştığımızı öncelikle iyi tanımalıyız.

Toplumumuzda siyasal hareketsizliğin ve dinamizmin zayıflığını (Kürdistan’ı ayrı ele almak gerek) hiçbir söz “böyle gelmiş böyle gider” deyişi kadar açık ifade etmemektedir.

 

Sorunumuz devletin güçlülüğü, yenilmezliği, yıkılmazlığı imajını silmek, egemen sınıfların kitlelere baskı ve zorla dayattığı “böyle gelmiş böyle gider” kaderci felsefesini yok etmek sorunudur. İnsanları topluma yabancılaştıran, bireyciliği körükleyen, “her koyun kendi bacağından asılır” vb. gibi düzenin devamını sağlayan bütün yaşam tarzlarını, düşünce kalıplarını yıkıp atma sorunudur.

 

Sorunumuz kitlelerin elini kolunu bağlayan, düzene isyan duygularını gemleyen, onları sınıf mücadelesine atılmaktan alıkoyan statüleri, radikal bir tarzda aşma sorunudur. Sınıf mücadelesinin giderek kızıştığı koşullarda mücadeleyi kitleselleştirmek bunu gerçekleştirmekten geçiyor.

 

Bu konuda bugün daha çok çaba harcamalı, daha radikal davranmalıyız. Çünkü ülkemizde burjuvazinin kitleleri sınıf mücadelesinden uzak tutmak için yarattığı statüler, çok daha güçlü ve etkilidir. Statüler etkisini ve gücünü sadece ülkemizin küçük burjuvalar ülkesi olmasından ve küçük burjuvazinin güce tapma özelliğinden almamıştır. Bunun tarihsel bir geçmişi, toplumsal, kültürel kökleri vardır. Bugün AKP’nin kendisisinin de itiraf ettiği gibi, anayasa referandumun da ortaya çıkan sonuçlarında gösterdiği gibi AKP ve faşist, ırkçı eğilimleri besleyen kesim ağırlıkla kültür ve eğitim düzeyi düşük kitlelerdir.

 

Osmanlı toplumunun zayıf oto-dinamizmi sınıf çelişkilerini yumuşatmış, kitlelere köklü bir sınıf mücadelesi geleneği, deney ve tecrübe bırakmamıştır. Devrimci atılım geleneksizliğinin, Osmanlı devletinin oluşturduğu ceberrut ve kerim devlet imajlarının kitleler üzerindeki etkisinden de kaynaklandığını unutmamak gerekiyor. Bunları bütünleyen ve kökleri Osmanlı devletinden de öncelere dayanan tevekkül, şükürcülük, “bir lokma bir hırka” felsefesi ve dünyadaki sorunların çözümünü “öteki dünya”ya havale eden dini inançların da, devrimci duyarlık ve tepkilerin kökleşmemesinde payı vardır.

 

 

Oligarşi, bu toplumsal, tarihsel, geleneksel ilişkileri ve düşünüş biçimini, emperyalizmin dayattığı kozmopolit ideoloji ve dejenere yaşam tarzıyla sentezleyerek pekiştirmiş, kitleleri sınıf mücadelesinin dışına itecek statüler kurabilmiştir. Devrimci güçlerin, bu statülerin etkisinden kitleleri çıkarmada, sınıf mücadelesine katmada yeterince başarılı olmadığını söylemek zorundayız.

 

Türkiye soluna damgasını vuran reformist, revizyonist çizgi, bu statülerin soldan güçlendirilmesine yardımcı olmuştur. Demokrasiyi burjuvaziden bekleyen, legale çıkmayı her şey olarak gören bir çizginin kaçınılmaz sonu, yıkmak için mücadele edilmesi gereken statükolara çakılıp kalmak olmuştur.

 

Sınıf mücadelesini olumsuz yönde ve önemli şekilde etkileyen statülerden ne anlıyoruz? Mücadele etmemiz gereken statülerin ideolojik ve yaşamsal düzlemde belirtileri nelerdir?

 

İlki, en genel ifadeyle düzenle uzlaşmadır. Sorunların çözümünü düzen sınırları içerisinde aramaktır. Düşünce ufkunu, düzenini düşünce kalıplarıyla sınırlamaktır. Düzenin geleneksel yaşam tarzına çakılıp kalmak ve yenilikten korkmak, kaçınmak, hatta ona karşı çıkmaktır. Düzenin alışkanlıkları, disiplini, ahlakı, ideolojisi, ilke ve yasalarıyla hareket ederek, kendine düzenle uyumlu küçük dünyalar yaratmak, kendini oraya hapsetmektir. En küçük ekonomik-demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleyi bile kendiliğindenciliğe bırakmak ve beklemecilik tavrı içinde, canlı ve yeni devrimci hamlelerden korkmaktır. Bu anlamda yaratıcı olmak yerine uyuşuk, hantal, her şeyi kendiliğindenciliğe ya da kendi dışındaki güçlere bırakmaktır. Düzenin özendirdiği davranış ve yaşam biçimleriyle, ütopyalarıyla oyalanma, onların peşinden sürüklenerek edilgen bir yaşam sürmektir. Böylesi, mücadeleci olmayan yaşam tarzından, ML devrimci bir kişilik gelişemez, kendini sürekli aşamaz.

 

Düzenin statüleriyle hesaplaşmanın, ilişkiyi kesip atmanın önemi burada yatıyor. Bilindiği gibi ne bugünkü devlet, ne de toplumsal ilişkilerde oluşturulan statüler ezelidir, ebedi de olmayacaktır. Böyle demekle sorun çözülmüyor! Statüleri yıkmanın, kitleleri devrim saflarına çekmenin yolu, bu statülerle mücadele etmekten geçiyor.

 

12 Eylül’le birlikte oligarşi, kitleleri sınıf mücadelesinden uzak tutmak için yeni statüler sunmuştur. Düzen yeni ve daha cazip statüler üretmiştir. Solun yenilgisi ve gericilik yıllarının kitleleri yıldırması, pasifikasyon ve depolitizasyon kitleleri düzen sınırları içinde tutan yeni düşünce kalıpları ve statüler oluşturmak için elverişli bir altyapı oluşturmuştur.

 

Baskı ve terörün yıldırdığı kitleleri, yeni statülere kanalize etmekte oligarşi hiç de zorlanmamıştır. Bunun bir de dünya çapında, karşıt sistemler arası ilişkilerdeki değişmelerden yansıyan yönü de oldu. Dünyada barış, hümanizm, özgürlük, uzlaşma, en açık ifadesiyle liberalizm rüzgarları estirildiği donemi unutmayalım. Sınıf farkları bu donem belirsizleştirildi, emperyalizmle sosyalizm arasında sınıfsal köprüler kuruldu. Bu değişim ülkenin solunu yenilgi döneminde yakaladı ve bunun olumsuz etkileri daha geniş çaplı oldu. Uzlaşmacılık, giderek teslimiyet ve düzenin statüleriyle kaynaşma, bu kesitte dıştan da desteklendi.

 

Kitlelerin ellerini kollarını bağlayan, onları depolitizasyon cenderesinde tutan yeni statüler nelerdir?

 

Türkiye devrimci hareket kitleselleşemiyor ve en azından 12 Mart sonrası 12 Eylül öncesi potansiyeli ortaya çıkaramıyor.

 

Neden?

 

Sol ciddi anlamda hala örgütsüzlük çemberini kırabilmiş değil. Kitlelerin yaşam düzeyleri, gelirleri yarı yarıya düşmüş bir durumda olduğu halde, neden hala sorunlarının çözümünü düzenin statülerinde arıyorlar? Bu soruların cevaplarını bulmak zorundayız!

 

Düzen İçinde Düzen Oluşturan Statüleri Yıkalım!

 

Üzerinde bir yarim asır geçti ama 12 Eylül faşizmiyle hayatiyet bulan 24 Ocak felsefesi ve yaşam tarzı, bugünkü statülerin ana kaynağıdır. 24 Ocak felsefesi kitlelere tek bir şey sunuyor: Devrimden ve sınıf savaşından uzak durun, “köşeyi dönmek” için her yolu meşru sayın, deneyin! Hiçbir toplumsal ve insani değer tanımayın!

 

24 Ocak, ahlaksızlığı ahlak, namussuzluğu namusa çevirmiş, bütün insani ve toplumsal değerleri altüst etmiştir. Sanatta, kültürde, yaşamda yeni dejenere ilişkiler gelişmiş, toplumda yer etmiştir.

 

Hiçbir dönem, devletin laikliği bir kenara bırakıp, din ile politikayı birleştirmesi ve tarikatların devlet içine yerleşmesi bugünkü kadar gelişmemiş; din eğitiminin anayasaya geçirilmesiyle toplumsal dejenerasyon ve depolitizasyon at başı gitmemiştir. Bugün AKP’yi ortaya çıkaran temeler o günlerde atıldı, Türk-islam sentezleriyle. İçinde tarikatların cirit attığı parti iktidar yapılırken, dönemin cumhurbaşkanı konuşmalarına Kuran’dan ayetlerle başlamış, Kürt yurtseverlerinin mücadelesini bastırmak için dini propagandaya başvurulmuştur. Statüko dine dayanmıştır. Ülke genelinde başvurulan ve geliştirilen politikalar daha da kapsamlıdır.

 

Devletin en yetkili kurumlarında görev yapanların, Latin Amerika diktatörlerinden hiç de farklı bir tutum takınmayarak futbolu özendirmeleri, maçlarda gövde gösterileri yapmaları, takımları lige yükseltmeleri, futbol bütçesinin şişirilmesi, futbolla haşır neşir olan yeni politikacı tipi yeni olgulardır. Futbol tartışmaları bu süreçte yoğunluğu artarak meclise de taşınmıştır. Bir zamanlar MGK’nın futbola duyduğu yakın ilgi biliniyor.

 

Faşizmin, İspanya, Portekiz ve Latin Amerika diktatörlüklerinde, kitleleri sınıf çelişkilerinden ve toplumsal sorunlardan uzaklaştırmak için kullandığı futbol, ülkemizde de kitlelerin oyalandığı önemli bir statüko haline dönüştürüldü. Enerjilerini maçlarda boşaltan insanlar, bir hafta boyu yeni bir maça kadar sadece futbol tartışır hale getirildi. Yoğun bir şartlandırma ve yönlendirmenin etkisindeki halk kesimleri açısından anlaşılır, bir durum olan bu olgu, devrimci potansiyelin gelişmesinde engellerden birisidir. Toplumsal sorunlara yönelen taraftar guruplar vb karşı hemen harekete geçtiler. Sorun sanatla, sporla, müzikle vb. ilgilenmek, bu alanlardaki yeteneklerimizi geliştirmek, ihtiyaçlarımızı karşılamak ve çok yönlü gelişime karşı olmak değildir. Fakat devrimci faaliyet dışındaki bir etkinliğin, bir devrimcinin yaşamının giderek temeli olması, günlük yaşamını bu etkinlikler etrafında örmeye başladığı yerde, bir futbol, bir sanat, bir müzik vb. çevresinde statü oluşmuş demektir.

 

Tehlike buradadır. Buna dikkat çekmek gerekiyor.

 

12 Eylül sonrası hızlı, yoz, apolitik, cinselliğe dayalı sanatsal, kültürel, yaşamsal statüler oluşturulması çabası başlatıldı. Birbiri ardına TV’de gösterilen Hollyvvood dizileriyle kitleler Amerikan tipi yaşamaya özendirildi. Diğer yandan insanlar iç karartıcı arabesk müzikle meyhane köşelerinde, tavernalarda, Türkü barlarda gerçek sorunlarını unutup kadere boyun eğmeye itildi. Köşeyi dönme, bir anda milyoner olup düzenin nimetlerinden faydalanma yolları diye milli piyango, spor loto, spor toto, at yarışları, lotaryalar vb. her türlü kumar, dolandırıcılık, yolsuzluk ve yasadışı işler teşvik edildi. Bunların reklamları manşetlerden inmez oldu. Bu tür avantadan köşeyi dönen tipler özendirme malzemesi olarak kullanıldı. İnsanlar aydan aya milli piyango çekilişini, haftadan haftaya maç sonuçlarını bekler, at yarışlarını kovalar hale getirildi. Halkın beyinleri, yeme içme alışkanlıkları bile yeniden biçimlendirilmeye çalışıldı.

 

Gümrük kapıları açıldı, ithal mallar yurda akın etti. TV reklamlarıyla bu mallar kitlelerin talebine sunuldu. Lipton çay, nescafeler, Japon oyuncakları, İtalyan ayakkabılar, Fransız parfümleri gibi lüks tüketim maddeleriyle insanlar küçük dünyalar peşinde koşturuldu. Batı hayranlığı aldı yürüdü. Batılı gibi yaşama, yeme, giyme ve düşünce alışkanlıkları gelişti. Çarpık bir biçimde üslup ve konuşmalar yaygınlaşırken yazı biçimleri bile bundan etkilendi. Yaşamdaki ve tüketimdeki bütün bu değişime, geniş kitleler bire bir ayak uydurmasa dahi, bunların toz pembe hayaline kapılması, özenmesi, taklit etmesi, her türlü yoz kültür ve sanat araçlarıyla birleşince toplumsal dejenerasyonu ve çürümeyi hızlandırıcı rol oynadı. Peş peşe yapılan zamlar tüketimi kısmadı, tersine, içki tüketimiyle birlikte diğer uyuşturucular kitlelerin bunalımına çözüm aradıkları avunma araçlarına dönüştüler. Baskı ve terör, faşist anayasa ve yasalarla politikanın dışına itilen geniş kitleler, sınıf mücadelesinden uzak, sorunlarını unutmaya, bu statülerde oyalanmaya başladı. Öyle ki kitlelerin değer yargılarını erozyona uğratıp köreltmek ve beyinsel gelişmeyi önlemek için, tabuları yıkıyoruz adı altında en pespaye cinsellik körüklendi. Pornografi toplumsal yaşamın bir parçası haline getirilmeye çalışıldı.

 

Çıplaklık, sapık ilişkiler olağanlaştırıldı. Bütün bu 24 Ocak-12 Eylül felsefesinin ortaya çıkardığı eğilimler, kitleleri sınıf mücadelesinden uzaklaştırdığı gibi, çarpık, bireyci, yoz ve bunalımlı yaşam biçimleri serpilip gelişti. Kendi kabuğunda yaşayan, topluma yabancılaşmış, duyarsız insan tipleri, düşünce kalıpları yarattı. TV, video, sanal alem internet vb. gibi iletişim araçları öyle bir tutku haline dönüştürüldü ve depolitizasyon öyle bir işlendi ki, toplumda ilginç, tekdüze yaşama bağımlı robot tipler ortaya çıktı. Sabahtan akşama kadar emek harcayan birçok insan, yaşamını TV seyrederek, dizileri takip ederek, filmlerdeki insanların sorunlarını tartışarak, bu kahramanlarla kendilerini özdeşleştirerek, onunla ağlayan, gülen, kızan, coşan insanlar haline gelmeye başladı.

 

Pinochet diktatörlüğü altında nasıl TV altı kanala çıkarılarak kitleler için vakit öldürecek, oyalanacak, okumaktan, düşünmekten ve araştırmadan uzaklaştırılacak hale getirildiyse, ülkemizde de TV’nin aynı işlevi yerine getirmesi doğrultusunda önemli mesafe katledilmiştir. Aslında emperyalizmin ve oligarşilerin özde depolitizasyon için başvurduğu araçlar ve yöntemler değişmiyor. TV’ye aptal kutusu esprisinin yakıştırılmasının izahı buradadır. TV’den ve videodan yeterince avunamayanlar, bununla birlikte fonda arabesk müzik, meyhane ve kahvehane köşelerinde içkilerini yudumlayıp kumarın stresiyle yaşayan insanlar olup çıktılar.

 

Bütün bunlarla birlikte fanatik futbol taraftarlığı neredeyse her şeyin önüne geçti. Gazete satışları ve okuyucu sayısı düşerken, iyi bir spor sayfası okuyuculuğu yaygınlaştı. Magazin basınının tirajı yükselirken, diğerleri ya kapanacak düzeye düştü ya da düşmemek için yozlaştı.

 

Ardında hızla tüm piyasayı kasıp kavuran internet her türlü bilgi kirliğini, insanlar arasındaki sosyal ilişkileri yerele bir etti. Teknik teknolojinin gelişmesi ve bunun insanlığın gelişimi, yaşamı için bilinçli kullanımı ayrı, amma alan başlı başına ayrı bir araştırma inceleme konusu olan bu alan iyice beyinleri durma ugrati, beyinleri çürüttü.

 

Gençlik enerjisini mi harcamak istiyor? Diskoteklere, atari salonlarına yöneltildi. Büyük tekeller spora, özellikle de futbola el atarak gençliğin politika, sınıf mücadelesi ve ülke sorunları dışında enerjilerini spor sahasına döktürdü. YÖK’ün okullarda ve yurtlarda getirdiği kışla disiplini altında, eğitim programlarının yoğunluğundan başını alabildiği anda, gençler sadece bunlara yönelmeliydi. Gençliğin moda akımlarının peşinden koşması, lüks tüketime özendirilmesi, batıya hayranlığın yönlendirilmesi birbirine eklenerek depolitizasyonun etkisini pekiştirdi ve yeni statülerin kaynağı oldu. Bunların yanında gençliğe tarikatların el atmasına, körpe beyinlerin gerici ideoloji iie zehirlenmesine bütün kapılar aralandı. Din, boşlukları hızla doldurdu. Baskı ve terörden yılan, ekonomik krizin yükünden bunalan insanların huzuru bulmasında, sorunlarından kaçmasında din ve tarikatlar etkili çekim alanlarından oldular.

 

Kapitalist düzenin açtığı bu statülerden ilginç ama basit, düzeni rahatsız etmeyen yaşam biçimleri oluştu. Bunlar sınıf mücadelesinden bihaber, politikadan vebadan kaçarcasına kaçan, düzenle uzlaşan ve adeta kendi içinde sürekli yinelenen bir kapalı devre yaşam olarak biçimlendi. Sabah işe gidip akşam eve kapanan ye günün diğer saatlerini dua ile geçiren ve bir kısım zamanını ise çocuklarına bu yaşamı öğütlemekle geçiren sakallı tipler…

 

Bir maaş, birer maç, milli piyango bileti ve gazetelerden toplanan kuponlarla şansının döneceği günü sabırla bekleyen talihçi tipler… Evden işe, işten eve kapanan, kendini evine hapsederek başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen tipler…

 

Duvarlarında artist ve şarkıcı resimleri asılı, internet, akili telefonlar, ayağında konvers ayakkabısıyla caddelerde cinsellik arayan, beyninden tek cinsellik akımı geçen ve rüyalar aleminde gezinen, gerçeğin dışında yaşayan, bunalımlı, hastalıklı paralı-parasız tipler… Bu ve benzer tipler düzenle uyumlu halde, sınıf mücadelesinin dışında, kapalı devre bir yaşam içinde tüm enerjilerini harcamakta, sosyal ve kültürel yönleri sürekli gerileyen, cahilleşen, bireycileşen bu insanlar aptallaştırmakta, çürütülmeye çalışılmaktadır.

 

Devrimci mücadeleyle kitleler sarsılıp onları sınıf mücadelesinden alıkoyan bu düşünce kalıpları, yaşam biçimleri, statüler değiştirilmezse, toplumsal çürüme ve yozlaşma kitleleri batağa sürükleyecektir. Toplumsal değerlerle bağlarını kesip atarak bunlara yabancılaşmış ve düşmanlaşmış, anlık çıkarları için her şeyi yapan ve egemen sınıfların her durumda yönlendireceği geniş kesimlerin ortaya çıktığı bir süreci yasadik/yaşıyoruz.

 

Ülkemizin kendi özgünlüğü içinde Latin Amerikalılaşması derken bu gelişmeleri de hesaba katmalıyız. Başta Brezilya olmak üzere tüm L. Amerika yeni sömürgelerinde, teneke mahallelere yığılmış genellikle işsiz ya da yarışsız milyonlarca insan, bu çürüme ve yozlaşmanın kurbanı olarak tortulaşmış, lümpenleşmiş, sınıf mücadelesi dışında her şeyi yapabilecek hale getirilmiştir. Sao Paulo, Rio gibi, bireysel ve kitlesel suç işleme ve talanın kol gezdiği, gece sokağa çıkmanın tehlikeli olduğu bu kentlerde kitlesel çürüme ve dejenerasyon had safhadadır. Örneğin Meksiko City’nin durumu içler acısı olsa da, diğer L. Amerikan metropolleri de farklı değildir. Ülkemiz metropollerini de bu tehlike tehdit ediyor. Baskı, terör, sefalet ve cahillikle beslenen yoz kültür, düzenle uzlaşan daha geri statülerin kaynağını oluşturuyor. Çürümeye, yozlaşmaya, lümpenleşmeye karşı olmak; buraları birer mücadele cephesi yapmak, insanları bataktan çekip çıkartmaktır! Gece kondu bölgeleri, varoşlar bu çürümenin merkezleri olarak seçilmişti, sistem tarafında.

 

Ama tüm bunların üstesinden gelebilmek, ısrarla mücadeleyi sürdürebilmek ve inandırıcı olabilmek için, toplumda oluşturulan bu statülerin bir kısmının şu veya bu ölçüde, bizlerin yaşamını da etkilediğini ve beynimizi meşgul ederek, devrim için yeterli enerjimizi kullanmamızı engellediğini bilmek zorundayız. Öyle ki birçok davranış ve düşünce biçiminin yanlışlığı, yokluğu düşünülür veya teorik tartışmalarda doğru olarak konurken, pratikte tüm bu doğrular unutularak düzenin statüleri sürdürülüyor ve bu kanıksanıyor. Bu olumsuzlukla mücadele etmek kaçınılmaz hale geliyor.

 

Toplumsal çürüme ve statülere dur diyemediğimiz ölçüde, toplumun kangrenleşmesi bizim dışımızda ilerleyecektir. Ne yapıp edip bu olumsuz gelişimin önünü tıkamalıyız. Sanatta, kültürde, müzikte, okul ve iş yaşamında, kısaca hayatın her alanında düzenle uzlaşan, ona hizmet eden öğelere savaş açmalı, bunlarla tam bir kopuş sağlanmalı; her alternatif sosyalist insanın, devrimci tavrın tohumları atılması geliştirilmeli, büyütülmelidir.

 

Bu ise, en başta insanları sınıf mücadelesine çekmekle, kendimizi de hızla değiştirmek, geliştirmek, yenilemek, statülerin etkilerini kendi düşünce ve yaşamımızda temizlemekle, bu mücadele içinde daha fazla özveri gösterilmesini sağlamakla olabilir. Çünkü her dereceden gelişimimizi engeller nitelikteki tüm statüleri yıkmadan, yeninin, daha güzelin, daha demokratik olanın önü açılamaz.

 

Burada uzunca bir parantez açıp 80’lerde başlayipta günümüze kadar gelen, gerek solda gerekse dünyada ki gelişmelere değinmek ve bunun M-L yaratığı tahrifat ve oluşturduğu statülere değinmekte yarar vardır.

Marksistler açısından 2000 yılı veya diğer bir deyişle 21. Yüzyıl sorunu neydi?

 

Bugünü daha iyi kavramak için biraz geriye gidip 80 sonrası özelikle ülkemiz genel anlamda ise dünya sosyalist hareket içinde yaşanan çalkantılar ve dünyada ki gelişmelere bir göz atmakta fayda var. Yenilgiler karşısında ki savrulmalar, yeni Amerikaların keşfedilensinin nerelere vardığı, nerelere savrulduğunu görmek açısında faydalı olacaktır.

 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, sorunu takvimde bir sayfanın atılması, binler hanesinden bir rakamın değişimi olarak ele alamaz. Sorun, politik-ekonomik boyutlarıyla dünyanın yeni bir sürece girmesidir ve bu sürecin başlangıcı da 1 Ocak 2000 tarihi değil, 80’li yılların sonu, 90’ların başıdır. Dünya bu tarihlerden itibaren politik-ekonomik boyutta olsun, güçler dengesi boyutunda olsun yeni bir sürece girmiştir. Eğer bir çağ değişimi varsa bunun başlangıcını 2000 değil 80-90 yıllarda öncesinde aramak gerekir ve doğrusu da budur.

 

2000”ne gelirken büyük bir felaket beklentisi, teorileri havalarda uçuşuyordu. 2000’e girildi ve beklenen felaketlerin hiçbiri de olmadı. Hemen her dinden bir kısım tarikatlar kıyamet kopacağı kehanetinde bulunmasına (çünkü “çok alametler belirmişti”), karşın kıyamet kopmadı. Diğer yandan büyük bilgisayar firmaların haber verdiği bir felaket daha vardı ki, o da kıyamet gibi bir şeydi. 2000 Yılı Kaosu diye çevirebileceğimiz “Y2K’ kodu, 2000 yılını tanımayan bilgisayarların kilitlenip yaşamı alt üst edeceğini haber veriyordu insanlara…

 

Bu felaket tellâllığından tarikatlar ne kazandı bilemeyiz ama büyük bilgisayar firmalarının “Y2K” formülü ile kazandıklarını hesaplamak mümkün değil. Son 2-3 yıl içerisinde, hemen tüm ülkelerdeki büyük bilgisayar sistemlerinin bütünüyle (program ve donanımlarıyla) değiştirildiğini düşünürsek ortaya epey büyük bir miktar çıkıyor.

 

Tarikatlar ve bilgisayar firmalarının yarattığı kıyamet-kaos tartışmalarını bir kenara bırakırsak bizleri asıl ilgilendiren tartışma, 2000 yılı ile birlikte dünyanın nasıl bir sürece gireceği üzerine yürütülen tartışmalardır. Daha ziyade sol içerisinde ve en azından yıllarca yürütülen bu tartışmalara biraz yakından bakıldığında, tıpkı tarikatlar ve bilgisayar firmalarının yarattığı türden bir fırtınanın bu zeminde de hükmünü sürdürdüğü görülecektir. Bu zeminde de bilgisizliğin, politikasızlığın egemen olduğu ve’ bu noktalardaki boşlukların “rivayetler”le doldurulduğu bir kaos, bir belirsizlik, tartışma ortamını tanımlayan asıl olgular durumundadır.

 

Yenilmiş, yenilmekle kalmamış pusulasını da yitirmiş bir kısım çevreler, sol adına, sosyalizm adına 2000’lere yönelik kehanetlerde bulunmaya devam ederken, diğer bir kesim ise sorunu bir “yeni yıl’” çerçevesine sıkıştırıp “başarılı ve sağlıklı yıllar!” dilekleriyle sorunun üzerinden atlama kolaycılığından vazgeçmediler.

 

Sorun bu açıdan ele alındığında SSCB ve Doğu Avrupa Demokratik cumhuriyetlerinde yaşanan çöküş ve karşı-devrimler, gelişimleri ve sonuçlarıyla belirleyici duruma geldi. O halde 21.Yüzyıl veya 2000 sorunu bizler açısından, sosyalizmin yenilgisi ve bu yenilgilerin neden sonuçlarıyla değerlendirilip ortaya bir program çıkarma sorunudur.

 

Üzerinde durulması gereken ikinci nokta ise, bir kısım çevrelerin bu sorunu ideolojik- politik-ekonomik boyutlarından kopararak salt bilimsel-teknolojik, gelişme çerçevesinde ele almasıdır. Bilindiği gibi bu düşünceler ülkemizde yıllardır reformistler-siviltoplumcular tarafından savunulmaktadır. Bu konuda biraz daha ayrıntıya inmemiz gerekiyor, şu veya bu oranda “sol” adına, sosyalizm adına konuştuğunu iddia eden çeşitli kesimlerde de görebiliyoruz, gördük.

 

“…Kapitalizm kendini hep tazeliyor, Kapitalizm komünizme doğru gidiyor. Kapitalizm ne zaman komünizm olmaz? Başkasını sömürdüğünde.”

“Emperyalizm, feodal dönemde endüstri dönemine geçildiği sıralarda geri kalmış ülkelerin de aynı aşamayı yapmalarını engellemek demektir. Böyle bir engelleme sayesinde geri kalmış ülkelere endüstri ürünlerini satmak daha kolaylaşacağı için…

“Bugün ise teknolojide öyle bir düzeye gelinmiştir ki, hızla artan üretimi pazarlayabilmek için; geri kalmış `ulus devlet’ modellerini, değil engellemek; tam tersine onları bir an önce zenginleştirip geliştirme dönemine girilmiştir. İsterseniz bu yeni döneme, ‘globalleşme’, yahut ‘yenidünya düzeni’ de diyebiliriz”

“…sonuçta bütün bu kavga dövüş içinde kazançlı çıkan ‘insan’ oluyor. Önce köle, sonra serf, sonra vatandaş ve nihayet dünya insanı”

”’Aslında Marks siyasetin bitmesinden yanadır. Evrende siyaset yoktur çünkü. Marksizm’i bir siyaset olarak benimsemek dönemleri gri dönemlerdir. Çünkü temelinde insanların insanları sömürmesi veya öldürmesi pek karlı bir iş olmayacaktır. Nitekim bu da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Bugün o eski dünya savaşlarının ortaya çıkması pek o kadar kolay değil. Karlı olmayan savaş yapmaz akıllı adamlar”

 

Amaç burada tek tek bireyleri tartışmak değil elbette. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi bir dönem gülünüp geçilen, bir döneğin saçmalıkları-fantezileri olarak görülen bu düşünceler solda kimi çevrelerde de yansımasını bulmasıdır.

Kapitalizmin sürekli olarak kendini ürettiğini ve en son bilimsel teknolojik gelişmelerle “Bilgi Toplumu”na (Komünizm’e) ulaşıldığını, bu gelişimin “globalleşme” ile tüm dünyaya yayıldığını ileri süren bu ifadelerin vardığı sonuç ise sömürünün, savaşların, hak ve özgürlük ihlâllerinin yok olduğu böyle bir aşamada artık sınıf savaşlarına da (siyasete) yer ve gerek olmadığıdır.

 

Bütün bu düşünceler şu veya bu şekilde sosyalizm adına konuştuklarını, örgütlendiklerini ve mücadele ettiklerini iddia eden belli kesimlerin yaklaşım ve pratiklerine yansımıştır. 1980’lerde Türkiye solunu etkisi altına alan Sivil toplumcu düşünceleri yukarıdaki görüşlerin dışında ele alamayız.

 

Sivil toplum nedir, öncelikle bu konuyu kısaca değinmek gerekir. Sivil toplum ilk defa Hegel tarafından ortaya atılan bir kavramdır ve devletin (politikanın) denetimi dışında, bağımsız toplumsal kesimleri ifade eder. Devletten (politik alan) ayrı, bireyin-bireylerden oluşmuş topluluklardan oluşan sivil toplum (özel alan) temel özelliği ise yaşamlarını, üretimlerini kendilerinin belirlediği özerk bir alan olmasıdır. Ekonomide ve siyasetteki liberalizmle giderek özerkleşecek sivil toplum güçlendikçe devletin (siyasal) alanı giderek daralacak ve bu süreç giderek kendi evrimiyle özgür bireyi yaratıp geliştirecektir. Özgür bireyin yaratılması, geliştirilmesi ise her türlü sömürünün, hak ve özgürlük ihlâllerinin yok olması demektir.

 

Sınıfları, sınıfsal çelişkileri, örgütlenmeyi, mücadeleyi reddeden hepsinin yerine toplumsal sınıfsal statüsüne bakmadan bireyi geçiren bu anlayış doğal olarak devrimi, sosyalizmi de reddeder. Devrim ve sosyalizm kavramlarına literatürlerinde yer verseler de bu kavramlara yükledikleri anlam Marksist-Leninist bakış açısıyla ilgisi olmayan ütopik bir içeriğe sahiptir. Bu noktada öteden beri sivil toplumculuğun bilinçli bir savunucusu olan Birikim yazarlarının bu konudaki düşüncelerini buraya aktarmak gerekir.

 

“Sosyalizm önümüzdeki yıllarda kendini bir siyasal parti olarak örgütlemekten vazgeçmelidir. Bu siyasal irade dediğimiz şeyi, yani iktidara ilişkin kavgaları, talepleri reddetmek anlamına gelmez. Merkezi değildir bunlar. Bunlar bizim yan araçlarımızdır. Bir parti olur, onu koordinasyon olarak kullanabiliriz. Ama bunu ‘sosyalizmi burada kuracağız, sosyalizmi kuracak kadroyu burada yaratıyoruz’ şeklinde yapmayın. ‘Sizin kuracağınız şey, şu anda yapmakta olduğunuz şeydir. Orada yapın’ bugün ‘ben sosyalistim’ diyen insan, sosyalistçe yaşamalıdır. Bir dükkânımız var diyelim. ‘Acaba burayı sosyalistçe nasıl düzenleyebiliriz’ diye düşünelim. Bir dinlenme yeri ise, sosyalistler bir dinlenme yerini nasıl tahayyül ederler? Bunu deneyelim? Bunu yapmaya çalışalım. Benim önerdiğim yepyeni bir örgüt anlayışıdır. Hayatın örgütlenmesidir. Sosyalizm propagandasını yapar, amaçlarını söyler, kendi ütopyasını anlatır. Sonra da ‘gelin bunu birlikte kuralım’ der. Bizim partiye üye ol’ demez.”(Ömer Laçiner)

 

Evet bir sivil toplumcunun ağzından sosyalizm, örgüt ve sosyalizmin kurulması çabasının tanımı bunlardır. Sınıfların yerine birey, ekonomik sistemlerin yerine birkaç kişinin ortaklaşa bir dükkânı nasıl işleteceği, paylaşımı ve daha insanı bir yaşam sorunlarının yerine ise bir tatil köyünün düzenlenmesi sorunu vardır. Siyaset ise yoktur bu manzarada (çok isteniyorsa koordinasyon görevi biçilen “parti” olabilir). Siyaset, yani yönetme işlevi yine burjuvazinindir. Thomas Moore’un Ütopya’sıyla karşılaştırdığımızda, Moore’un adasını daha gerçekçi ve ‘sosyalizm’e yakın sayabileceğimiz bu saçmalıklar bugün ülkemizde Marksizm adına savunuluyor, propagandası yapılıyor.

 

Muhatabımız ne reformistler-liberaller, ne de Ömer Laçiner gibileri, ancak yukarda da belirttiğimiz gibi bugün solda teori adına bunlar konuşuldu. Bu görüş sahiplerinin “21. Yüzyıl büyük devrimci dönüşümlerin gerçekleşeceği bir yüzyıl olacaktır” deyişleri ise geleceğe emperyalist-kapitalist sistem adına ipotek koyma çabası dışında bir anlam taşımıyor ve öyle de ele alınmak zorundadır.

 

Her şey SSCB’nin Dağılması ile mi Başladı?

 

Bu noktada bu türden sapkın görüşlerin neden bu dönemlerde böylesine etkili olduğu sorusunu sormak zorundayız. Çünkü sivil toplumculuk yeni bir olgu değildir. Hegel’den beri felsefi literatürde yer alan ve tarih boyunca da önemli savunucuları olan bir kavramdır. Ki bunun en tanınmış örneği de Gramsci’dir. Ancak sivil toplumculuk asıl olarak 1980’lerden itibaren, yani tarihsel yenilgilerin yaşandığı bir dönemde böylesine etkili bir şekilde gündeme girebilmiştir. Böyle olması da doğaldır, çünkü sivil toplumculuk temelinde yenilginin, sindirilmişliğin teorisidir. Burjuvazinin inisiyatifini tanıma, ona tabi olmanın teorisidir (Ki Marks’ın, sivil toplumu kapitalizmin alanı olarak tanımlaması tamda bu noktada yerli yerine oturmaktadır. Yenilginin ideolojik, politik, örgütsel anlamda yol açtığı yıkıntının boyutlarını 12 Eylül sonrasında ülkemizde çok somut olarak yaşadık.

 

Dünyanın değişik ülkelerinde devrimciler tarih boyunca yenilgiler yaşamış ve her yenilgi sonrası yenilgiyi meşrulaştıran, kalıcılaştıran, teslimiyete götüren teoriler oluşturulmuştur. Ancak şunu ifade edebiliriz ki, en azından 70’ler sonrasında belki de en çarpık en çapsız yenilgi teorileri bizim ülkemizde üretilmiş, en onursuz teslimiyet tavırları bizim yaşadığımız topraklarda gerçekleşmiştir. Yenilginin ağırlığı, cuntanın ABD kaynaklı politikalarının burada küçümsenmez bir rolü olsa da, yenilgi sonrası ortaya çıkan bu çarpık-çapsız manzaraların temelinde yatan asıl olgu ülkemiz solunun ideolojik-teorik-örgütsel yapısıydı, bu yapının çürüklüğüydü. 1985-86 yıllarından itibaren ülkemizde solun önemli bir kesimi 12 Eylül yenilgisini nedenlerini öncelikle kendinde, kendi eksikliklerinde arama yerine ideolojide-teoride aramaya başlamış, sosyalizm, mücadele ve devrimler tarihini yargılamaya başlamıştır. Demokrasi, sivil toplum vb. başlıklar altında bütün bir mücadele-devrim süreçleri, en temel Marksist ilkeler, devrimci kişilikler hedef tahtasına konularak tarihsel-siyasal sorumluluklardan sıyrılma, Çabaları ön plana çıkmıştır. Sonuçta yaratılan ideolojik-politik bulanıklık 89’lardan itibaren mücadelenin yükselmesiyle belli ölçülerde giderilmiş olsa da 91’de Sovyetlerde ve Doğu Avrupa Demokratik rejimlerinde yaşanan yenilgilerin yanı sıra ülkemiz devrimci harekâtının yaşadığı olumsuzluklar. Diğer yanda Kürt Ulusal Hareketinin 93’lerden itibaren içine girdiği yeni yönelimlerin yaşanan sıkıntıların doğru okunamaması ve yaşanan güvensizlikle bu kesimler açısından yeni olanaklar yaratmıştır. Bu süreçte sınıflar mücadelesindeki gerilemeye bağlı olarak en güçlü dönemlerini yaşadıklarını söyleyebiliriz.

 

Sorunu bu açıdan ele aldığımızda, bugün ifade edilen yenilgi-teslimiyet, kapitalizmi kutsama teorilerinin hiç de yeni olmadığını, bütünüyle 1991 yenilgisiyle ortaya çıkmadığını görmek zor değildir, Ülkemizde ve hemen her devrim deneyinde yaşanan yenilgi sonrası durum bugün dünya çapında yaşanmaktadır. Şu veya bu ülkede, belirli bir tarih diliminde yaşanan, kısmi diyebileceğimiz bir tasfiye değildi sorunumuz. Gerek uluslararası boyutlarıyla. gerekse de ideolojik-politik yönleriyle belli ölçülerde 1905’lerde karşılaştırabileceğimiz, ancak 1905’lerde yaşanandan çok daha tarihsel, çok daha kapsamlı ve çok daha ciddi bir tasfiye dalgasıyla bu süreçte karşı karşıya olduğumuzu bilmek zorundayız.

 

Bu türden çabaları en genelde küçük burjuvazinin klasik tavrı başlığı altında toparlamak mümkün ve bugüne kadar da böyle yapmıştır, küçük burjuvazi, kritik karar aşamalarında, özellikle de yenilgi dönemlerinde bir anda sosyalizm mücadelesine sırtını dönebilir. Ki, dünya devrim mücadele tarihinde bu tavrın değişik örnekleri sayısız kere yaşanmıştır. Elbette ki gerek kapsamı, ciddiyeti ve tarihselliğiyle geçmişte değişik devrim-mücadele deneylerinde yaşananlarla aynılaştırmak mümkün değildir her süreci kendi dinamiklerini içinde barındırmaktadır. Temelinde aynı etkenler yer alsa da o günkü sorunu, birçoklarının yaptığı gibi “küçük-burjuvazinin klasik tavrı” genellemesiyle, kabaca bir değinmeyle geçiştiremeyiz. Karşısına çıkan bütün önemli sorunları genellemelerle geçiştirmenin küçük-burjuvazinin klasik ve belirleyici özelliklerinden biri olduğunu çok iyi bilmek zorundayız. Bu bilinçten kaynaklanmayan, gelişip biçimlenmeyen yaklaşımların var olan tasfiyeye hizmet etmekten başka bir yararı olmadığı ve olmayacağı da somut bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.

 

Yenilginin Kan Verdiği Bir Diğer Sapma Akım: Troçkizm

 

Yenilginin güç verdiği diğer bir tasfiyeci odak ise uluslar arası Troçkizm’dir. Troçki’nin kendisi dahil hiçbir savucusunun net bir çerçevesini çizemediği bu tasfiyeci akım, 1930’lardan itibaren uluslararası alanda kimi zaman emperyalizmle ayni çizgide yürüyerek sosyalist deneylerin başarısızlığa uğraması için ideolojik-politik her türlü gayreti göstermiştir. Bugünkü durumu anlamak, Troçkizm’i belli yönleriyle tanımakla mümkündür. Çünkü Troçkizm yıllardan beri uluslararası sosyalist hareket içinde yaşanan her yenilgiyi, her olumsuzluğu kendi hanesine bir puan olarak yazmayı politika haline getirmiştir. Tarihsel süreç içerisinde ele alındığında Troçkizm’in kendi hanesine kaydettiği her kazanımın aslında uluslararası emperyalist, kapitalist sistemin hanesine yazıldığı görülecektir. Troçkizm’in siyasal, sınıfsal niteliğini anlamak için Troçki’nin kişisel yaşamına kabaca bir göz atmak yeterlidir. 1905’te Troçki bir Menşeviktir ve 1905 yenilgisinde bulunduğu konum itibariyle (Petrograd Sovyeti Başkanı) siyasal ve örgütsel olumsuzluklarda önemli payı vardır. 1910-1912 yıllarında Likidatörler ve Otzovistlerle birlikte Bolşevik partiye karşı mücadele etmektedir. 1917 devrim öncesinde Troçki Bolşevik saflara katılır. Ancak bu onun Bolşevik olduğu anlamına gelmez çünkü Troçki hiçbir zaman Marksist-Leninist ideoloji kavramamış ve savunmamıştır. Çünkü o Lenin’in deyimiyle gerçeklerden sürekli kaçan bir anlayışa sahiptir. Oluşturduğu politikalar gerçeğe tahammülsüzlüğün politikalarıdır. Ve bu durum devrim sonrası daha da somut biçiminde açığa çıkar. Devrim Sonrası Bolşevik partinin bütün politikaların karşısında Troçki vardır. Troçki, Brest-Litovsk’un karşısında dır, Troçki barışa karşıdır, Troçki yürütülen ekonomik politikalara karşıdır, Troçki ekim devrimin sendikalara biçtiği role karşıdır. Ancak tüm bu karşı olmanın da hiçbir ilkesi, kuralı yoktur Troçki gerçeğe karşı kişisel bir mücadele yürütmektedir ve o an kim kendisiyle aynı düşünüyorsa Troçki onunla birliktedir. Daha önce düşman ilan ettiği Zinovyev ve Kamanev’le 1925- 1926’larda birleşmesi keza 1921’de kulakları yok etmeyi önerirken 1927’lerde yine daha önce düşman ilan ettiği, kulakların savunucusu Buharin’le birlikte hareket etmesi onun çelişkili siyasal, kişisel yapısını ortaya koyan örneklerden birkaçıdır.

 

Böylesine siyasal zikzaklar içinde olan bir akımı net çizgilerle tanımlamak zordur, ancak yine de Troçkizm’i tanımlayan olgunun devrime, iktidara karşı çıkmak olduğunu söyleyebiliriz. Evet, Troçkizm’in temel tezi sosyalizmi ancak ve ancak bir dünya devrimiyle ulaşılabilecek bir aşama olarak ele alması ve bu noktada tek ülkede devrimin başarı olanağını, sosyalizmin inşasını olanaksız görmesidir. Ancak Lenin’in formüle ettiği ‘Kapitalizmin Eşitsiz Gelişme Yasası’ vardır ve Troçki’nin bu tezini boşa çıkarmaktadır. Troçki bu yasaya Lenin’den farklı anlamlar yükleyerek kendi tezini savunmaya devam, eder. Lenin bu yasayı tüm bir kapitalist sistemi içerecek şekilde formüle ederken Troçki de bu yasanın yorumu daha farklıdır. Birincisi, ona göre kapitalist sistem bir bütün olarak ele alınamaz Avrupa’daki kapitalizm ile Asya veya Afrika’daki kapitalizm ayrı olarak ele alınmalıdır. Buradan çıkan sonuç, Avrupa’dan Önce Asya ve Afrika’da bir devrim olanağının reddedilmesidir. Ancak bununla da kalmaz ve Avrupa’da gerçekleşecek bir devrimin de yaşama olanağı bulamayacağını, böyle bir devrimin “tutucu bir Avrupa karşısında tutunabileceğine” inanmanın boş bir çaba olacağını iddia eder. Politik iktidar ele geçirilmiş olsa da sosyal dönüşümleri sağlamak – Avrupa kapitalizmine rağmen- mümkün değildir Troçki’ye göre. bu nedenle devrim uluslararası planda ele alınmalı, öncelikle gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleştirilmelidir. Bu nedenle Troçkizm Marksist literatüre iktidarsızlığın teorisi olarak geçmiştir ve bugün de öyledir.

 

Troçkizm’in bu yönü, yani iktidara karşı çıkma özelliği göz önüne alındığında bugünkü koşullarda üstlendiği misyon biraz daha netlik kazanmaktadır. Çünkü bugün 1991 yenilgisinden yola çıkılarak Ekim Devriminin bir darbe olmaktan ileri gitmediği (sadece politik iktidarın ele geçirildiği), olmaması gerektiği, insanlığın 70 yılı boşa harcadığı vb. vb. görüşler oldukça revaçtadır ve bütün bu görüşlerin temelinde doğrudan Troçkizm vardır. Bu noktada yaşanan yenilgi sonrasında ideolojik- politik platformda bir netlik sağlanmasının yolu salt sivil toplumcularla değil, asıl olarak Troçkizm’le ideolojik-siyasi bir hesaplaşmaya girmek gerekmektedir.

 

Özetlersek, yukarıda da belirttiğimiz gibi 21. Yüzyıl sorunu, bizler açısından yenilgilerimizden dersler çıkarıp mücadelenin geleceğine ilişkin ideolojik-politik bir rota belirleme, bir program oluşturma sorunudur ki bu konuda sarf edilen mesafe az değildir. Ancak burada gözden kaçırmamamız gereken önemli bir olgu var, o da bu yenilgilerin bizim yenilgimiz olduğudur. Bu yenilgi ne sivil toplumcuların ne de Troçkistlerin yenilgisidir. Tam tersine onlar başından beri bizlerin yenilgisi için ideolojik-siyasi boyutta işlevler üstlenen odaklar olmuşlardır ve bu anlamıyla dün ve bugün devrimin, mücadelenin tam karşısında demesek de dışında kalmışlardır. Onlar açısından bizlerin yenilgisi mukadder ve arzulanan bir şeydi ve bugün bu arzularına kavuşmanın sevincini yaşıyorlardı. Bu anlamıyla onlardan öğreneceğimiz bir şey yoktu. Tam tersine onlarla aynı platforma düştüğümüz noktada yenilgimiz devam ediyor demektir. Önümüzde ki süreç sadece burjuvaziyle değil, aynı zamanda bu akımlarla tarihsel ideolojik-siyasal ve örgütsel platformlarda kesin bir hesaplaşma süreci olmak zorundadır. Sürece böyle bir karakter kazandıramadığımız takdirde, gelip geçici, dönemsel yükselişler yaşansa da yenilgi devam ediyor olacaktır.

 

1900’ler Kaybedilmiş midir?

 

Bugün, bir kısım “sol” etiketli çevreler, (sivil toplumcu, Troçkist etkilenmelerden bağımsız ele alamayacağımız bir biçimde) SSCB ve Doğu Avrupa Demokratik Cumhuriyetlerinde yaşanan çöküş, karşı-devrim sürecinden hareket edilerek 20. yüzyılı burjuvazinin-emperyalizmin hanesine yazmakta, bununla da kalmayıp bu yenilgileri temel alarak 21. yüzyılı da hediye edercesine burjuvaziye-emperyalizme teslim adıyorlardı. Ama bugün içinde geçtiğimiz süreç kapitalizmin-emperyalizmin çıkmaz ve çatışmalarıyla öyle olmadığını çok iyi göstermektedir.

 

20. yüzyıl (yani 1900’lü yıllar) kaybedilmiş midir, kaybedilen nedir, neye göre kaybedilmiştir vb. vb. bir çok soru sorulabilir. Ancak bütün bu soruların karşılığı gelip gelip bir noktada düğümlenmektedir. 0 da 1991 yenilgisi, yani SSCB’nin dağılması, Doğu Avrupa Demokratik Cumhuriyetlerinin çöküşü Böyle bir anlayışın sosyalizmi, mücadeleyi, devrim olgusunu kavrayışının önemli sakatlıklar içerdiğini belirtmemiz gerekir.

 

Marksistler açısından ise 20. yüzyıl kaybedilmiş bir yüzyıl değildir. Tam tersine 20. yüzyıl, gerçekleştirilen devrimleriyle, yaşanan sosyalizm deneyimleriyle, emperyalizme karşı sürdürülen ulusal-sosyal kurtuluş mücadeleleriyle insanlık tarihinin en önemli, en aydınlık yüzyılıdır. Bu gerçeği 1991 yenilgisiyle yok saymak, kazanımlarını, deneylerini, oluşturduğu mevzileri görmezden gelmek küçük-burjuvazinin çok kolay alt üst olan ruh halinin bir görüntüsü olmanın dışında tarihe ve bu mücadeleye haksızlık, dahası ihanet anlamını taşır…

 

20. yüzyıl dünya tarihinde ilk kez ezilenleri, sömürülenleri iktidara getiren bir devrimle başlamıştır. Ve bu devrim gerçekleştiği ülkenin sınırlarını aşıp Asya’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Latin Amerika’ya yayılarak yeryüzünün çehresini, yapısını, ilişki ve çelişkilerini bir anda değiştirmiştir. 1917 Ekimi’nde doğan güneş dünyanın tüm ezilenleler için kurtuluşa giden yolu aydınlatmıştır.

 

20. yüzyılda Ekim Devrimi vardır, Çin devrimi vardır, Avrupa’da burjuvazinin tüm iktidarını sallayan devrimci girişimler vardır, Hitler faşizmini tarihin çöplüğüne gönderen Kızıl Ordu ve Partizanlar vardır, oluşumunda ve işleyişindeki tüm eksikliklere karşın Doğu Avrupa Demokratik Cumhuriyetleri vardır, Küba Devrimi vardır. Kore devrimi vardır, Vietnam, Kamboçya halkının mücadelesi ve zaferleri vardır; Latin Amerika’da, Afrika”da Emperyalizmi terleten gerillalar vardır, Ortadoğu’da Filistin gerillaları vardır. ülkemizde Mahir’ler, Deniz’ler, İbo’lar vardır, emperyalizm ve oligarşiyi 12 Eylül cuntasına götüren amansız bir anti-faşist, anti-emperyalist mücadele vardır ve bugünkü olumsuz yönelişine karşın Kürt halkının kendi kimlik mücadelesinde belirleyici bir rol üstlenen Kürt Ulusal Kurtuluş mücadelesi vardır. Ve bugün Rojava devrimiyle bölge ve dünyada umut olan yeni den umudu tutuşturan özgürlük hareketi var.

 

Bu liste daha da uzatılıp ayrıntılandırıla bilinir. Ancak şunu özellikle vurgulamak gerekir, 20. Yüzyıl sömürüye, baskıya, sömürgeciliğe, karşı sürdürülen ulusal-sosyal kurtuluş mücadelelerinin tarihi olmuştur. Birkaç istisna dışında dünyanın hemen her ülkesinde, ezilen halklar şu veya bu düzeydeki örgütlülük ve mücadeleleriyle bu tarihin yaratıcısı ve sahibi olmuşlardır. Ve bu tarih aynı zamanda bütün bu süreç boyunca yaratıcılarını da etkilemiş yeniden biçimlendirmiştir. 20. Yüzyıl tarihi bu anlamda kendi insanını da yaratmıştır.

 

İste bunun için emperyalizm, her türlü aracı kullanarak uyguladığı politikalarla bu insanı değiştirmeye çalışıyor. 20. Yüzyılın yarattığı bilinçli, hak ve özgürlük mücadelesi veren, direnen, örgütlenebilen insanın yerine bilinci körelmiş, düşünmeyen, sorgulamayan, itaat eden, sürünün bir parçası olan “insan”ı oluşturmaya çalıştı/ çalışıyor. Bilim de, teknoloji de bu yönde, kullandılar, kullanılıyor.

 

Bunun kalay olmadığını son on yıl içerisinde emperyalizm de anlamıştır aslında. Bu nedenle acele ediyor, bu nedenle her türlü silahı ve propaganda araçlarıyla halkların üzerine gidiyor, direnme noktası olabilecek odakları bir an önce kontrolü, çizdiği sınırları içine almaya çalışıyor. Ancak yine son on yıl içinde açıkça görülmüştür ki emperyalizmin bu konuda fazla şansı yoktur. Çünkü insan bir kez uyanmış ve örgütlenmiştir, tüm örgütlenmelerini geçici bir süre dağıtsa da onu bir daha uyutmak mümkün değildir, yeniden örgütlenecek, yine direnecek, yine mücadele edecektir. Bu noktada tarihse! Sorumluluk yine Marksist-Leninistlerin omuzlarındadır.

 

21. Yüzyıl Emperyalizmin Yüzyılı mı Olacak?

 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi 20. Yüzyılın kaybedildiğinden hareket eden bir takım görüşler bugün hele belli ölçüde egemendir ve bu solu da etkilemekte, solun 21. Yüzyıla bakışında küçümsenemeyecek bir karamsarlık yaratmaktadır. Asil mücadele araçlarında uzak, tere dutlu tutmamaktır. Mücadelenin geleceğini belirsizleştiren bu karamsarlığın yok edilmesi ertelenemez bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Bu görev ise öncelikle ideolojik- politik bir sağlamlık gerektirmektedir. Solun salt ülkemiz özgülünde değil. dünya ölçüsünde de böyle bir tutarlılıktan yoksun olduğu ise bilinen bir gerçekliktir. Marksist-Leninistlerin yenilginin yıkıcı etkilerinden henüz bütünüyle sıyrılamadığı böyle bir ortamda, yazı içerisinde kabaca değindiğimiz, sapma akımlara gün doğmakta ve kendilerinde Marksizm-Leninizm adına, sosyalizm- komünizm adına konuşma yetkisini görmektedirler.

 

Gerçekten de bugün dünya çapında sosyalizm adına sürdürülen tartışmalara, oluşturulan gündemlere kabaca bir göz attığımızda bu tartışma ve gündemlerde sivil toplumcu ve Troçkizm’in çeşitli varyantlarının belirleyici olduğunu görürüz. Bizim yenilgimizi onlar tartışmakta ve bize akıl vermeye, yenilgimizin nedenlerini bize öğretmeye kalkmaktadırlar. Öncelikle bu alana bir müdahale kaçınılmaz olarak karşımızdadır. Troçkizm de, sivil toplumculuk da sosyalizmin yenilgisi ve inşası tartışmalarından tecrit edilmek zorundadır.

 

Böyle bir görev ağırlıklı olarak uluslararası planda ele alınmalıdır, ancak bu görevin ulusal-yerel boyutları da küçümsenmemelidir.

 

Bu görev nasıl yerine getirilecektir. Elbette ki bu sapma akımların sosyalizm tartışmalarından tecrit edilmesi zorla ve ya onlarla her türlü bağın koparılmasıyla yerine getirilemez. Böyle bir yaklaşım alanı tamamen onlara terk etmekle, bu tartışmalardan kendi kendimizi tecrit etmekle sonuçlanacaktır. Ve bugünkü manzara da aslında budur. Marksist-Leninist olma iddiasını taşıyanların bu gün bu tartışmalar karşısında gösterdiği kayıtsızlık (bu kayıtsızlığın politik bir tercih mi yoksa taşınan yetersizlikler neticesi mi gündeme geldiği ayrı bir tartışma konusudur) meydanın tamamen onlara kalmasıyla sonuçlanmakta ve söyledikleri tüm saçmalıklar Marksizm adına, sosyalizm adına yazılmaktadır. Kitlelerin eninde sonunda doğruları anlayacağı, mücadelenin gelişimiyle gerçeğin ortaya çıkacağı türünden basit ideolojik-politik kendiliğindencilik Marksistler açısından kabul edilemez ideolojide, politikada daha atak ve sonuna kadar giden bir tavrı benimsemek, bu tavrı örgütsel-pratik boyutlarıyla ete kemiğe büründürmek zorundayız.

 

Hemen her ülkede ağır bir yenilgi ortamının egemen olduğu, devrimci örgütlenmelerin ideolojik dağınıklık yaşadığı böyle bir dönemde, bu görev, uluslararası boyutlarıyla önemli engellerle, zorluklarla karşı karşıyadır. Bu nedenle başlangıç açısından kimse büyük gelişmeler beklememeli, sorunların bir anda çözüleceği gibi bir kolaycılığa kapılmamalıdır. Küçük de olsa, basit de olsa bu türden adımların zeminini hazırlama doğrultusunda adımlar atılmalıdır.

 

Devrimci hareket açısından ele alındığında böyle bir görevin ilk adımlarının atılması açısından belli avantajlar sağlamıştır. Birincisi bulunduğumuz bölge bize böylesi bir avantaj sağlamaktadır. Ortadoğu’yu da kapsar bir şekilde Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan bir kuşak bugün emperyalist politikalar açısından stratejik öneme sahip bir alan olma özelliği taşımaktadır ve bu bölgede uzun yılların mücadelesi üzerinde yükselen bir devrimci birikim vardır. Bu birikimin pratikteki yansıması bugün büyük oranda zayıflığı aşmış, ancak doğru politikalarla daha da canlanabilmiştir ve bölgede kısa sürede bir birini kolayca etkileyecek bir potansiyel söz konusudur. Rojava’nin bölge ve dünyada yaratığı canlanma ve buradaki doğru mevzilenen yönelimi net ortaya koymuştur. Bu birikim ve deneyimleri, bu potansiyeli canlı tutmak bölge çapındaki devrimci örgütlenmelerin yaratacağı ideolojik-politik platformların, dayanışmanın, en azından görüş alışverişi ve tartışmaların sağlayacağı yararlar küçümsenmemelidir. Diğer yandan devrimci hareket açısından önemli bir avantaj da 60’lı, 70’li yıllardan itibaren dünya çapında (Latin Amerika’da, Afrika’da, Asya’da vb.) devrimci mücadele sürecinde belirleyici bir rol üstlenmiş anlayışlarla arasında var olan stratejik çizgi boyutundaki yakınlıktır. Sürecin köşe taşlarını oluşturan belli başlı tüm mücadele deneyleriyle politik, örgütsel ve pratik boyutlarda var olan bu yakınlık yaşanan tüm tahribatlara karşın yeni bir şeylerin oluşturulmasında gereken potansiyeli taşımaktadır. Kürt özgürlük hareketiyle girilen stratejik ittifak ve aradaki uçurumun kapatılmış olması önemli bir aşamadır.

 

Bu konuda son bir noktaya daha değinerek olası yanlış anlamaların veya çarpıtmaların önüne geçmek gerekiyor. Bu düşüncemiz ne kendimize yakın gördüklerimizle yeni bir enternasyonal oluşturmayı ne uluslararası alanda, dünya devrimini hedefleyen bir mücadele ve örgütlenme birliğini amaç ediniyor. Sözünü ettiğimiz dönemin koşullarıyla orantılı ve öne çıkan bir takım görevlerin yerine getirilmesiyle ilgili mütevazı bir görev tespitidir. Burada en önemli nokta ise öncelikle ideolojik boyutta sosyalizmin sorunlarını tartışma platformuna Marksistlerin egemenliğini sağlayabilmek, bu alanda varolan burjuva liberal ve sol görünümlü her türlü sapma akımın egemenliğine son vermektir.

 

İnanıyoruz ki böyle bir görev, yaşadığımız dönemin sorunlarını aşma çabası içinde olan tüm devrimci önderlikler açısından da gerekli ve kaçınılmazdır. Sorunun ülkemiz boyutunda ele alınması ise çok daha karmaşık ve zorlu bir süreçten geçmek zorundadır. Çünkü 12 Eylül silindirinin altından geçen sol bugün 40 parçaya bölünmüş olmasının ötesinde kendine olan güvenini ve inanırlığını kaybetmiştir. Kendini yaşatmak dışında herhangi bir önceliğe sahip değildir. Marksist-Leninist iddialı solun düştüğü bu durumdan yararlanan ise yukarıda da vurguladığımız gibi sivil toplumcular ve Troçkistlerdir. Tarihlerinin hiçbir döneminde olmadığı kadar sosyalizm adına söz hakkına sahip olmalarını solun, mücadelenin bugünkü durumundan bağımsız ele alamayız.

 

Mevcut duruma rağmen, uluslararası alanda düşünülenin benzeri bir platform ülkemiz solu içerisinde de oluşturulabilir mi? Bu sorunun cevabını verirken yaşanan deneyimlerin bizlere hatırlattığı olumsuzlukları gözden kaçıramayız. İdeolojiyi değil `güç’ü ön plana alan, devrimin mücadelenin genel sorunlarını değil kendi sorunlarını, var olma kaygısını ön plana alan bir anlayışın giderek sol içinde kökleştiğini görmek gerekiyor. Ancak tüm bu olumsuzluklara karşın yine de umudumuzu ve kararlılığımızı koruduğumuzu belirtmek zorundayız. Marksizm-Leninizm iddiasını sürdüren her kesim bu görevin acili yet ve önemini kavramak zorundadır, kavramadıkları taktirde bugün içinde bulundukları çıkmazın daha da derinleşmesi, şu veya bu yöntemle korudukları varlıklarını ortadan kalkması kaçınılmazdır. Bu konuda attığımız adımlar, çabalar doğru okunmalı.

 

Sonuçta, yukarıda da belirttiğimiz gibi umutlu ve kararlıyız. Marksist-Leninistler olarak yeniden devrimin bayrağını yükseltecek ve 21. Yüzyılı da tıpkı 20. Yüzyıl gibi sosyalizmin kazanç hanesine, hem de silinmemek üzere ekleyeceğiz, Çünkü çok yenildik ve çok şey öğrendik. Öğrendiğimiz en önemli şey ise yeniden ve yeniden yenilmekten korkmamaktır. Yenilgi korkusuyla elimiz ayağımız bağlı insanlığın sürüleştirilmesini, halkların köleleştirilmesini seyredemeyiz ve seyretmeyeceğiz.

 

Emperyalizmin bilimsel-teknolojik gelişmeleri kendi hanesine yazarak bunu egemenliğinin bir aracı haline getirme çabası ise hiç kimseyi aldatmamalı. Emperyalizm bilgi toplumu yaratmamıştır, emperyalizm bugün dün olduğundan daha fazla bir şekilde bilgiyi de kendi denetimine almış ve onu metalaştırmıştır. Bilgi toplumu denilen de bilginin emperyalizmin politikalarına hizmet edecek şekilde paketlenip çeşitli araçlarla satışa sunulmasıdır. Metalaştırılan bu bilgi ise insanı yönetmenin, emeğine alın terine biraz daha fazla el koyabilmenin bir aracından başka bir şey değildir. Bugün tüm iletişim araçları (televizyon, gazeteler, internet vb.) bu amaca hizmet eden ticaret araçlarıdır, dahası propaganda araçlarıdır.

 

Bilim ve teknoloji bugün diğer bir yönüyle denetim, sindirme ve tehdit amaçlı olarak kullanılmaktadır. Siyasal yaşamda teknolojiyi kitleleri denetleyip yönetmenin bir aracı haline getiren emperyalizm ekonomik boyutta ise teknolojik gelişmeleri bir tehdit aracı olarak kullanmaktadır·. Kol gücünün yerine robotları geliştirme böylesine bir tehdittir ve bu tehdidi, ekonomik-siyasal sonuçlarını hesaplayamayan bir kısım çevreler de buradan yola çıkarak işçi sınıfının giderek yok olduğunu, olacağını, Marks’ın öngördüğü komünizm aşamasının (işçi sınıfının kendi kendini yok etmesi) gündemde olduğunu vb. vb. ileri sürmektedirler. Ancak bunları iddia edenler çok temel bir gerçeği unutuyorlar, Kapitalizm üretimi değil karı düşünür, Kar ise bir piyasa mekanizmasını gerekli kılar. Arz-talep mekanizması işleyen piyasadan talebi çektiğinizde piyasa da kalmaz, kar da. Bu noktada, bugünkü tekniğin ve olanakların elverip vermemesinden bağımsız olarak istenildiğinde bütün işyerlerinde robotlaşmaya geçme olanağının var olduğunu düşünsek bile kapitalizm bunu yapamaz, çünkü bunu yaptığı taktirde kendi temelini yok eder. İşsizliğin yaratacağı siyasal-toplumsal sorunları göze alamamak bir yana, mallarını sunacağı bir pazarın ortadan kalkması bile kapitalizmi böyle bir yolu izlemekten alıkoyacaktır. Bu noktada kapitalistler öteden beri izledikleri yöntemi izlemeye devam edeceklerdir. Bu ise karı azaltan, pazarı daraltan, teknolojik gelişmelerin yine raflarda tutulması ve diğer yandan da emeğin pazarlık gücünü azaltacak, bu güce darbe vuracak ölçülerde işsizliğin belli sınırlarda korunup bir koz olarak tutulması. Kapitalizmin başka da yolu yoktur ve bugün emeklilik yaşı üzerine tüm dünyada sürdürülen tartışmalar bu politikanın bir biçimidir. Kapitalizm bir yandan işsizliği belli sınırlarda tutarken diğer yandan da emek gücünü sonuna kadar ve tüm tecrübesiyle kullanmak, kar ve verimliliğini arttırmak istemektedir.

 

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: 21 yüzyıl da emek ile sermaye arasında keskin mücadelelere sahne olacaktır ve biz bu mücadelelerde daha şanslıyız, daha tecrübeliyiz. 20. Yüzyılı 19. Yüzyılın tecrübe ve birikimiyle kazanmıştık. 21. Yüzyılın kazanılmasında da geçen yüzyıldaki zafer ve yenilgilerimizden çıkartacağımız dersler en önemli silahımız olacaktır. Yeter ki yenilgilerde, yalpalamalarda yaşanan savrulmalarda ortaya çıkan anti M-L anlayış ve oluşan statülerden sıyrılmasını becerelim…

 

Bitmedi daha yeni başlıyoruz ve hele örgütlüyüz ve mücadele ediyoruz…

 

2000 yılı tartışmalarına belli yönleriyle geçen sayımızda değinmiştik. Bu tartışmaların belirleyici özelliği ise, hemen her kesimin 2000’li yılları kendileri açısından yeni bir dönemin başlangıcı, yeni bir döneme girişin simgesi olarak kavraması ve o şekilde tanımlamaya çalışmasıdır. Özetlersek hemen herkes beyaz bir sayfa açarak 21. Yüzyılla giridı, girdiğini iddia etti. Çünkü “moda” olan beyaz sayfa açmaktı!

 

Bu “moda”ya uygun hareket etmenin anlamı nedir, önce bu noktaya biraz değinmemiz gerekiyor. Çünkü “yeni bir sayfa açmak”, ilk bakışta hata ve eksiklikleri görme, bunlardan arınmış bir gelecek oluşturma çabası olarak anlaşılan ve bu noktada çekici bir kavram olarak karşımıza çıkarılıyor. Gerçekten öyle mi? Yeni bir sayfa açmak, gerçekten geçmişin hata ve eksiklerinden arınmış bir gelecek çabası mı, yoksa güncel gereksinimlerle biçimlenen burjuva politikacılığının basit bir taktik manevrası mı?

 

Bu “moda”nın özünü oluşturan geçmişin değerlendirilmesi değil, geçmişin karalanıp bir kenara atılması, yok sayılmasıdır. Geçmişin, tarihin tamamının silindiği, unutulduğu böyle bir çaba, doğaldır ki “yeni bir gelecek kurma” pratiği olarak biçimlenip gelişemez ve öyle de anlaşılmaz.

 

Diğer yandan bu “moda”yı burjuva politikacılığının bir taktiği olarak ele almak temelde doğru olsa da bunu basit, dönemsel bir taktik olarak görmek derin yanılgılara yol açacak bir yüzeysellik olmuştur. Çünkü karşımızda Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Deniz Baykal, sonra Erdoğan, Kılıçtaroğlu vb. burjuva politikacılarının hemen her gün bir yenisini açtığı “beyaz sayfa”ların ötesinde ele alınması gereken ideolojik-felsefi boyutlara sahip bir sorun vardır. Bu soruna bir ad koymak gerekirse, kısaca “postmodernizm” diyebiliriz.

 

“Postmodernizm” üzerinde durmak gerekiyor, o koşullarda bu kavram tek başına bir ideolojik sistem ve ya felsefi akımı simgelemesine karşın, insanlığın yarattığı tüm düşünsel-toplumsal (ideolojik, politika, tarihi, ahlaki, gelenek vb. vb.) değerlerin inkarına, bilimsellik, toplumsallık karşıtlığına sinen, savunucularının bile çerçevesini çizemediği bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Bakış açısı, yöntem olarak tanımlanamayan, ne olduğu belirsiz, biçimsiz, anarşist bir yıkıcılıkla, bencil bir keyfilikle kendini yaşamın her alanında inşa eden parçalayıcı bir anti-kültür olarak tanımlamak mümkün “postmodernizm” denilen olguyu.

 

Kelime olarak “Modernizm sonrası, modernizmin aşılması” anlamına gelen “Postmodernizm olgusunu birkaç yazıda ele almak elbette ki mümkün değil. Ancak kısaca da olsa üzerinde durmak zorundayız, çünkü bugün bir “bunalım söylemi”(!) olarak her alanda karşımıza çıkan bu kavram sınıflar mücadelesi alanında yaşanan “bunalım”ın da söylemsel dinamiklerden birini, belki de temel olanını oluşturuyor. Dahası “postmodernizm söylem”hiçbir yerde olmadığı ölçüde sosyalist söyleme sizmiş, hiçbir kesimde yaratmadığı dağıtıcı, parçalayıcı etkisini sosyalist saflarda yaratmıştır. Ve bu dağıtma-parçalama salt örgütsel boyutlarıyla değildir, örgütsel boyutta ortaya çıkan olumsuzluklar, bir anlamda ideolojik-politik boyutta yaratılan parçalanma-dağılmanın sonuçlarından biridir.

 

Özünde idealist düşüncenin yüzyıllardır ileri sürülen tezlerinin eklektik bir biçimde yeniden kurgulanmasından başka bir şey olmayan postmodernizm, Marksist düşünce içerisine nasıl sızmıştır ve burada yuvalanıp Marksizm’in bütünselliğini tehdit eder hale gelebilmiştir? Bu sorunun kısmi bir cevabı postmodernist düşüncenin oluşum sürecidir. Özünde postmodernizm bir tepki, kapitalizme tepkinin ürünüdür. Kapitalist sistemin insanı ezen, kişiliksizleştiren kendine, emeğine yabancılaştıran ekonomik, siyasal ve sosyal yapısına bir tepkidir. Kendini bir özgürlük arayışı olarak ortaya koymuştur. Başlangıçta edebiyatta sonrasında ise (1970’lerde) mimarlık alanında ortaya çıkmıştır. Ve ideolojik politik arenadaki etkisi de asıl olarak bundan sonra biçimlenmiştir. İdeolojik politik alana sıçradığı zaman (1980’ler) belirliyici özelliğinin dünya çapında sosyalistler açısından bir gerileme ve yenilgi süreci olması dikkat etmemiz gereken en önemli olgudur.

 

Postmodernizm akla karşı, bilime karşı, tarihe karşı, bir bütün olarak gerçeğe karşı “özgürlüğü” savunur. Özgürlük kelimesi ise diyalektiğin yüzeysel kavrandığı bir bilinç oluşumu açısından oldukça çekici bir kelimedir. Özgürlük-zorunluluk diyalektiğin kavranmadığı noktada, özgürlük, tek başına her yöne çekilebilen içi boş, soyut bir kelimedir. Ancak postmodernizm Marksist düşünceye özgürlük kelimesiyle sızmıştır. Asıl sızma “birey” kelimesiyle gerçekleşmiştir. İnsanlığın yaratığı tüm değerlere karşı olan postmodernizm har şeyin temeline “birey”i yerleştirmiştir. Bu birey bizim anladığımız anlamda “içinde yaşadığı toplumsal yapının biçimlendirdiği” bir birey değil, her şeyden ayrı, tek başına belli özelliklere sahip bir merkezdir. Özgürlük işte bu birey çerçevesinde ele alınıp kavranan ve anlam kazanan bir olgudur. Marksist düşünceye postmodernizmin sızması işte bu birey kavramıyla olmuştur. Yenilginin ezdiği, yalnızlaştırdığı birey özgürlük arayışını, ideolojiden politikadan, bilimden, toplumdan, ahlaktan vb. vb. her türlü değerlerden kopuş yaşayarak kendinde aramaya, kendinde gerçekleştirmeye başlamıştır. Postmodernizm böylesine bireylerden oluşmuş verimli bir tarlaya, sosyalizmin gerileme, yenilgi yıllarında sahip olabilmiştir.

 

Yukarıda belirttiğimiz gibi sorunun (postmodernist söylemin Marksist düşünce sistemine nasıl sızdığı) kısmi bir cevabı bu şekilde özetlenebilinir. Sorunun diğer ve bizim açımızdan belirleyici olan cevabı ise Marksist-sosyalist iddialı saflarda var olan (önderlik düzeyinde) ideolojik politik zayıflıktır. Postmodernizm dahil bütün sapkın söylemler bu zayıflığın yarattığı gediklerden sızmıştır. İdeolojik politik, örgütsel zayıflıkların ortaya çıkardığı gerileme, yenilgi dönemleri bu türden sızmalar açısından oldukça uygun zeminler oluşmuştur. Devrimler tarihi Marksist önderliklerin gerileme, yenilgi dönemlerinde bu zayıflıkların yaratığı gedikleri fark edip süratle onardıklarına tanıktır. Bugün ise farklı bir durum söz konusu, gedikleri onarıp Marksist düşünce ve pratiği netleştirmek ve yenilgi sürecine tüm boyutlarıyla son vermek çabasına girişmek bir yana, yenilgiler kurumlaştırılıyor, ideolojik politik boyutta meşrulaştırılıyor. Bunun anlamı ise her türlü sapkın söylemin, düşünce akımının giderek artan bir şekilde Marksist düşünce sistemine sızmasıdır. Bugün itibariyle bakıldığında ise sızmanın boyutu ürkütücüdür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu yazı, postmodernizmi bütün boyutlarıyla elle almayı hedefleyen felsefi bir yazı olma iddiasına sahip değildir. Bu yazıda dönemin en temel görevlerinin kavranmasına dahi engel olan, kafa karıştıran bazı noktalara değinmekle yetinmek durumundayız. Ancak bu türden sızmalara karşı ideolojik mücadele sürekliliğe sahip olmak zorundadır ve yaşamın tüm alanlarını kapsamalıdır. Bu noktada onurunu, kalemini ve beynini satmamış aydın-sanatçılarımıza da büyük görevler düştüğü kanısındayız. Postmodernizm Marksist ideoloji ve politikaya sızarken çoğu kez aydın-sanatçı kesiminin zayıflıklarından yararlandı ve bir anlamda birçok dar geçitten onların sırtında geçti, ayak izleri hala belirgin. Bu izleri silmede aydın ve sanatçılarımızın çabası, yaşamın-mücadelenin her alanıyla somut bağlarını kuran bir çerçevede ve her geçen gün daha da yoğunlaşarak ortak bir program temelinde gelişmek durumundadır.

 

Postmodernizm İdeolojik-Politika Karşıtlığı Sınıflar Mücadelesi Karşıtlığıdır

 

Postmodernizm deyince ilk akla gelen söylem “ideolojilerin sonu”dur. Sovyetlerin dağılmasıyla öne çıkarılan bu belirleme çarpık bilinç şekillenmesi anlamında bir “ideoloji”nin sonunu değil, doğrudan şu veya bu eksiğiyle Sovyetler somutunda gerçekleştirilmeye çalıştırılan Marksist ideolojinin sonunu müjdeliyordu. Bu, doğrudan emperyalist sisteme hitap eden bir müjdeydi.

 

Kapitalizme ve yarattıklarına bir tepki olarak doğup sonuçta kapitalizmin ekonomik siyasi yapısına dokunmadan anti-Marksist bir akım haline gelen Postmodernizmin Marksizm düşmanlığının kaynağında onun bilime ve bilgiye düşmanlığı vardır. Bütün bilimleri insanları yanıltıcı, yönlendirici ve kullanan birer ideolojik formasyon olarak değerlendiren postmodernizmin toplum bilimlerine bakışı da bu anti-bilimsel özelliğini korur doğal olarak. Bilimin zaman düştüğü yanılgılardan, sonuçsuz girişimlerden ve kısmi yavaşlığından karamsarlığın yarattığı bir güvensizlik duygusunun sonucu olarak yorumlayabileceğimiz bu anti-bilimsel yaklaşımın temelinde nesnel gerçeğin inkarı, bilinemeyeceği ve temsil edilemeyeceği, yeniden kurulamayacağı anlayışı vardır. Marksizm ise nesne! gerçeği; kavranabilir ve somut bir olgu olarak ele alan; bu nesnel gerçeğin determinist-volantarist bir diyalektik içinde bilimsel yöntemlerle geliştirilip yeniden kurulabileceği olarak ortaya koyan ve bütün bunların yöntemsel çerçevesini çizen bir bilim olması nedeniyle Postmodernizmin (ve tabi ki emperyalist-kapitalist sistemin) bütün tezlerini boşa çıkaran bir işleve sahip olmuştur, Özellikle toplumsal bilimler alanında bu durum devrimler ve sosyalizm deneyleriyle kanıtlanmıştır. Bizler açısından önemli dersler çıkarmamız gereken, ağır da olsa geçici olarak görmemiz gereken 91 yenilgisi emperyalistler ve postmodernist sapkınlıklar tarafından kendilerini doğrulayan bir kanıt haline getirilmek istenmiştir. Bu nedenle doğrudan Marksizm’i hedefler tarzda “ideolojilerin sonu” ilan edilmiştir.

 

Bunun anlam ve amacı açıktır. Amaç, Marksist ideoloji nezdinde sınıflar mücadelesinin bilimsel temelini ortadan kaldırmaktır. Postmodernizm, Modernizm adı altında kapitalist sisteme yönelik tepkileri bireyselleşmenin, yabancılaşmanın derinleşmesine hizmet eder şekilde parçalayıp etkisizleştirirken Marksizm kapitalizmi bütün yönleriyle çözümlemiş, her şeyi metalaştıran, kendine yabancılaştıran kapitalist sistemin gerçek alternatifini ve kaçınılmaz sonunu, Komünizmi insanlığın doğal-gerçek toplumsal sistemi olarak bir hedef haline getirmiştir. Bu hedefe varmanın yolu sınıflar mücadelesinin yükseltilmesinden, bu doğrultuda örgütlenip mücadele etmekten geçiyordu. Bütün bir 20. Yüzyıl insanlığın bu hedefe ulaşma mücadelesinin tarihi olarak biçimlenirken emperyalist- kapitalist sistemin temel amacı insanları böyle bir hedeften uzaklaştırmak, bu hedefin gerçek olmadığını, hayal olduğunu kanıtlayabilmekti. Postmodernizm, amaçsızlığı, hedefsizliği öngören, bunalımlı söylemi ile kapitalizmin eleştirisi iddiasıyla başladığı yolculuğunda emperyalist-kapitalist sistemin ideolojik bir silahı haline gelmiştir. Gündeme girişi ise yukarıda da vurguladığımız gibi ağır bir yenilginin yaşandığı dönem olmuştur.

 

Kabaca özetlersek, postmodernist söylem, güvenilecek bir bilim, inanılacak bir değer, uğrunda mücadele edilecek bir hedef kabul etmemekte, gelecek diye bir sorunu tanımamakta sadece günün ve “kendi”nin yaşanmasını önermektedir. Her türlü bilimden, değerden, ideolojiden soyutladığı, kendisi dahil her şeye güvensiz, şizofrenik düzeyde kendine ve topluma yabancılaşmış, hiçbir sorumluluk taşımayan, apolitik bir birey bırakmaktadır geride.

 

İlginç olan da postmodernist söylemin kapitalist ekonominin sistem ve işleyişi üzerine tek bir eleştirisinin olmamasıdır. Doğaldır ki bir alternatifi de yoktur. Ki bu söylemde alternatif sunma, bu doğrultuda belirlemeler-ilkeler ortaya koyma türünden bir mantık da yoktur zaten (her türlü ilkeye, kesinliğe ve belirlemeye karşıdır). Onun bütün derdi karşısında varolan bireydir. Bu bireyin nasıl yaratıldığı, içinde bulunduğu koşullar, tarihsel süreci vb. vb. onu hiç ilgilendirmemekte; onun açısından hiçbir şey ifade etmemektedir.

 

“Tarihin Sonu”nu İlan Eden Postmodernist Söylem, Geleceği Yok Etmeyi Hedefliyordu.

 

Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte postmodernist söylemin yüksek sesle dile getirdiği kehanetlerden biri de “Tarihin sonu”dur. Ve tıpkı ideolojilerin bitişinde olduğu gibi burada da sonu iddia edilen Marksist anlamda tarihin kavranışıdır. Tarihsel materyalizm, tarihi sınıflar mücadelesi tarihi olarak tanımlar ve öyle ele alıp biçimlendirir. Marksizm’de tarihin ele alması, anlatım-öyküleme düzeyinde bir ele alış değildir. Tarih bir bilim olarak ele alınır ve belli verilerden, somut ekonomik-siyasal olgulardan yola çıkılarak biçimlendirilir. Biçimlendirilir diyoruz, çünkü Marksist tarih anlayışı salt geçmişin (bilimsel temelde de olsa) yeniden yazılması değildir. Marksist tarih anlayışı aynı zamanda geleceğin de yazılmasıdır. Yani bu tarih anlayışı sahip olduğu bilimsel yöntemle geleceğin nasıl biçimleneceğini de kaba hatlarıyla çizer. Kapitalist sistemin yıkılarak sosyalist-komünist topluma varılması Marksist tarih anlayışının bilimsel yöntemlerle ulaştığı bir sonuçtur ve bir önceki başlıkta da vurguladığımız gibi 20. Yüzyıl boyunca yaşanan devrimler ve sosyalizm deneyleri, tüm eksikliklerine, başarısızlıklarına karşın bu anlayışın bilimselliğini ortaya koymuştur.

 

Emperyalist-kapitalist sistem ve savunucuları, bütün bir yüzyıl boyunca bu geleceğin (tarihin) korkusuyla yaşamışlardır. Ve Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte yükselttikleri; “tarih bitti” çığlıkları aslında bu geleceğin ürkütücü baskısından bir an için kurtulmalarının, boş da olsa ilelebet yaşayacakları türünden bir hayale kapılmalarının sonucunda duydukları çılgınca sevincin ürünüdür. Ancak bizler açısından önemli olan onların bu boş hayaller ve sevinç çığlıkları değildir. Burada çok daha önemli bir olgu var, o da çarpık bir tarih anlayışının bilinçlere yerleştirilmeye, daha açık deyişle tarihin ve dolayısıyla geleceğin yok edilmeye çalışılmasıdır.

 

Burada postmodernist söylemin tarihe yaklaşım, ele alış biçimine değinmemiz gerekiyor. Kabaca ifade edersek bu söylemde tarih diye bir olgu yoktur. Yaşanan, biten ve herkesin anlatımıyla (ne kadar çelişkili olursa olsun) kabul edilmesi gereken, gerçekten de “tarih” olan bir tarih vardır bu söylemde. Tarih sadece değişik kişilerin çeşitli zamanlarda yazdıkları birer metin parçasıdır ve okunup geçilecektir. Burada gerçek arayışı, gerçeği bulma ve o gerçeği geleceğe ilişkin yeniden kurma çabası mümkün değildir ve kabul edilemez de… “Dün dündür, bugün bugündür” anlayışının felsefi kavramlarla maskelenmesinden başka bit şey olmayan bu anlayışın temelinde yine nesnel gerçeğin bilinip tanınamayacağı ve yeniden kurulamayacağı vardır. Tarihi yaşayanlar, o tarihi yaşadıkları biçimde yaşamış ve yazmışlardır, bizim görevimiz bu yazılanların ardındaki gerçeği araştırmak gibi boş bir çabaya girişmek değil, bu yazılanları okumak, yorumlamaktır. Bu yazılanlar metin olarak, söylenenler düzeyinde karşılaştırılabilir, ne demek istedikleri kavranmaya çalışılabilir, ancak gerçek ve doğrulukları noktasında bir karşılaştırmaya gidilemez. Bütün bu söylenenler tarihtir, başka gerçek aramaya gerek yoktur. Her şey bir dil oyunu çerçevesinde ele alınmakta ve eldeki tarih yazımlarının okunması ve yorumuyla yetinilmektedir. Yorumlarla bir sonuca ulaşma, gerçeğe uygun biçimde yeniden kurma çabası ise yukarıda da vurguladığımız gibi postmodernist söylemin mantığına aykırıdır.

 

Geçmişin karanlıklara gömülmesi anlamına gelen bu anlayışın doğal sonucu bu geleceğin de karanlıklara gömülmesidir tabi ki ve amaç da odur zaten.

 

Postmodernizmin Bireyin, Örgütlü, Toplumsallaşmış İnsanın Yok Edilmesidir.

 

Postmodernizmin bireyi temel alarak insanlığın tüm değerlerine karşı çıktığını yukarıda da belirtmiştik. Ancak bu birey üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor, çünkü postmodenizmin yaratmaya çalıştığı bu birey “özgür” bir birey olmanın ötesinde kendinden ve toplumdan soyutlanmış, kendi bunalımını özgürce yaşayan, herhangi bir sorumluluğu, ahlakı, değeri bulunmayan “atomist” bir bireydir. Kapitalizmin insanı kendine yabancılaştıran ekonomik-siyasal-sosyal sistemi açısından en uygun, en ideal birey anlayışı bir yerde kapitalizmin dayattığı yaşam ve ilişki biçimini eleştiriyle yola çıkan postmodernist anlayışta ifadesini bulmuştur.

 

Çok ilginçtir, ancak, postmodernist eleştirinin yola çıkış noktası da yabancılaşma kavramıdır. Ancak bu söylemin yabancılaşma kavramına yüklediği anlam, Marksist yabancılaşma kuramıyla ilgisi olmayan bir içeriğe sahiptir. Marksist yabancılaşma kuramında temel eleştiri kapitalizmin insanı kendi nesnel gerçeğinden koparması iken, postmodernist söylem insanın nesnel gerçeğinin olamayacağından yola çıkan bir yabancılaşma “teorisi” oluşturur. Marksizm yabancılaşmaya karşı bilgi ve bilinci, toplumsal görevleri, üretimi, yaratmayı, yeniden kurmayı, bu doğrultuda örgütlenme ve mücadeleyi öne çıkarırken, postmodernizm toplumdan kopuşu, her türlü örgütlülükten uzak durmayı, sadece ve sadece kendini yaşamayı öne çıkarır. Postmodernizmde söz konusu olan yabancılaşma, bireyin varolan haline yabancılaşmasıdır. Birey, var olan haliyle kutsallaştırılmakta, dokunulması, insanın evrensel özü doğrultusunda da olsa eğitilip biçimlendirilmesi kabul edilmemektedir (ki nesnel bir gerçeklik olarak insanın evrensel özünün olacağı da reddedilmektedir zaten). Bütün bunlar bireye dıştan müdahaledir ve onu yabancılaştırmaktadır. Kapitalist yaşam tarzının bir takım yönlerinin yüzeysel ele alınışından yola çıkılarak oluşturulan bu yabancılaşma kavramında kapitalizmin sistem olarak eleştirilmesi yoktur. Birey ve onun dışındakiler vardır, bu dıştakilerin hangi ekonomik-sosyal ilişkilerin ürünü olduğunun hiç önemi yoktur.

 

Doğal olarak bu postmodernist eleştiri de yenilgi dönemiyle birlikte asıl hedefine, Marksist düşünce ve pratiğe yönelme olanağı bulmuş; sosyalist inşa deneyleri, devrimci örgütlenme biçim ve ilkeleri bireyin yabancılaştırılmasında temel faktörler olarak bu eleştirinin hedefi olmuşlardır. Burada ayrı ayrı ele almamız gereken ve bizleri, devrimci mücadeleyi oldukça yakından ilgilendiren iki nokta var, birincisi örgütlenmenin öncülük misyonu, ikincisi ise örgütlenmenin kolektif niteliği. Postmodernist söylem bireyin özgürlüğü adı altında her ikisini de reddeder çünkü.

 

Başlangıçta da belirttiğimiz gibi postmodernist söylem bilimi ve bilimin biçimlendirip insana sunduğu bilgiyi reddeder. Çünkü bilim de yanılmakta, her zaman doğruyu söylememektedir (ve yan bir eleştiri olarak bilimin devletin tekeli altında olması, bir yönlendirici olarak kullanılması), bu noktada bilimsel üretim ve onun sonucu olarak bize sunulan “bilgi” kuşkuyla karşılanmalıdır. Bilimin ve bilginin inanılırlığını, güvenilirliğini yitirdiği noktada bilim adamlarına ve daha bilgili insanlara karşı bir kuşku olması da kaçınılmazdır. Sorunun püf noktası da burada zaten, Postmodernist söyleme göre bilimin her zaman kuşku duyulması gereken sonuçlarını diğerlerine göre daha iyi bildiğini iddia edenlerin oluşturduğu bir takım kurumlar (partiler, örgütler) bu güvenilmez, doğrulukları kanıtlanamayan ve kanıtlanamayacak olan bilgi sayesinde insanları yönetmekte. Onları belli bir kalıba ve sonucu belirsiz Maceralara (devrim vb.) sürüklemektedir. İnsan daha bilgili insanların, kurumların yönlendirmesine ihtiyaç duymadan kendini yönetmeli ve hayal kırıklıklarıyla, yenilgilerle sonuçlanacak maceralara atılmamalıdır.

 

Kabaca bu şekilde anlaşılır biçimde özetleyebileceğimiz bu görüşlerin hedefi öncülük misyonunun, bizler özgülünde proletarya partisinin, proletarya diktatörlüğünün reddedilmesidir, boşa çıkarılmasıdır. Örgütün, öncülüğün reddedildiği bu düşünce tarzı karşısında doğal olarak ne parti, ne kadro ne de profesyonellik tartışılabilir, çünkü aydın misyonunun da, bilinç taşıma ve örgütlenme gerekliğinin de zemini yoktur bu tartışmada.

 

İkinci nokta ise örgütlenmede kolektivizm anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Örgütlenme düşüncesine karşı çıkan postmodernizm bu düşüncesini örgütlenmelerin misyonları (öncülük-yönetme), yapısı, ilke ve kuralları ve de işleyişiyle bireyin özgürlüğünü yok eden kurumlardır, bu nedenle insanın özgürlüğü yalnızlığı ile mümkündür. Görüldüğü gibi örgütlenme gerekliliğini baştan reddeden postmodernist söylem bununla da kalmayıp tezini güçlendirmek için örgütlenmenin birey ve özgürlük açısından yarattığı tehlikeleri daha da ayrıntılandırmaktadır. Bütün bu söylenenlerin amaç ve hedefi de bu ayrıntıda ortaya çıkıyor. Postmodernizmin hedefi devrimci örgütlenmelerdir, devrimci mücadeledir.

 

Daha önce de vurguladığımız gibi postmodernist bireyci anlayışın etkisini en fazla gösterdiği ve diğer çarpıklıkların da kolayca sızmasına öncülük ettiği nokta örgütsel boyutta olmuştur ve tüm devrimci örgütlenmeler bireysel özgürlükler noktasında sorgulanmış, mahkum edilmiştir. İlginç olan da en radikal özeleştirilerin bu noktada ortaya çıkmasıdır.

 

Gerçekten öyle midir? Marksist-Leninist örgütlenme anlayışı bireyi boğan, ezen, kendine yabancılaştıran bir içeriğe sahipmidir. Herkes bu soruya Marksist-Leninist örgüt anlayışı ve pratiği doğrultusunda cevap veriyor, ancak kimse sonuçları kendi anlayışı ile sınırlı tutmuyor. Genel eğilim kendi anlayış ve pratiğinden çıkarılan sonuçların Marksist-Leninist örgüt anlayışına mal edilmesidir. En hafif haliyle kolaycılık olarak yorumlanacak bu tavırlar karşısında, kısaca da olsa belli noktaları vurgulamak gerekiyor.

 

Birincisi Marksist-Leninist örgütlenme insanı kendine, emeğine, düşüncesine ve çevresine yabancılaşmaktan kurtaracak, gerçek anlamda özgürleşmesini sağlayacak bir toplumsa yaşam-sistem oluşturabilmenin aracıdır. Ve bu araç her yönüyle amaca uygun olmak zorundadır. Amaca uygunluğu sağlayacak temel olgu ise kollektivitedir. Marksist-Leninist örgütlenmelerin biçim ve işleyişini belirleyen ilkeler bu olgu temelinde oluşturulmuştur. Bu kimsenin reddedemeyeceği bir gerçektir. Bu kolektivitenin işlerliğini sağlayacak ilkelerin doğru belirlenememesi, işletilememesi M-L örgütlenmeleri şu veya bu düzeyde farklılıklar taşısa da, sonuçta burjuva, küçük-burjuva örgütlenmeler durumuna getirecektir. Böyle bir olumsuzluk ise M-L örgüt anlayışına mal edilememeli, ilkeler ve kavramlar dejenere edilmemelidir. Bu noktada en çok dejenere edilen olgu ise bilindiği gibi demokratik-merkeziyetçilik ilkesidir. Bu ilk M-L örgütlenmelerde kolektivizmin temeli ve şartı olmasına karşın hedef haline getirilmiştir. Hem de kolektivizm adına…

 

İkinci olarak ele alınması gereken nokta, yabancılaşmanın doğrudan örgütlenmenin, örgütsel işleyişin bir sonucu olarak görülmesidir. M-L örgütsel işleyiş ve bu doğrultuda saptanan ilkeler her şeyden önce tüm insanların katılımını ve üretimini temel almıştır, hedef budur. İlkelerin kavranmadığı ve uygulanmadığı noktada insanların örgüte ve örgütün de insanlara yabancılaşması kaçınılmazdır. Bundan sonra söz konusu olan kolektivizm değil, emir-komutadır. Burada yapılması gereken M-L örgüt anlayışının evrensel ilkelerini hedef-suçlu göstermek değil, bu ilkelerin ne derece kavranıp uygulandığını ortaya çıkarmaktır.

 

Özetlersek bugün örgütsel planda birçoğunun oldukça kolaycı biçimde örgütlenmeyi, ilkeli- kurallı olmayı yargıladığı bir dönemdeyiz ve bizlere düşen görev bu modanın kolaycılığına kendimizi kaptırmak değil, tam tersine örgütlenmeyi, ilkeli-kurallı çalışmayı daha bir kararlılıkla savunmaktır. İçinde bulunduğumuz yabancılaşma asıl olarak burada ortaya çıkıyor. Devrime, örgüte ve sonuçta insanlığımıza yabancılaşıyoruz. Oysa düzenin, sistemin bize sunduğu “birey” olmaya karşı yabancılaşmalı, o kimliğin tüm özelliklerinden süratle sıyrılmalıyız.

 

Kısaca buraya kadar ifade ettiklerimizi toparlamaya çalışırsak, bugün karşımızda her şeyi reddeden, her türlü değeri ayaklar altına alan, piyasa dışında hiçbir otorite tanımayan, bireyi emperyalist-kapitalist sistemin çarpıklaştırdığı biçimiyle kutsallaştıran, kendi dünyasına kapanmayı özgürlük olarak sunan bir söylem ile karşı karşıyayız. Ve bu söylem en büyük etkisini sol içerisinde yaratıyor. Kendimiz de dahil çevremizi, solu bu bilinçle çok iyi tahlil edebilmeli, bütün bu etkileri silme doğrultusunda bilincimizi, kavrayışımızı, bilgimizi güçlendirme, pratiğimizi geliştirme doğrultusunda daha inatçı ve kararlı olmak zorundayız.

 

Bir felsefe olarak çerçevesi çizilemeyen, materyalist anlayışın defalarca iç yüzünü ortaya çıkardığı metafizik anlayışların değişik tarihsel versiyonlarının bir bileşkesi var karşımızda. Postmodernizm denilen ve insanı tarihiyle, değerleriyle aşağılayan bu söylemle, daha önce de değişik biçimlenmeler altında karşılaştık ve yaşamın her alanında yürüttüğümüz örgütlü mücadele ile etkisizleştirip tarihten sildik. Bugün değişik maskelerle yine karşımızda, ancak sonu farklı olmayacaktır.

 

Sol, on yıllardır Kapalı Devre Statülerle Kendini Oyalıyor

 

Sol saflarda yaratılan statülerin ve depolitizasyona hizmet eden anlayışların, mücadelenin kitleselleşmesine, kitlelerin politikleştirilmesine engel teşkil ettiği bilinmektedir. Elli yıl boyunca, burjuvazinin demokrasi manevraları içerisine sıkışıp yasallaşmak uğruna çaba sarf eden reformist sol, düzenin statükolarını soldan takviye etmiştir. Kendi sağındaki güçlere bel bağlayan, burjuvazinin icazetine sığınan solun, düzenin statüleri ile sorununun olmayacağı açıktır. Bu şekilde siyasi arenaya giren, uzlaşmayı ve düzenle kurumlaşmayı savunan güçlerin, düzenin ekonomik-politik istikrarı ile birlikte objektif olarak düzenin statülerine de bağlı olacağını tartışmak bile gereksizdir.

 

Provokasyona gelmemek teorilerinin köklerini burada bulabiliriz. Düzenin kurumlarıyla uyumlu bir çalışma içerisinde olan reformist, revizyonist sol, liberaller düzenin statülerini sarsan her türlü radikal çıkışa ve kitlesel hareketliliğe, burjuvazinin ağzıyla karşı çıkmıştır. Onlar için yasal, barışçıl çalışmanın, düzeni reformlarla yavaş yavaş dönüştürmenin dışındaki devrimci tüm çıkışlar, anarşizm, terörizm, provokatif çıkışlardır! Yıllarca silahlı mücadele kaçkını güçler, düzenin statülerini sarsan, kitleleri devrim ve iktidar perspektifiyle harekete geçirmek için bütün mücadele ve örgüt biçimlerini yaratıcı bir tarzda ülke somutuna uygulaya çalışan ML’leri karalamakta oligarşinin sözcüleriyle adeta yarış etmişlerdir.

 

Bunlardan hiç de farklı düşünmeyen ve demokrat geçinen burjuva ve küçük burjuva aydınları da, devrimci mücadele araçlarıyla, kitleleri sınıf mücadelesine katmada azımsanmayacak yol alan devrimci güçlerin yaptığı eylemlerin arkasında “karanlık güçler” hatta “MİT”, “CIA” parmağı arayacak kadar ileri gitmiştir. Kitleleri sarsan, onlara hedef gösteren her devrimci eylem, oligarşiden çok bu gibi aydınları paniğe sevk etmiştir. Düzenin statülerinin sarsılması, yeni devrimci bir anlayışın serpilip gelişmesi, en çok bunların tepkisini çekmiştir. 12 Eylül öncesi geleneksel revizyonistlerin-reformistlerin kitleler edebiyatına, provokasyona gelmeme teorisine karşı çıkan, siyaset yasakları koyacak kadar kendisini öncülük misyonunun havasına sokanlar, 12 Eylül sonrası örgüt olmadıklarını keşfetmeleri, sıkıyönetim mahkemelerinde, devlete karşı savaşmadıklarında tutunda devrimci eylemelerin terör eylemi olduğunu dilendirenler kendileri unuttuysa, biz unutmadık, tarih unutmadı, düşmanla yüz yüze açık savaş koşularında ayni şekilde yalpalayanlar bugünde az değildir. Bunar bir yana, sadece örgütsüzlüğü, kendiliğindenciliği benimsemekle kalmadılar. Bugünkü süreçte neredeyse onların oynadığı role soyunmaya kadar gerilediler. Devrimci pratik ve statülerin sarsılması onları da rahatsız ediyor artık. “Zamanı değil”, “Kitleler bunu kaldıramaz” deyişleri ne ölçüde radikallikten uzaklaşıp sağcılaştıklarını gösteriyor. Hatta bazıları geriye doğru daha da ilerlemiştir. Kürt yurtseverlerin, statüleri altüst eden ve Kürt kimliğini ayağa kaldıran mücadelesini burjuvazinin ağzıyla suçlayabiliyorlar. Bu, reformistlerin günümüzdeki temsilcilerinin söyleminden de geri, burjuvazinin reformist tercihli partisi CHP’nin söyleminin aynısıdır. “Bugün Türkiye’de Kürtler devletin terörü ile PKK terörü arasına sıkışmış” (*) gibi ifadeler bunların yerlerini de belirtiyor. “Anarşi”, “terör”, “bölücülük” teraneleri, “12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz” edebiyatı tehditleri uzun yıllar oligarşinin kitleleri mevcut statüler içinde zapt etme, kafalara depolitizasyon prangası vurmada başvurduğu en önemli malzemelerdir. Soldan bu destekleyici tavırlara girmek, devrimcilerin statülere ve depolitizasyona karşı geliştirdiği devrimci eylem çizgisine soldan barikat kurma anlamına gelmektedir. Bu sağcı, statükocu, pasifist anlayışlarla da mücadeleyi elden bırakmamalıyız. Bu statükocu anlayışların panzehiri, devrimci pratiği kitleleri harekete geçirecek ve kitlelerin mücadelesini birleştirecek şekilde geliştirmek, her türlü statüye radikalizm silahıyla savaş açmaktır.

 

Ayrıca, başka bir yönüyle, geleneksel solun şablonculuğu ve dünyaya başkalarından devşirdiği ideolojik-politik çizgiyle bakması, statükoculuğun bir diğer yüzüdür. Belli şemalar ve formüller olduğu gibi benimsenip ülke gerçeği göz önüne alınmayınca, yapılacak iş, bu şemalara ve formüllere göre gelişmelerin beklenmesine kalır, mücadele ertelenir. Yada Kürt özgürlük hareketinin özgünlüğü göz ardı edilerek, onun özünün kavranması yerine onu taklide yönelmek. Bir tür beklemecilik, hareketsizlik hakim çizgi olur. Sonuçta Türkiye gerçeği ile çakışmayan tüm bu teorik, ideolojik çizgi, düzenin statülerine çakılıp kalmaktan öteye gidemez.

 

Bu konuda yıllar önce M. Çayanın tespiti sanırız soruna çok net ortaya koymaktadır; “…solda ideolojik seviye yüksek değildir. Bu yüzden, böyle bir ortamda neyin doğru olduğu, neyin eğri olduğu ayrıt edilmez olmuş, her şey bir birinin içine girmiştir. Marks, engel, Lenin, Mao, Ho Cih Minh… adına onların yazılarına atıflar yapılarak tezgahlanmaktadır. Öyle ki oportünizmin bir türü Leninin yazılarını kaynak alarak, diğer tarafta hainlikle suçlarken, öteki tarafta da Mao ve Lin Pioonun yazılarını kaynak alarak kendisini suçlayanı revizyonistlikle suçlamaktadır.

Marksizm son derece derinliği olan, son derece karmaşık bir doktrindir. Marksizm sürekli hayatin gerçekleri karşısında derinleşip, zenginlesen, kendi kendini asan bir doktrindir…

Oportünizm her yerde her zaman bilimsel sosyalizmi tahrifte iki metoda başvurur;

Ya zaman ve mekan kavramlarını dikkate almadan, Marksizm ustalarının başka tarihi şartlar için ileri sürdükleri ve yaşanılan dönemde eskimiş olan tezleri dört ele sarılır; ve bu tezleri kendi sapmasına dayanarak yapmaya çalışır. Ve ya Marksizm-Leninizm’in her şart altında geçerli tezlerini “zaman ve mekan değiştirmiş, o yüzden geçerli değildir” diyerek Marksizm revize eder…” (M. Cayan)

 

Sürekli alıntılarla konuşmak, alıntıları alt alta dizip onların özet açıklamasını yapmaktan öteye gitmeyen, dogmatik, kısır, oportünist, reformist anlayışları reddetmeliyiz. Özgül koşulları analiz etmek ve mücadeleyi devrimci yöntemlerle sürdürmek için on yıllardır süregelen ve hala şu veya bu oranda saflarımızda var olan bu statüleri yıkmalıyız.

 

Yaşanan gerçekler 12 Eylül öncesinde olduğu gibi sonrasında da bunu kanıtlamıştır, bu yönde benzer etkisi sürmektedir. Daha açık bir tavra girmiştir bu kesimler işi devrimci gelenekleri ve değerleri sulandırmaya ve reddetmeye vardırdılar.

 

Oligarşi, solda, kendi düzenini korumaya yardımcı olabilecek bir partiye gereksinme duyduğundan beri, çeşitli yasal partilerin çatısı altında toplanan geleneksel solun büyük kesimi, buna büyük bir istekle cevap verdi. Oligarşinin demokrasicilik oyununun solda figüranlığına aday oldu. Ama burjuvazi düzenin istikrarını koruyacağını her defasında söylemesine, devrim ve iktidar hedefinden vazgeçtiğini ilan etmesine rağmen, onları daha da sağcılaştırmaya çalışıyor. Oligarşinin istediği sosyal demokratlaşmış, Avrupa komünist partileri gibi bir partilerdir.

 

Düzenin statülerini ve istikrarını korumada solda bir güç olmasının yanında, “ulusallaşması” gerektiği dayatılıyor. Bu yasal partiler(**) oligarşinin kendisine biçtiği misyonun dışına çıkmak, kendi iradelerini dayatmak için fazla istekli gözükmüyorlar. Düzenin işleyişinin rayına oturtulmasını, mevcut yasallığa hapsolmayı kabullenmiş durumdalar. 12 Eylül’le birlikte faşizmin baskı ve terörle dayattığı statülere, dışarıda ve içerde uymakta en hızlı hareket eden bu güçler olmuştur. Mücadeleyi tatil ederek, ya mülteci oldular ya da kendi kabuklarına çekilerek, tasfiyeci bir tutum takındılar. Bulundukları her yerde çarpık kapitalist düzenin dayattığı yasal, yasadışı -yurtdışına kaçış ve oligarşinin bu kapıyı dolaylı da olsa aralaması kastediliyor- statüleri, hiçbir direniş göstermeksizin kabul ettiler. Dışarıda burjuva yasallığı ile çizilen, yasa, disiplin ve davranış biçimlerine uyulurken, içeride faşist statülere uymayı, onunla uzlaşmayı, var olmanın gerekçeleri yaptılar.

 

Soldan statükoculuğu körükleyen başkaları da, 12 Eylül öncesi keskinliği kimseye bırakmayanlar, başkalarına siyaset “yasağı” koyanlar, 12 Eylül’le birlikte sağa çark ettiler. Düzenin sınırlarını aşmayan yeni pasifist teoriler keşfettiler. Avrupa’dan esen demokrasi ve liberalizm rüzgarları bunları da etkisi altına aldı. Bunlara yeni kanallar açan sivil toplumculuk ve Avrupa komünizmi gibi belli başlı akımlar, düzenin bu yeni statülerinin soldan onaylanmasından başka anlama gelmiyor. Devrim ve iktidar hedeflerini bir kenara bırakan akımların etkisi altında kalanlar, düzenin kurumlarıyla uzlaşmayı gündeme getirdiler, düzenin statülerine yeniden sarıldılar. 12 Eylül’le birlikte oligarşinin empoze ettiği birey özgürlüğünü keşfettiler. 24 Ocak+12 Eylül felsefesine liberalizme yol açtığı, birey özgürlüğünü teşvik ettiği şeklinde ilerici misyonlar yükleyip onaylayanlar da oldu. Bazı sol akımlarla burjuva ve küçük burjuva aydınların savunduğu düşünceler arasındaki sınır belirsizleşti, ortadan kalktı.

 

Örgütsel tasfiye üzerine, demokrasi, birey özgürlüğü, hümanizm ardına sığınıp, örgütlü mücadeleden kaçışın teorisi yaptılar; örgütsüzlük statüsü sol saflarda sürekli pompalandı, kitlelere risksiz, sorumsuz ve sorunsuz devrimcilik sunuldu. Oysa o günde bugünde örgütlenmek her şeyden fazla kendisini dayatıyor. Statülere karşı en etkili silahımız örgütlü mücadele olduğu unutulmamalıdır. Kitleleri bu yeni statülerin etkisinden kurtarmak ve örgütsüzlüğü aşmak için yoğun çaba sarf etmek zorundayız. Örgütsüzlüğün sınıf mücadelesine zerrece katkısı olmadığı gibi, bireyin, yoz ve teslimiyetçi eğilimlerin, kendiliğindenciliğin de bayrağı olduğu açıktır. Son tahlilde, soldaki bu güçler de düzenin statülerinden fazlasıyla etkilendi. Yoğun baskı ve terör koşulları altında, yenilginin psikolojisi ile panik halinde geri çekilme, mücadeleyi tatil etme ve nihayet oligarşi ile uzlaşmayı “bilimsel sosyalistlik” olarak görme aşamasına gelindi.

 

Kitleler edebiyatı ile kitle mücadelesinin kendiliğinden yükselmesine bel bağlayan, öncülük misyonunu unutup; daha açık haliyle kitleleri etkileme yerine onlardan etkilenen oportünist anlayışlar da, solda statükoculuğun temsilcileri oldular. Bu anlayış “kitleler kaldıramaz, dökülür, sübjektif durum yeterli değil” anlayışını teorik hale getiriyor. Oportünizm nesnel şartlara çakılıp kalarak iradi yönün önemini göremez. Onun çok bilinen şablonları vardır ve hemen her gelişmede tekrarlayıp duruyorlar. Arada çeyrek asır geçmesine rağmen sürekli, 12 Eylül’ün yarattığı fobilerle yaşıyorlar. Sınıf mücadelesinin yönünü devrimci güçlerden yana çevirmek, cuntanın kitleleri sindirme ve depolitize etme programını bozmak için çaba sarf etmemenin sonuçları derinde yaşanıyor. Ne cuntayı ve yapmak istediklerini, ne de demokrasi manevralarını bir türlü anlamadılar. Sözde reformizme karşıdırlar ama pratikte aynı şeyleri yapar, aynı şeyleri düşünür ve ML’lere karşı birlikte tavır alırlar. Bu tutum AKP ye karşı tavır alışta da ayni anlayışla sürdü, “yetmez ama evet” bu anlayışın urunuydu.

 

Kafalarında yarattıkları statülerin etkisiyle edilgen bir tutum sergilerler. Oportünist statükoculuğun özünde, kendi özgücüne güvensizlik, düşmanın gücünü abartma vardır. Oportünizm hiçbir zaman inisiyatifli davranıp gücünü harekete geçirememiş, düşman karşısında mevzilenip statükoculuğunu aşamamıştır. İşte bu noktada Marksist-Leninistler açısından özgüce güven ve inisiyatifli davranmak önem kazanıyor. Bedeli ne olursa olsun bunu yapabildiğimiz ölçüde, kitlelerle bağlarımızın güçleneceğinden emin olabiliriz.

 

Her zaman, kitle mücadelesi gerilediği oranda tüm statükocular mücadeleden uzaklaştılar. Onlara göre kitle mücadelesi yükselip kabarmadan öncüler mücadele edemezdi. Başka ülke devrimlerinin izlediği yolu, kaba ve şabloncu bir anlayışla ülkemizde arayanlar yanılıyordu. Çünkü ülkemizde mücadelenin sürdürülmesini doğrudan belirleyen güç, kitlelerin mücadelesinin ilerlemesi ve gerilemesi değildir. Solda artık bu statülerin de aşılması gerekiyor. Soldaki statükoculuk bu kadarla da kalmıyor. Somut toplumsal sorunları ve sınıfsal çelişkileri bir kenara bırakıp, soyut, güncel hiçbir etkisi olmayan, kitleleri yanlış hedeflere yönlendiren konuların tartışma gündeminin baş maddesi yapılması da statükoculuğun bir çeşididir. Örgütlenme, kadrolaşma, kitleleri 12 Eylül’ün pasifikasyon ve depolitizasyonunun etkisinden kurtarıp sınıf mücadelesine katmak ve bu yolda adımlar atmak yerine; cinsellik, ekonomi, hümanizm vd. konular etrafında akademik çalışmalarla yetinmek, politikayı bunların çevresinde örmek, bu konularda burjuvazi ile adeta yarışa girmek, tarihin mahkum ettiği Troçkist tezleri yeniden keşfetmek, politikadan uzaklaşıp sanata ve kültüre sığınmak, sanatta-edebiyatta yılgınlığı ve karamsarlığı aklamaya çalışmak, devrimci mücadeleyi karalamak, çöküşmeyi bir marifetmiş gibi moda haline getirmek vazgeçilmez alışkanlıklarıdır. Statülere soldan destek vermenin esprisi anlamını buralarda buluyor. Ama bu kadarla bitmiyor.

 

Devrimcilik ilkel ve kaba bir yaşam olarak sunulurken, düzenle uzlaşma ve burjuva bireyciliği “ilericilik, solculuk” adına karalandı, saldırıya uğradı.

 

“Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” gibi bunalım ve cinsellik batağı yayınlar ve bazı haftalık dergiler aracılığı ile sapık ilişkiler reklam edildi. Kimi dergiler kimliğini yitirerek (veya bularak) bu misyonun yayıncısı oldu, politik konuları giderek bir kenara bıraktı. Bu üslubunu da yaratmakta gecikmedi. Dejenerasyon argoda ifadesini buldu. Bu çürümüş ve yoz ilişkiler içerisinde olan insanların statüleri meşrulaştırılırken, gazete, dergi, sinema ve edebiyat aracılığıyla özendirilmesi sürekli politika haline getirildi. Tüm bunlar da devrimci hareketin, sadece sınıf mücadelesini yükseltmekle yetinmeyip bu statüleri reddetmek ve alternatif devrimci ahlaki ilişkilerde de gelenek yaratma zorunluluğunu dayattı. Bugün, gelişmeler bu görevi de başat görevlerden birisi yapmıştır.

 

Müzikte, edebiyatta, ahlakta devrimci değerleri geliştiren, sosyalist insanın yaratılması, bugünkü düzen içinde, en azından kapitalizmin pisliklerinden arınma mücadelesi vermek gerektiği açıktır. Bugüne kadar yapılanlar bu anlamda yeterli değildir. Daha işin başındayız, yapacak çok işimiz var. Ama bugün daha net, berrak ve daha sağlam yere basıyoruz.

 

Solda yenilginin nedenlerinden biri olarak “aydın olamama” ve yarı aydın olarak kalınmasını gösteren “ileri” zekalılar da çıkmadı değil bu süreçte. Yeni devrimci anatomileri geliştirildi. Proletarya aydını olmakla entelektüel burjuva aydını olmak birbirine karıştırıldı. Yarı aydın statüsünden kurtulma ve aydın olmaya hak kazanma öyle karikatürize edildi ki, komik bir tablo ortaya çıktı. Aydının klasik müzikten anlaması gerektiği bile şart koşulur oldu. Tabii buradan “teorisizlik” keşfedilerek, sorunlar teoriye bağlandıktan sonra teorinin fetişleştirmeye kadar varıldı. Sorunların kaynağı teorinin kavranamamasındandı, o halde tüm faaliyet bunun giderilmesine indirgenmeliydi! Soyut teoricilik, küçük burjuva aydın özlemleri bu süreçte dışa vurdu. “Tam aydın”laşmak isteyenler kendilerine biçtikleri bu yeni statü ile geçmişlerinde var olandan da geri statülerinin de gerisinde bir mevziiye çekildiler.

 

Gerçi sınıf mücadelesi yükseldikçe, bu kafa bulandıran, kitleleri sınıf mücadelesi dışında başka yollara ve sonuçta düzenin statülerine kanalize eden teorileri ve tartışma konularını devre dışı bırakıyor. Fakat asıl olan bunlarla doğrudan hesaplaşmak ve mahkum etmek, bugün devrimci mücadelenin görevleri arasındadır.

 

Şimdiye kadar ideolojik planda yürütülen mücadele belli bir aşamaya gelmiştir. Ama yetersizdir. Bıkmadan, usanmadan, mücadele pratiğini geliştirecek şekilde, devrimci mücadelenin sorunları tartışılmalı, kafalar mücadele için yorulmalıdır. Her derecede ve türden statüleri aşmak gerekiyor. Devrimci değerleri mücadelesiyle yücelten ve geliştiren, bu anlamda bütünlüklü politikalar üreten, statüleri parçalayan bir hatta canla başla çalışmalıyız.

 

Bunun içindir ki Statüleri Aşalım, Kitlelere Aştıralım!

 

Düzenin sınıf mücadelesinin önüne set çekmek için çıkardığı statüler, oportünizmin ve revizyonizmin soldan bu statülere, objektif ya da sübjektif destek vermesi, ister istemez devrimci yöntemleri de etkiliyor. Oportünizmin, revizyonizmin, liberalizim ve burjuvazinin propagandalarından etkilenmemek, saflarımızda bunun etkilerini görmemek, sorunu idealize etmek olur.

 

12 Eylül gibi bir dönem yaşandıktan ve 24 Ocak felsefesi hegemonyasını sürdürdükten sonra, sistem ayrımı yapmadan dünyada liberalizm rüzgarları eserken, düzenin statüleriyle ve düşünce kalıplarıyla ciddi, sistemli ve sürekli mücadele etmedikçe, bu statülerden ve burjuvazinin düşünce kalıplarından bir çırpıda kurtulmayı beklemek hayal olur. Arabesk müzikten disko müziğine, batı kompleksiyle hareket etmekten -tabii klasik müzik kompleksini de unutmayalım- üslubumuzun yabancı etkisinde oluşuna, zaman zaman fanatik bir futbol taraftarı gibi hareket etmekten modanın özendiriciliğinin etkilerine kadar bunlardan payımızı almadığımızı söyleyebilir miyiz? Şu bir gerçek ki, yenilgilerden sonra yılgınlığı ve pasifikasyonu çeşitli biçimlerde boy gösteriyor. Bu, statükoculuğa açık bir kapı olarak değerlendirilmelidir. Etrafımız da ki liberalizm, popülizm ve uzlaşma eğilimleri, tali planda da kalsa bu kaynaktan besleniyor. En azından kendimizi, düzenin yarattığı statülerin empoze ettiği düşüncelerden sıyırıp, her şeyimizle devrimci mücadeleye verebiliyor muyuz?

 

Bugün için bunu söylemek sübjektif durumumuzu abartmak olur ve bizi yanlışa götürür. Bürokratik çalışma tarzı, işi ağırdan alma, işe ciddi sarılmama gibi statü yaratacak zaaflar da saflarımızda kendine yer bulabiliyorsa, kendimize karşı da ne kadar radikal olmamız gerektiğini, pragmatizmden uzak durmamız ve ideali gerçeğin yerine koymamamız gerektiğinin önemini ortaya koyuyor. Gerçeklerden kaçmamalı, sadece başkalarının hata ve zaaflarına değil, kendimizinkilere de bakmalıyız. Hantallık, boş zaman öldürmek gibi enerjimizi önemsiz şeylerle harcamanın devrimci mücadeleye kaybettirdiği şeyler unutulmamalıdır. “Gözlerimi kaparım, bana verilen görevimi yaparım” anlayışı da, “benim elimden bu kadar gelir” deyip yaratıcılığı dondurmak da, kendini geliştirmeme de bir diğer statükocu anlayıştır. Yada kadro ve önder kadroların, iş, mülk sahibi olması, bunun çeşitli gerekçelerle mahsurlaştırılması, zamanının çoğunu buna ayırması hangi kadro yada de önder kadro sıfatıyla izah edile bilinir. Yaratıcılık ve inisiyatifsizliğin doğurduğu statükoculuk da boy hedefimiz olmalıdır. Memur anlayışını, kendine güvensizliği, inisiyatifsizliği yok etmeliyiz.

 

Statülere sadece kitlelerin uyum sağladığına bakarak, bu konulardaki eleştirilerin sivri ucunu kendimize yöneltmemek, kendimizi aldatmak anlamına gelir. Başarılar başımızı döndürmemelidir. Sübjektif durumumuzu sürekli sorgulamak, eleştirmek, sürekli yenilenmeye çalışmak zorundayız.

 

İş, evlenme, askerlik vb. konularda yaşanan zaaflar ve eksiklikler yanında, 12 Eylül sonrası düzenin sunduğu statüler, devrimci saflarda da kendine özel statü oluşturma isteği biçiminde bugünde zaman zaman kendini gösteriyor. Bu haliyle ilişkilerini yürütmeye çalışan insanlar hala var. Sıradan, risksiz siyasi mücadeleyi seçiş de mücadelenin daha ileri götürülmesinde olumsuz bir etken olarak karşımızda duruyor. Bu statülerin kaynağını kurutmak için, baskı ve terörün yılgınlığını tamamen silmek, daha cesaretli ve özverili olmak zorundayız. Sınıf mücadelesinin ivmesinin yükselmeye başladığı bugünkü koşullarda daha fazla kitleselleşme sorunu önemini koruyor. Bunun nedenlerini biraz da kendimizde arayalım; saflarımıza, düzenin küçük burjuva unsurlarla empoze ettiği statülerin etkilerinde arayalım.

Bunu başardığımız oranda surece yanıt olmayı da, kitlelerin ruh hali ve gücünü de daha iyi göreceğizdir.

 

Gezi ve süreç

 

Sistemin yaşadığı tıkanıklıkla birlikte, kendisini yenileme ve bu tıkanıklığı aşma çabası sonuçta toplumu her yönüyle bir çatışma içine sürükledi.

 

Bu parelerde AKP-DAİŞ zihniyeti günlük yaşamı ve kent mekanını muhafazakar değerler çerçevesinde saldırgan biçimde kodlarken, bu dayatmayı benimsemeyen toplumsal kesimleri düşmanı olarak ilan etti. Böylesi bir savaşçı stratejinin siyasal ve toplumsal alanda karşılıklı müzakere, ortak noktalar bulunması gibi bir çoğulcu çözümleri dikkate alması mümkün değildir. Onlar için artik aslolan “düşmanın” yenilgiye uğratılmasıdır.

 

Bu saldırı, ıhma, yok etme politikası karşısında işimizin kolay olmadığını iyi biliyoruz.

 

Tarihsel olayların kapsam ve boyutları ne kadar genişse, bu olaylara katılanların sayısı o kadar fazla olur. Ve aksi de doğrudur. Getirmek istediğimiz değişiklik ne kadar köklü olursa, bu değişikliğe karşı o kadar fazla ilgi uyandırmamız ve o ölçüde akıllı bir tutum almamız ve bunun zorunlu olduğuna milyonlarca ve on milyonlarca kişiyi inandırmamız, ikna etmemiz gerekir” diyordu. (Lenin. Bütün Eserler Cilt 31. S. 498)

 

Lenin’in de ifade ettiği gibi; ülkemiz sınıflar mücadelesinin tüm alanlarında kendini yaygınlaştırmış, çok yönlü ve sıkı ilişkilerle koordine etmiş düzenlemiş bir örgüt olmazsa olmazımızdır. Devrimci teoriyle kendini donatmış, mücadele hedeflerini açıkça görebilen bir örgüt, kitleleri örgütlemede de, ilişkilerini yaymada da başarılı bir güç olmuş demektir. Ve kararlılık yaratma mücadelesinde bizlerin en büyük silahımızdır. Bilinç tüm yönleriyle kendimizi, bütün aşamalarıyla hedeflerimizi tanımlamaktır. Kararlılık doğruda, ilkeli-kurallı yaşamda direnmektir.

 

Bunun sonucu ortaya çıkan Gezi Haziran başkaldırısı ile başlayan süreç hangi yöne evirileceği siyasal çatlağın her iki tarafında izleneceği belersizlik stratejilere de bağlıydı. Bu nedenle tüm belirsizliklere rağmen, yarılmanın iktidar karşıtı tarafında bu sürecin mevcut durumu ve geleceği üzerine bazı siyasal ve stratejik nitelikte bir değerlendirme gerekiyor.

 

Bugüne kadar net olan sistemin geri çekilme, uzlaşma değil saldırı sindirme teslim almadır. Bunun karşısında bir kesim geri çekilme, sitemle direk cephede kaşı karşıya gelme yerine uzlaşma arayışları ve sitemin tepkisini çekmeyecek noktada kalmaktır. Devrimci yönelimse ; “Gezi’nin başkaldırı ruhu” diyen Ulaşın Gezideki duruşuyla, yönelimiyle ortaya koyduğu yönelimdir.

Gezi parkı direnişini sadece bir çevre eylemi ya da ağaçların katledilmesine karşı bir tepki olarak değerlendirmek genel olarak Türkiye’de yaşananları ve yaşatılanları kavramamak anlamına gelir.

Halk hareketi fırtınada kabaran okyanus gibi başta İstanbul olmak üzere memleketin dört bir tarafına dalgalarını vurarak yeni bir dönemin kapılarını açtı. Öyle ki, açılan kapılardan içeri giren ışık başta hükümet olmak üzere egemenleri korkuya ve paniğe sevk etti.  s.214

 “Gezi direnişi devrimci hareketin geneli için hem kazanılmış önemli bir mevzi hem de çok yönlü deneyimlerin çıkarılabileceği engin bir kaynaktır. Sosyalistler Gezi direnişini yaratan kitle eylemine oldukça hazırlıksız yakalandı. Sınıfla bağların yetersizliği, kadroların yetersizliği, kurumsallaşamama ve değişik sosyalist örgütler arasındaki ilişkilerin geriliği(dayanışma ve senkron yetersizliği) gibi belli başlı konulardaki durumumuz neden hazırlıksız yakalanıldığını anlamamıza yardımcı olabilir. Bütün bu yetersizliklere rağmen direnişin gerçekleşmesi ve güçlenmesinde sosyalistlerin rolü büyüktür.”   s.225“ (Özgürlük Sokaktadır Ulaş Bayrakktaroğlu)

 

Gezi direnişiyle ilgili devrimci hareket açısından da tespitleri nettir.

 

Çünkü Gezi Haziran direnişinin gerçekleştiği parklarda, sokaklarda ve meydanlardadır; ancak bilinen devrimci çıkışı başka bir alanı işaret etmek değil sadece onu gerçekleştirmiştir. Yilmazkayaci yönelimi tamamlayarak Kürdistan’a yönelimi, Türkiye cephesinin Kürdistanileşmesinin yollarını döşemiştir.

 

Ulaş, bu yönelim yalın ifadeyle, 90’ların sonunda oldukça gündemde olan güler yüzlü sosyalizm veya yasal particilik anlayışın mahkûmiyetidir. Gezi’deki forumculuk, sivil toplumculuk da Kürdistan devrimciliğinden uzak durmak yanlışlığının karşısında doğruyu örgütlemiştir. Bu kenetlenme ihtiyacı, açıktan söylenemese de geçmiş hataların kabulüdür. Önümüzdeki dönem açısından, militan demokrasiden devrimci örgüte kadar uzayan siyasal hattın sonucudur.

 

 

Bugün Emperyalizm ve işbirlikçileri yeni bir kriz dalgasıyla sarsılıyor. Tüm dünyayı sarsan krizler ve savaşlar, güç ilişki ve çelişkilerinin iyi görmek gerekiyor. Daha dün Fukuyama’nın tarihin sonunu ilan etmesinin üzerinden neredeyse çeyrek asır geçmesine rağmen çelişkiler hiç de azalma eğilimi gösterme yerine daha da şiddetlendi. Reyel sosyalizmin çöküşüyle „her şey bitti, tek çıkar yol kapitalizm“ diyenler ve “moda” olan „beyaz sayfa açmak“ naraları gerilerde kaldı.

 

Bölgesel, yerel düzeyde başlayan çelişki ve çatışmaların, kısa bir süre içerisinde tüm dünyayı sarmalına aldığını bu gun hep birlikte görüyoruz. Emperyalizm yeni krizleri tetikliyor. Bu durum, emperyalist hegemonyanın devamına izin verse de, “son analizde” kararı hiçbir taraf lehine kesinleşmiyor. Başka bir tabirle, emperyalistler arasında görünür bir çelişki ve çatışma hali artarak devam ediyor. Elbette ki, her etki karşı tepkiyi de beraberinde getiriyor. İçerisine girilen krizler, çelişkiler ve çatışmalar, başka bir seçeneğin mümkün olduğunu tekrar tekrar ispatlıyor. Zamanın ruhu devrimci dönüşüm çağını tarih sahnesine geri çağırıyor…

 

Tüm dünyada görülen faşist, tekçi, sağcı ve ulusalcı eğilimlerin, yeni krizlere kapı aralamaktan başka bir sonuç vermesi de zaten beklenemezdi. Bu açıdan karşı karşıya olduğumuz krizlerin artacağını ve de “politikanın başka araçlarla sürdürülmesi” anlamını taşıyan savaşın, en kıyıcı haliyle şiddetlenerek devam edeceğini bir kez daha söyleyebiliriz. Hem emperyalist güçler arasında, hem de ezen ve ezilenler arasında…

 

Ortadoğu başta olmak üzere, tüm dünyada kaos, olağan bir egemenlik sistemine dönüştürülmek isteniyor. Bölgenin parçalı ve çatışmalı yapısından yararlanarak, kendi egemenlik sistemlerini yeniden tesis etmeye çalışan emperyalistler ve Ortadoğu’nun statükocu ulus-devlet güçleri de, daha çok faşizme ve diktatörlüğe yönelerek, mezhepsel-dinsel ve etnik çelişki ve çatışmaları öne çıkartmak için birbirleriyle yarışıyor. Emperyalizmin içerisine girdiği krizler sonrası başlattığı her saldırganlık, sınıfsal ve ulusal cepheleşme eğilimlerini güçlendirdi. Ortadoğu’ya karşı başlatılan saldırganlık ve savaş politikaları, din ve özelde mezhep çatışmalarını da belirgin hale dönüştürdü. Bölgesel çapta gerçekleşen müdahaleler, bölgesel, yerel karşıt ve ittifak güçlerini de saflaştırmayı başardı. Başka bir tabirle emperyalizm, yerel dinamikleri birbirleriyle mücadeleye sokma, onları yorma ve umutsuzluğu derinleştirerek, “kurtarıcı” pozisyonuyla yeniden inisiyatif kazanma yolunu seçiyor. Elbette ki, tüm bu çelişkiler yerel ölçekte de tekçi, ulusçu ve mezhepçi yaklaşımları güçlendiriyor. Emperyalizmin hedefi, yerel ve bölgesel güçleri doğrudan bölerek, saflaştırma amacını da kapsıyor. İşte bu noktada gerçekleştirilen Rojava Devrimi, basit matematiksel hedeflerle meselenin aşılamayacağını da gösteren önemli bir yapısal özellik taşıyor. Elbette ki devrimin, emperyalizmden bağımsız plan yapabilme kabiliyeti, süreci çok daha zorlayacak etmenlerin başında geliyor. Başka bir tabirle Rojava Devrimi, daha şimdiden emperyalizmin Ortadoğu denklemini, ezilenler lehine bozmayı başarabilecek en önemli dinamiklerin başında geliyor. İşte bu noktada önümüzde duran temel mesele, başarıları güçlendirme, halkların yazgısını kalıcı bir biçimde değiştirme ve devrimi bölgesel düzeye sıçratma görevi olarak karşımıza çıkıyor.

 

Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu bağlamında söyleyebileceğimiz bir diğer mesele ise işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halkların, tüm karşıt hesaplara rağmen başka bir seçenekte buluşma ihtimalinin güçlendiği tespiti olacaktır. Her devrim kendi içerisinde bir kriz, her kriz ise kendi içerisinde bir devrim olanağı barındırmaktadır. Klasik tabirle, “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği” devrimci bir durumla karşı karşıya olduğumuzu açık bir biçimde dile getirebiliriz. İşte bu açıdan kurucu öznelerin umutsuzluğa itilmesi derhal durdurulmalı, var olan krizi devrimci tarzda aşmanın imkan ve olanakları değerlendirilmelidir. Aksi büyük bir yıkım, savaş ve kaostan başka bir sonuç doğurmayacaktır.

 

Gezi Haziran ayaklanması, 6-8 Ekim serhıldanı ve 7 Haziran 2015 genel seçimin, anayasa reforumdunda iyice ayyuka çıkan sahtekarlıklarla evet çıktı demesine rağmen çok iyi biliyorlar ki kaybettiler. Kaybeden faşist AKP ve Erdoğan çetesi Türkiye ve Kürdistan halklarına topyekûn savaş ilan etti. IŞİD ile işbirliği içinde, Rojava Devrimine, işçi sınıfına, emekçilere, ezilenlere, halklarımıza ve bölge halklarına karşı siyasi, askeri saldırılar yürüttü ve yürütmeye devam ediyor. Silopi, Cizre ve Sur başta olmak üzere, tüm Kuzey Kürdistan kent ve kasabalarında tam bir faşist terör uygulamaya başladı. AKP faşizminin ve Saray cuntasının yönelmiş olduğu neoliberal, muhafazakâr, ırkçı, tekçi ve mezhepçi dönüşüm süreci, referandum ile taçlandırılmak istendi. Ancak tüm hırsızlık ve tehditlerine rağmen yüzde eli birlik bir farkla sonuçlandıra bildi. Bu onu daha da korkutmakta ve ürkütmektedir. Ve daha önemlisi AKP’nin, TC devletinin geleneksel ve modern tüm gerici ve faşist güçlerini arkasında toplayarak başlatmış olduğu saldırı dalgasının boyutları artarak devam ediyor. Bu açıdan faşizme karşı halen yeterli miktarda direniş mevzileri oluşturamadığımız ve güçlü çıkışlar gerçekleştiremediğimiz de düşünülürse, “tek adam” diktatörlüğünün ayak sesleri ile karşı karşıya olduğumuz gerçeği daha iyi anlaşılır. Zaten Saray darbesinin daha başından itibaren girdiği yönelim, karşı-devrim sürecinin başlatılmasıyla doğrudan alakalı. IŞİD aracılığıyla miting meydanlarında, gösterilerde, turistlerin bulunduğu ya da seküler yaşam tarzını yansıtan alanlarda bir bir patlayan bombalar, iç savaş çağrıları ve AKP faşizmi tarafından uygulanan saldırı ve katliam dalgası da gösteriyor ki, süreç hiç de tesadüflere bırakılarak ilerlemiyor. Zaten, Saray’ın ve AKP faşizminin daha başından itibaren devletin tüm kurumlarını ele geçirme ve meclisin, yasamanın, yargının ve medyanın tamamen işlevsiz hale getirilmesi gibi taktikleri kullandığı biliniyordu. 7 Haziran sadece bu gerçeğin açık bir biçimde ortaya konulmasına neden oldu.

 

AKP faşizminin uğratılmış olduğu seçim yenilgisi, elbette ki Kürt halkı başta olmak üzere, devrimci, demokratik güçlerin, kadınların, gençlerin, Alevi halkımızın ve tüm ezilenlerin başarısıdır. Ancak faşizme uğratılan yenilginin üzerine gitmek ve onu çok daha büyük başarılarla taçlandırmaya çalışmak yerine geri çekilmek, inisiyatifin yeniden tamamen Saray’a bırakılmasına neden oldu. İşte bu andan itibaren savaş, politikanın birincil belirleyeni haline dönüştü. Demokratik kurumlara dönük artan saldırılar ve siyasi operasyonlar ırkçı, faşist güruhların sokakları ele geçirme girişimleri, işkence, gözaltı ve tutuklamalarda görülen muazzam artış, Sur, Cizre, Nusaybin ve birçok Kürt kentinde gerçekleştirilen katliamlar da bu gerçeği tekrar tekrar kanıtlıyor. 24 Temmuz saldırısı sonrası ciddi tepkilerin örgütlenememesi, Özyönetim Direnişlerinin yaygınlaştırılamaması ve her şeyden önce, direnişlere yeterli düzeyde sahip çıkılamaması, patlayan bombalar karşısında mitinglerde iptal yolunun seçilmesi gibi yanlış yönelimler de kitle hareketinin ciddi bir şekilde geri çekilmesine neden oldu. Ardından gelen 15 Temmuz gerici, faşist darbe girişimi ve gerçekleştirilen karşı-Saray darbesi de çelişkilerin iç içe geçmesine neden oldu. 15 Temmuz askeri darbe girişimi ve yine gerçekleştirilen karşı AKP darbesi, özünde 12 Eylül askeri darbesinin devamı niteliğindeki girişimlerdir. Erdoğan ve Gülen’in, Türk-İslam sentezci 12 Eylül darbesinin ürünü oldukları zaten bilinmektedir. Ve yine bugünkü konumlarını da 12 Eylül darbecileriyle kol kola girmiş olmalarına borçludurlar. İşte bu gerçek bile gösteriyor ki, Erdoğan-Gülen çelişkisi sadece görüngü düzeyinde bir çelişkidir. Esası kendi iç iktidar mücadelesinden başka bir anlam taşımamaktadır.

 

Devrimci güçlerin, demokratik kazanım ve mücadele alanının önünü açabilecek ve sürekli devrimci taarruz yoluyla, Kürt Devriminin yanına Türkiyeli rengi tekrar geri getirebilecek öncü çıkışlar yaratabileceği inancımız daha da somut, doğruluğunu gösteriyor. Bu yürüyüş kolunda kitlelere; aklı, cesareti, örgütlülüğü, bilinci ve dirayetiyle önderlik etme dışında hiçbir yolu ve tarzı tanımamalıyız. Sesimizin ulaştığı her yeri, kulak veren herkesi halklarımızın özgürlük davası için ileriye atılmaya çağırmalıyız. Bunun içindir ki AKP faşizminin saldırı dalgasına karşı güçlü bir barikat olmak, geriye doğru çekilen kitle hareketinin enerjisini yeniden açığa çıkartmak, dönemin en acil görevi olarak karşımıza duruyor. Aksi takdirde ağır ve maalesef tekrar eden yenilgilere bir yenisini daha ekleyeceğiz. İşte bu nedenle bir kez daha belirtmemiz gerekiyor ki, içinden geçtiğimiz “zamanın ruhunu” doğru kavramalıyız. Ve yeni dönemin cevherini işleyerek, buzu kırıp yolu açmayı hedefleyen devrimci bir tarzı açığa çıkarmalıyız.

 

Devrimci olmak örgütlü olmaktır…

 

Örgütü mücadeleye tüm enerjimizle katılmak bugün her zamankinden daha da önemlidir. Halk kitlelerinin depolitizasyon zincirini kıramadığı günümüz koşullarında, bireysel statüleri atıp devrimci hareketin bir parçası olmak, kısacası daha fazla özveri için kayıtsız koşulsuz her şeyi ile devrimcilik kendini hızla dayatmaktadır. 12 Eylül sonrası yaygın olan yanlış bir statükocu eğilim de, bugünde devrimci saflarda ciddi etkisini sürdürmekte olan örgütsel ilişkilerde statükoculuktur. “Benden bu kadar” gibi sınırlı, hesaplı-kitaplı davranış, devrimcilik değil bireysel statükoculuktur. Özveriden yoksunluktur ve temeline inildiğinde altından o çok sözü edilen küçük burjuva bireyciliği çıkmaktadır.

 

Yazımızın başında, sorunumuzun, kitleleri devrim saflarına çekmekten alıkoyan, devrimci saflarda da etkisini gösteren statüleri aşma sorunu olduğunu söylemiştik. Burada devrimci dinamizmi, ruh ve coşkuyu sürekli canlı tutmanın, kararlılık, atılganlık ve özverinin statüleri aşmada yeterli olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu işin önemli bir yanıdır ama bu statüleri yıkmaz ve yeni yaşam biçimleri, ideolojik, politik, kültürel, sanatsal değişim ortaya koyamazsak, bütün bunlarla yeni insanlar yoğuramazsak, eninde sonunda bu statüler, kitleleri çürüme bataklığına sürüklediği gibi, bizleri de, devrimci mücadelede yüklendiğimiz görevleri yerine getirmekten alıkoyacaktır. Bugün şiarımız her alanda gelişmek, yetkinleşmek ve örgütlenmektir. Statülere cepheden savaş açmaktır. Statülere karşı savaşı radikallikle sürdürür ve bunun gereğini yaparsak, sonuç alabiliriz. Hiç tereddütsüz egemen sınıfların kitleleri kontrolü altında kullandığı, kitlelerin de buna boyun eğdiği statüleri yıkmak için, bugünden alternatif politikalar üretmeye başlamalıyız.

 

Zorlu geçen bir dönemi ardımızda bırakırken, en az onun kadar zorlu, karmaşık ve sancılı geçecek bir süreci daha yüksek bir bilinç, özgüven, kararlılık ve özveriyle karşılama çabasında olmalıyız.

 

“Ne tarih bitti, ne ideoloji; çözüm sosyalizmdir!” şiarını yeni dönemle birlikte daha gür ve yüksek sesle haykırma görevine sahip çıkmalıyız. Beklentilerin artık daha net dile getirildiği, daha somut tarzda formüle edildiği bu günlerde, adımlarımızı sıklaştırmanın gereğini, anlamını ve tarihselliğini derinden kavramalıyız.

 

İşimizin “iğneyle kuyu kazmak” kadar zor olduğunun bilincindeyiz. Umutla ve başımız dik yürümeye devam ediyoruz. Emekten yana, devrimden yana samimiyetini yitirmemişlerle, insanca yaşanacak sömürüsüz, sınıfsız bir dünyayı kazanmaya cüret ettik. Bugün bu cüreti daha da arttırmanın hesaplarını yapmaya daha fazla hakkımız olduğunu bilmemiz gerekir.

 

Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde, bu yolda yitirdiğimiz şehitlerimize, ağır bedelleri göğüsleme onuruna gölge düşürmeyecek olanlara, genç, yaşlı, yüreği emeğin iktidarından yana olanlara verdiğimiz sözü tutmak için ısrarımızı bir kat daha artırmanın çabası içinde olmalıyız. Mutlaka başaracağız.

 

İşimizin zor olduğunu biliyoruz.

 

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, geleceğin yeni insanlarını yaratmanın ilk koşulu, bugünkü düzenin statülerini parçalayarak aşmaktan, bu konuda kararlı biçimde sonuna kadar gitmekten geçmektedir.

 

Dayatılan her türlü teslimiyete karşı direnmektir. Emperyalizmin ve oligarşinin topyekun saldırısına karşı safları seyrekleştirmek değil, sıklaştırmak ve örgütlü davranışta ısrar etmektir. Bu mücadelenin öznesi olmak, yaşamdaki olumsuzlukları alt etmenin, engelleri ortadan kaldırmanın, zorlukların aşılmasının ancak emekle, sabırla, özveri, kararlılık ve cüretle gerçekleşebileceğini bilince çıkarmak ve bunun da bir süreç sorunu olduğunu kavramaktır.

 

Devrimci mücadeleyi zafere taşıma iddiasının sahipleri olarak, önce hissedilecek, sonra inanılıp güven duyulacak ve ardından da destek sunulacak, gösterdiği doğru hedefleri ölümüne başarmaya çalışacak bir örgütlülük yaratmayı başarmalıyız. Oligarşinin her türlü terör ve zorbalığa pervasızca başvurduğu, iktidarını sürdürebilmesinin doğrudan buna bağlı olduğu koşullarda, söylem ve eylem tutarlılığı bakımından emekçi halklarla bütünleşme yaşadığımız oranda sahiplenme ve destek sorunu yaşamayacağımızı ısrarla kavramalıyız.

 

Dipnotlar:

(*) Türkiye Sorunları Dizisi, Sayı 6/2, Demokrasi Tartışmaları Üzerine Sesli Düşünceler, syf. 174.

 

(**)Proletaryanın, burjuvazinin egemenliğine son verip, kendi egemenliğini kurma savaşı olan siyasal iktidar mücadelesi, bir dizi cephede sürdürülen ve değişik mücadele biçimleriyle bütünlenen bir olgudur. Sınıf mücadelesinin temeli, iktidar hedefli olma gerçeğine dayanır. Devrimci mücadelenin en geniş kitlelere ulaşmasında ve kitleleri çeşitli konularda duyarlı kılıp harekete geçirmekte, demokratik mücadelenin önemini bilincindeyiz.

 

Ama bilincinde olduğumuz bir başka şeyde, en sıradan demokratik haklar elde edilmesinde bile tepeden tırnağa silahlı güçleriyle karşımıza çıkan bir düşmana anladığı dilden konuşmak, bunun içinde devrimci zor dilinde yeniden ustalaşmak, bu coğrafyada yaşamanın bir koşulu olarak karşımızdadır. Önümüzdeki süreç, çok yönlülüğümüzü, yeteneklerimizi, kısaca devrimciliğimizi yeniden yeniden sınayacağımız bir süreç olacaktır

 

Şemdin Şimşir

Temmuz 2017

 

Kaynak Komün Gücü

http://komungucu.com/2017/08/09/statukoculuk-semdin-simsir/

 

Önceki İçerikRTE’NİN TEK TİPLEŞTİRME POLİTİKALARI ZİNDANLARDA YENİLECEKTİR
Sonraki İçerikİsviçre’de faşizme karşı mücadeleyi yükseltme çagrısı