Şimdi Mahir olma zamanı…
KIZILDERE DEVRİMCİLİĞİN TANIMLANIŞIDIR
Faşist baskıların tırmandığı, ülke ve coğrafinin kan golüne dönüştüğü bu günlerde ülke hızla bir bataklığa ve kan golüne dönüşüyor. Diğer yanda da yani başımızda yükselen Rojava devrimi yeni yaşam ve yeninin müjdecisi oluyor. Böylesi tarihsel bir dönemde bir 30 Martı daha karşılıyoruz. 30 Mart Kızıldere’yi anarken tamda bugün Mahir’leşmenin zamanı…
Kızıldere’ye giden yol THKP-C’nin Marksist-Leninist ideoloji ve pratiğin evrensel tezleri ve tarihsel deneyleriyle ülkemiz solu arasındaki (50 yıllık bir aradan sonra) ilk ve en geniş kapsamlı buluşmasıdır. Bu buluşmanın somut ifadesi olan THKP-C ile ideolojide, politikada, örgüt anlayışında, mücadele tarz ve temposunda yeni açılımlar sağlanmış, devrimci mücadele ve devrimci kimlik bir anlamda köklü biçimde yeni baştan tanımlanmıştır, THKP-C bu noktada Marksizm-Leninizm’in evrensel tezleri ışığında ülke devrimini hedefleyen, bu ülkenin koşullarından yola çıkan, iktidar bilincine sahip yeni bir devrimcilik anlayışının
oluşturulmasıdır, bunun ideolojik-siyasi-örgütsel temellerinin atılmasıdır.
Marksizm’in yaşamın tüm alanlarını diyalektik yöntem ışığında ele alıp olay ve olguları bilimsel bir temelde tanımlaması karşısında, emperyalizmin hedefi yaşamın her alanına postmodernist bir yaklaşımla yeniden müdahale etmek ve Marksizm’in tanımladığı her olgu-olayı yeniden tanımlamak, daha doğrusu tanımlanamaz hale getirmektir. Emperyalizmin küreselleşme politikalarının felsefesi, ideolojisi postmodernizmdir ve bu felsefenin bütün işlevi ve hedefi tek bir kelimeyle özetlenebilir: Anti-Marksizm!
Bu anlamıyla, emperyalizmin bugün yaptığı her yeni tanım, ortaya attığı her yeni kavram Marksizm’e, bilime, sınıflar mücadelesine ve ezilen halklara yönelik bir saldırı olarak ele alınmak zorundadır. Küreselleşme adı altında biçimlendirilen bu saldırgan politikalara karşı mücadele etmenin ve süreç içinde boşa çıkarmanın asgari koşulu ise ideolojik planda sağlam bir duruşa sahip olmaktır.
Bu sağlam duruşu oluşturması gereken “sol”un durumu ise ne yazık ki genel olarak ümit vermeyen bir durumdadır. Çünkü sol’un önemli bir kesimi emperyalist ideologlarla yarışırcasına ideolojiyle, tarihle, kültürel değerlerle ve en ilginci de toplumun temel dinamikleriyle ilişkisini kesmeye çalışmaktadır. Asıl ilginçlik de bu noktada ortaya çıkmakta, sol bunu bir güçlenme politikası olarak uygulamaktadır.
Evet, bu gariplik bugün sol’un önemli bir kesimine damgasını vurmaktadır. Sol’un önemli bir kesimi
yenilgiden ders çıkarma adına, ideolojiyle, tarihle, kültürel değerlerle, bilimle ve sınıflarla-toplumun temel
dinamikleriyle arasına bir duvar örmekte ve duvarın gölgesinde yaşam alanları aramaktadır. Yada geçmiş sahipleniliyor görünümü altında, onun içerisini boşaltmakta, hiçleştirme çabasında.
Burada böyle bir rotaya girmiş olan kesimlerin önemli bir özelliği ortaya çıkıyor, o da bu kesimlerin artık
sınıflar mücadelesini ve devrimi değil, siyasi varlıklarını koruyup yaşatmayı amaçlayan bir çizgiyi temel
haline getirmiş olmalarıdır.
Bu nedenle sol’un büyük bir kesiminde “ideolojik” davranmak küçümsenen, reddedilen bir tavır olmuştur. İdeolojiyi reddeden sol’un bugünkü gözde kavramı “politika” yapmak, taktikler belirlemektir. İdeolojiden, ideolojik tavırlardan sıyrılmayı tecrübenin, bilginin ve en önemlisi de siyasi olgunluğun olmazsa olmaz gereği ve temeli olarak ele alanlar açısından politikanın anlamı, 10-20 yıl öncesine göre çok farklıdır. Artık “politika” bu kesimler açısından bir sınıfsallığın ifadesi olan ideolojik bir temelde değil, günlük gelişmelere ve o günün güçler dengesine göre şekillendirilmektedir. Hedeflenen uzun vadeli sınıfsal çıkarlar değil, kısa vadeli-günlük grupsal (hatta bireysel) çıkarlardır.
İdeolojik davranmak, politikayı bir ideolojinin “katı-kaba-mekanik” (1) sınırlarına hapsetmek demektir ve bu sınırlar içinde oluşturulan her politika yaşamdan, somut koşullardan kopuk olacağı birtakım soyut ideolojik ilke ve yaklaşım biçimlerine göre şekilleneceği için başarısızlığa uğramaya mahkümdur. (2) Nitekim onlar
açısından sol’un içinde yaşadığı yenilginin temel nedenlerinden biri de budur. Bu nedenle Bernstein’a (3)
rahmet okutacak biçimde güncel gelişmelere, günlük kazançlara endekslenmiş bir çizgiyi temel haline
getirmişlerdir. Bu anlamda şunu söylemek yanlış olmayacaktır: Postmodernizm salt emperyalizmin yeni
politikalarının felsefesi değil, aynı zamanda yenilginin yarattığı tüm sapkınlıkların, yılgınlığın, kaçkınlığın, teslimiyetçiliğin yanı sıra, klasik reformist-revizyonist, legalist anlayışların, kısacası sınıflar mücadelesinin tüm döküntüleri postmodernizmin şemsiyesi altında kendine yeni bir ideoloji ve felsefe, en önemlisi de yeni bir yaşam alanı bulmuşlardır.
Diğer yandan, sol’da karşımıza çıkan tavırlardan biri de “elbette ki geçmişteki (örneğin 12 Eylül öncesi veya 90’lar) gibi dar bakmıyoruz, öyle düşünmüyoruz” türünden, ne anlama geldiği belirsiz veciz sözler eşliğinde gündeme gelen “olgunlaştık” mesajlarıdır.
Burada tabii ki şu ayrımı yapmak gerekiyor: Bu sözlerin sahipleri kendi kişisel durumlarını ifade etmek için bunları söylüyorlarsa, kendi gelişimlerini ifade ediş çabası olarak ele alınabilir ve bu noktada hoş görülebilir. Öyle ya, bu sözü söyleyen bir insanın 12 Eylül önceki veya 90’larda ki ideolojik düzeyi düşük, deney-tecrübe birikimi yetersiz olabilir. Geçen sürede de bu insan kendini geliştirmiş, ideolojiyi daha iyi kavramış ve pratikte daha fazla deney-tecrübe sahibi olmuştur. Bu anlamıyla geçmişe oranla meselelere daha bilgili ve tecrübeli bakar duruma gelmişlerdir, ufukları genişlemiştir ve bu noktada, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir sorun yoktur.
Ancak biz bunu iyi niyetli yorum ve yakıştırmalarımıza karşın, bu tür sözlerle yapılan bir girişin ardından
kişisel gelişim öyküleri değil, ideolojilerin inkarı gelir. “Kurtulduk” denilen “darlık” bilgisizliğin, tecrübesizliğin yarattığı kişisel “darlık”lar değil, geçmişte sahip olunan “ideolojik bakışların yarattığı “darlık”tır. Solun önemli bir kesiminde olgunlaşmanın kıstası ideolojik bakışlardan kurtulmuş olmaktır artık. Sol, ideolojik bakıştan kurtulduğu ölçüde bilgisinin, deney ve tecrübesinin zenginleştiğine inanmaya başlamış ve seslendiği kesimleri de bilgilerinin, deney ve tecrübelerinin ancak bu yolla zenginleşeceğine inandırmaya çalışan bir çizgiye gelmiştir.
İdeolojik bakıştan kurtulmayı olgun ve geniş bakmakla özdeşleştiren sol bu tavrıyla salt ideolojiden
kopmuyor. Bu kopuş aynı zamanda tarihledir ve en önemlisi, bu kopuşun sınıflar mücadelesinde şu veya bu hızda karşı saflara geçişle sonuçlanacak bir kopuş olmasıdır. İdeolojilerinden ve tarihlerinden kopanların gelecekleri de yoktur, olmamıştır.
Başlangıçta da vurguladığımız gibi, bugün Türkiye’de sol’un önemli bir kesimi ideolojisinden, tarihinden kopma sürecindedir ve kimileri açısından bu süreç tamamlanmıştır diyebiliriz. Sürecin karşımıza çıkardığı en önemli sorun ve tehlike budur.
En somut biçimleriyle karşımızda olan, emperyalizm ve oligarşinin her türlü felsefi, ideolojik ve politik
yöntemlerle destekleyip geliştirdiği bu “tehlike” karşısında ideolojiye ve tarihimize daha bir sıkı sarılmak gerekiyor. Elbette ki ideolojinin dogmalaştırılması veya tarihin efsaneleştirilmesi de ciddiye alınması gereken ayrı bir yanlışlık-çarpıklıktır. Ancak bu durum ideolojisiz, tarihsiz kalma ile karşılaştırılamaz. Bu çok daha farklı bir durumdur. Burada artık tamamlanması gereken bir eksiklik, düzeltilmesi gereken bir çarpıklık değil, varlık-yokluk sorunu vardır karşımızda. Bu nedenle ideolojiye ve tarihe sahip çıkma sorunu bugün devrimciler açısından öncelikli bir sorundur.
İdeoloji ve tarih denilince kimsenin yeni Amerikalar keşfetme veya tarihi yeniden yazma durumu yoktur. İdeolojiden kasıt Marksizm-Leninizm’dir; tarih ise dünya ve ülkemiz sınıflar mücadeleleri tarihidir. Görev bu ideolojinin ilke ve yöntemlerine bağlı kalarak sınıflar mücadelesi tarihinden çıkarılan dersler ışığında ülkemiz devriminin yolunu netleştirmektir.
Bu noktada da ilk adımları atma durumunda değiliz. Ülkemiz devriminin yolu, yıllar boyu süren bir
tartışmanın konusudur ve bu konuda belli ayrımlar-netleşmeler ortaya çıkmıştır. Bugün bizler açısından devrimci mücadele de belli bir çizginin sürdürücüsü ve bu çizginin biçimlendirdiği bir geleneğin parçasıdır. Bu anlamıyla bizler açısından boşlukta, arayış içinde olan bir kimlik söz konusu değildir ve hiçbir zaman da böyle bir şey söz konusu olmamıştır.
30 Mart’ın yıldönümünde ideoloji ve tarihe sahip çıkmanın bir parçası olarak THKP-C’nin ülkemiz devriminde sahip olduğu rolü ideolojik-politik-örgütsel yönleriyle ele almanın yaşadığımız sürecin sıkıntı ve sorunları, görevleri tüm sol’u kapsaması gerektiğine inandığımız çözüm arayışlarına hizmet etmelidir.
KIZILDERE BİR KAHRAMANLIK DESTANI MIDIR?
Kızıldere Türkiye devriminin manifestosudur. Bunun anlamı nedir?
Kaba bir bakışla ele alındığında, Kızıldere 10 devrimcinin bir köy evinde kuşatılması ve ellerindeki
rehinelerle birlikte tank-top-mitralyözlerle katledilmesidir. Burada bir manifestodan değil, oligarşinin vahşice gerçekleştirdiği bir katliamından söz edilebilir. Şehitlerin değeri, onların yiğitlikleri, cesaretleri, fedakârlıklar vb. ayrıdır; bu katliamdan siyasi-stratejik bir anlam, bir manifesto çıkarmak çok daha farklıdır.
Evet, kaba bir bakışla ele alındığında böyle bir sonucun çıkarılması kaçınılmazdır ve sol’un önemli bir kesimi de 30 Mart’ı bu şekilde ele almış, Kızıldere denilince, orada katledilen 10 devrimcinin yiğitliği-cesareti vb. ön plana çıkarılmıştır. Tabii ki bu türden tavırlar bilinçli-bilinçsiz Kızıldere’nin siyasi anlamını-boyutunu gizleme çabalarına da hizmet eder bir misyon görmüştür.
Bu yaklaşımların tersine, Devrimci Hareket 30 Mart’ı bir katliam ve şehit edebiyatı çerçevesinde ele almanın 71 devrimci atılımının ve özelde THKP-C’nin siyasal-tarihsel misyonunu gözden kaçırmaya çalışan egemen sınıflara dolaylı bir destek sonucunu yaratacağını görmüş ve başından itibaren Kızıldere’yi bu çerçevenin dışında ele almaya çalışmıştır. Şehitlerimizi kahramanlaştırmak işin kolayıydı. Zor olan onları yaratan çizgiyi ortaya çıkarmak ve anlamaktı. Kızıldere’nin manifesto olarak ele alınması bu çerçevede görülmek ve
kavranmak zorundadır.
30 Mart Türkiye devriminin manifestosudur ve THKP-C’nin ideolojik-politik tezlerinden, pratik çizgisinden ayrı düşünülemez. Bu, etiyle-kemiğiyle Türkiye devrimini düşünenlerin, Türkiye devrimini masa başlarında burjuvazinin nabzına göre şerbet vererek değil, elde silah sokaklarda, dağlarda yaratmaya çalışanların; halkı küçümseyip hor görenlerin değil, gücüne ve yaratıcılığına inananların, Türkiye devriminin çıkarları için
ölümü göze alabilecek kadar ideolojik-politik ve kişisel güvene sahip olanların manifestosudur.
“Bu manifesto, devrimciliği boş zamanların meşgalesi olmaktan çıkarıp bir yaşam biçimi haline getirmeyi; devrimci mücadeleyi günlük politikaların batağında yuvarlanan ilkesiz, kuralsız bir kör dövüşünden çıkarıp iktidar hedefli bir kavgayı örgütlemeyi; burjuva politikalarının kuyruğunda dolaşma yerine atak ve cesur hamlelerle gündemi belirlemeyi öngörür.
Manifesto deyince aklına yazılı bildirgeler gelen ansiklopedik bir yaklaşım tarzı açısından (4) Kızıldere
eylemini bir manifesto olarak ele almak anlaşılmaz, hatta bilimi-kavramları alt üst eden “popülist” bir
yaklaşımdır. Ancak sorunu bu şekilde ele almanın, olayların özünü göremeyip görüntüden hareket edenlerin ideolojik-siyasal çapsızlıklarını ve en hafif deyimiyle yüzeyselliklerini ört bas etme çabasından başka bir şey olmadığını burada vurgulamamız gerekir. Marks’ın da vurguladığı gibi, şeylerin görüntüsü ile özü aynı olsaydı her türlü bilim gereksiz olurdu.
Kızıldere neden bir eylem olarak değil de, ideolojik-siyasal bir manifesto olarak ele alınmalıdır? Bu sorunun cevabı yukarıda aktardığımız iki paragrafta verilmektedir aslında. Bu iki paragraftan çıkarılması gereken
sonuç şudur: Kızıldere ülkemizde solculuğun yeniden tanımlanmasıdır. Bu tanım “geleneksel” solculuk
anlayış ve pratiğinin reddedilip yerine “devrimcilik”in konmasıdır.
Bunun nasıl yapıldığı ise Kızıldere’deki kuşatma ve katliamın sınırlarına hapsolunarak anlaşılamaz.
Kızıldere’ye bir süreç yaşanarak gelinmiştir. İdeolojik-siyasi çizginin netleşip kendini ifade etmeye başladığı ve bu doğrultuda kendini pratikten geçirdiği bir süreç vardır Kızıldere’nin arka planında. Kızıldere bu sürecin yarattığı değer ve kazanımların bir manifesto olarak ve en yüksek perdeden, haykırılarak Türkiye ve dünya halklarına ilan edilmesidir.
THKP-C VE GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN BİR YOLUN BAŞLANGICI
1971 devrimci hareketi ülkemizde geri dönüşü olmayan bir süreç başlatmıştır. Böylesi bir sürecin
başlatılmasında THKO, TKP/ML gibi hareketlerin de yadsınamaz öneme sahip rolleri vardır. Ancak asıl olarak önder rolü oynayan, sürecin ideolojik-siyasi farklılığını, özgünlüğünü yaratan bizzat THKP-C’nin kendisidir.
Bu iddianın temellerini açmadan önce belirtilmesi gereken çok önemli bir noktayı vurgulamak gerekiyor: 71 hareketi bugüne kadar sol’un büyük kesimi açısından “kendi tarihini yüceltme” veya “kendine bir tarih
yaratma” platformu olmuştur ve bu anlamıyla, 71 devrimci hareketi için söylenmedik şey kalmamıştır. Kimi zaman küfürler edilip yerin dibine batırılmıştır, kimi zaman yere göğe sığdırılmayıp kutsallaştırılmıştır. Ki bazen bu batırma veya yüceltme işini yapanların da değişik zamanlarda aynı özneler olduğu görülmüştür.
Mal-mülk, miras kavgası olarak biçimlenen 71 değerlendirmelerinin, bu tarihsel dönemin özünü
yakalayabilmesi, ideolojik-siyasi çizgisini kavrayıp derinleştirmesi düşünülemezdi. Kapitalizmin bu iğrenç (mal-mülk kavgası) hastalığı sol içerisinde de kendi doğal sonuçlarını yaratmış ve tarihe bakışta yoz-çürümüş, sahip olma güdüsüne dayanan tavır ve davranışlar belirleyici duruma gelmiştir. Önemli olan bu “mal”a sahip çıkıp mülkü kimseye kaptırmamaktı.
Bu mal-mülk, miras kavgasının nasıl geliştiği ve sonuçları herkes tarafından aşağı yukarı bilindiğinden
ayrıntısına girmek gereksiz olacaktır. Daha sonra ele alacağımız üzere, THKP-C geleneği de bu mal-mülk,
miras kavgasının bir alanı olmuş ve değişik gruplar THKP-C adıyla, onun siyasi-ideolojik çizgisini savunma adına faaliyet yürütmeye çalışmışlardır.
THKP-C olgusunu temel özellikleri ve tezleriyle kavramadan bu farklılıkları -gruplaşmaları kavramak zordur, hatta imkansızdır. Ki bu bir yerde kendimizi, tarihsel gelişimimizi ve bugünümüzü kavrama çabası olarak ele alınmalıdır. Özellikle de her yenilgi döneminde “yeni” ve “değişik” biçimlerde ortaya çıkan tasfiyeci dalgaların yarattığı tahribat böyle bir kavrama çabasını daha acil ve yaşamsal hale getiriyor.
Bugüne kadar THKP-C’nin değişik tanımlamalarına tanık olmuşuzdur. Yukarıda da vurguladığımız gibi, bu tanımlardan yola çıkıldığında, bugüne kadar yapıla geldiği gibi THKP-C’yi yerin dibine batırmak da mümkündür, göğe yükseltmek de. Oysa ülkemiz devrimci hareketinin, tarihini batırma veya göğe çıkarmaya değil, yerli yerine oturtmaya ihtiyacı vardır. Çünkü her iki tavır da tarihten kopuşun, tarihle kendi arasına mesafeler konulmasının göstergeleridir. Tarihle aramıza mesafeler koyarak o tarihi geliştirip sürdürmenin olanağı yoktur. THKP-C olgusunu da bu bağlamda ele almalı ve onu yerin dibine batırarak veya göğe yükselterek aradaki bağları koparacağımıza, onu anlamanın, onu sürdürmenin, onu geliştirmenin olanaklarını yok edeceğimizi unutmamalıyız.
Ki bu noktada tarihle bağları koparmanın kişilerin iradesine bağlı olmadığını da ayrıca vurgulamak gerekir. Çünkü tarih tüm sübjektif direnişlere, zorlamalara, inkârlara karşın kendi hükmünü yine de yürütüyor ve kaybedenler hep bu tarihin derslerini, özünü yakalayamayan yapılar-iradeler oluyor. Tüm redlere, inkarlara ve bağnazca savunuculuklara karşın kendi gerçeklikleriyle hükmünü yürüten tarih ortaya trajikomik denilebilecek bir manzara yaratıyor. Günümüzdeki siyasi yapılaşmaların gelişimlerine, bugün söylediklerine ve yaptıklarına kabaca göz attığımızda bunu daha iyi görürüz.
Ayrıntısına girmeden şunu da belirtmek gerekir: THKP-C’ye bakışı ve şu andaki konumu ne olursa olsun, bu hareketin ideolojik-siyasi çizgisinden etkilenmeyen, siyasi pratiğine öykünmeyen bir yapı-anlayış yoktur. Hemen tüm yapılarda THKP-C’nin temel belirlemelerinden, pratik deneylerinden izler bulmak mümkündür. Keza diğer boyutuyla ele alındığında da, kimi grupların, kağıt üzerinde ne denli THKP-C’yi doğru bulduğunu, şu veya bu şekilde savunduğunu iddia etseler de, bu türden yapı ve anlayışların hiçbirinin THKP-C’yi zerre kadar anlamayan, sahiplenmelerini, savunmalarını günlük çıkarlar-politikalar temelinde bir propaganda aracı olarak gündemde tutan yapı ve anlayışlar olduğu görülecektir. Ki bugün düştükleri trajik durumlar bunun en somut göstergesidir.
Sonuç olarak, tarihimizden kopmak istemiyorsak, bu tarihi geliştirip devam ettirmek istiyorsak öncelikle bu tarihi çok iyi bilmemiz ve bir yere oturtmamız gerekir. Bu konuda oldukça dezavantajlı bir durumda olduğumuzun da bilincinde olmalı ve bu bilinç, bizi tarihe bakışta bin kat daha ciddi olmaya yöneltmelidir. Çünkü karşımızda anlaşılamamanın da ötesinde çarpıtılan, kuşa çevrilen bir tarih var ve biz bu tarihi irdelemek, onun barındırdığı özü bulmak zorundayız.
Bunu nasıl yapacağız? Her irdeleme, arayış çabasında olduğu gibi, burada da karşımıza yöntem sorunu çıkar. Yöntem sorununda yapılan en küçük bir yanlış ise bizim bu tarih karşısında yeniden trajik konumlara düşmemizi getirecektir. Ki bu üst üste tekrarlanan trajedilerin komediye dönüşmesidir.
Bir siyasi hareketi anlaşılmaz kılmanın, dahası tasfiyeye tabi tutmanın temel yolu onu kendi bütünselliğinden, tarihsel koşullarından koparmaktır. Ve bugün 71 devrimci hareketinin, özelde THKP-C’nin değerlendirmelerinde ortaya çıkan kargaşanın temel nedeni budur. Bu çarpık yöntem her türlü tasfiye çabasının altında yatan en önemli olgudur. Yöntemdeki bu sakatlık görülmeden, etkisiz kılınmadan Türkiye devrimci hareketinin tarihini de ve özel olarak THKP-C olgusunu da gerçek yönleriyle tanımlayabilmek zordur.
Bu noktada bir tartışma-irdeleme sürecinde temel olarak ele alınabilecek belli başlı olguları şu şekilde sıralayabiliriz:
* THKP-C’nin sahip olduğu ideolojik-siyasi çizgi, tüm dünya devrim deneylerinin en önemli derslerinin (dönemin, mücadele koşullarının yarattığı eksikliklerle birlikte) ülke koşulları ışığında biçimlendirilmesidir.
* THKP-C ülke koşullarını diyalektik bir yöntemle tarihsel gelişimi içerisinde irdeleyip somut bir ülke tahlili yapabilen ülkemiz sol hareketleri tarihinde en ciddi ve bilimsel harekettir.
* THKP-C ideolojik-siyasi çizgi olarak, pratik olarak ülkemiz sol’unun dünyaya açılması, kendi dar ilişki ve bağlantılarından (ideolojik-siyasi, örgütsel) kurtulması ve enternasyonal kimlik kazanmasının ilk adımıdır.
* Ve yukarıda vurguladığımız gibi, THKP-C devrimciliğin, solculuğun ülkemiz koşullarında yeniden tanımlanması, bir kimlik oluşturulmasıdır.
Bu belirlemelerin birer yüceltme değil, THKP-C’yi gerçek yerine oturtma çabamızın bir gereği ve ön şartı olduğunu belirtmemiz gerekir. En temel konularda THKP-C’nin ilk ve büyük bir adım olduğunu söylemekle, bu ilk adımın her şeyiyle tamamlanmış, eksik ve yetersizliklerden muaf olduğunu söylemek ayrı şeylerdir. Bugüne kadar yapılanların tersine, ne bu ilk adımı ve büyüklüğünü inkar etmek, ne de bu ilk adımın tabu haline getirilmesine çalışmak devrimcilerin tavrı olamaz. Bu türden tavırlar yukarıda da vurguladığımız gibi, bir yanıyla tarihi inkar etmektir; diğer yanıyla tarihi tabulaştırmaktır. Her ikisinin doğal sonucu da tarihle bağlarını koparmak, tarihten alınması gerekenleri görmemektir. Tam da bu noktada, tarihin postmodernist bakış açısından bir saldırı-sızma kapısı olduğunu vurgulamalıyız. Postmodernist yaklaşımların temel hedefi tarih ve dolayısıyla gelecek karşısında duyarsızlaşmış bilinç(sizlik)tir.
THKP-C İLE BAŞLAYIP SÜREN HESAPLAŞMAYI BUGÜNE TAŞIMALIYIZ
Öncelikle Mahir Çayan tarafından formüle eden THKP-C tezlerinin burjuva-küçük burjuva anlayışlarla sürdürülen bir hesaplaşma içerisinde biçimlendiği dikkate alınacak temel bir olgu olarak akılda tutulmalıdır. Bu hesaplaşma görülüp kendi tarihselliği içerisinde ve doğru yöntemlerle ele alınmadığında Mahir’i anlamanın da, günümüz koşullarında böyle bir hesaplaşmayı Marksist-Leninist ideoloji ve pratik adına sürdürmenin de olanağı yoktur.
THKP-C’nin ideolojik-siyasal-örgütsel temelleri, “50 yıllık revizyonist-reformist gelenek”le sürdürülen bir hesaplaşma sürecinde oluşturulmuştur. Bu hesaplaşma süreci, aynı zamanda Marksizm-Leninizm’in SBKP yayınları dışında aranması, Marksizm-Leninizm’in temel eserlerinden öğrenilmesi sürecidir. Bu noktada salt Sovyet devrimi değil, diğer devrim deneyleri de ciddi olarak gündeme alınmış ve Sovyet devrimi dışındaki diğer devrim deneylerinin gelişimleri, sonuçları incelenerek temel özellikleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. TKP-TİP revizyonizminden kopuşun bu hesaplaşma sürecinde gelişip sonuçlandığını söyleyebiliriz.
Çerçevenin bu şekilde genişlemesi, bir yandan yeni-zengin bakış açıları sağlarken, aynı zamanda tüm devrim deneylerinin özgünlükleri ile ülkemiz özgünlüğü arasındaki farklılığın görülmemesinden kaynaklanan ve ifadesini yeni ideolojik biçimlenmelerde bulan anlayışlarla hesaplaşma sürecinin başlangıcını oluşturmuştur.
Gerek Çin devrimi, gerekse de Küba devriminin yanlış yorumlanmasından ortaya çıkan küçük burjuva sapmalarla sürdürülen bu hesaplaşma THKP-C’nin oluşumundaki ikinci önemli kavşaktır. “Milli Demokratik Devrim” kavramında ifadesini bulan ve Mihri Belli etrafından kümelenen küçük burjuva milliyetçiliği ile olsun, en billurlaşmış ifadesini Doğu Perinçek’in “TİİKP”inde bulan “Campus Maocu”larla olsun, Milli Demokratik Devrim anlayışı ile fokoculuğun eklektik birliğini ifade eden THKO ile olsun, giderek netleşen farklılaşmanın zeminini oluşturan bu hesaplaşmadır.
Bu farklılaşma-ayrılıkların gerçekleşmesi sonrasında THKP-C açısından hesaplaşma sürecinin bittiği, artık safların tamamıyla netleştiği söylenebilir mi? Elbette söylenemez, ki bunu Mahir’in kendisi de ifade etmiştir: “Bu hareket revizyonizmin uzun yıllar etkin olduğu bir ortamda yeşermiş, gelişmiş ve güçlenmiştir. O yüzden işler ne kadar sıkı tutulursa tutulsun, başlangıçta şu veya bu ölçüde bu ortamın izlerini taşıyacaktır. Tersini düşünmek idealizmdir. Bu kalıntılar savaş içinde savaşıla savaşıla atılacaktır.” (Bütün Yazılar, sf.309)
Mahir’in bu belirlemesini bugüne kadar olduğu gibi parti içindeki “Yusuf-Münir” gibileri çerçevesinde kavramak bu sözlerden hiçbir şey anlamamak demektir. Burada söylenenler hesaplaşmanın devam ettiği ve hesaplaşmanın ağırlık noktasının, yapının kendi kendiyle hesaplaşması (ideolojik-politik-örgütsel) olacağı anlamındadır. Savaş içinde, mücadele içinde atılacak olan revizyonizmin kalıntıları her boyutta kavranmak zorundadır.
Kızıldere bu hesaplaşmaya geçici bir nokta koymuştur. THKP-C Kızıldere de fiziki olarak yok edilmiştir, ancak Kızıldere siyasi boyutta bir zaferin adı olmuştur. Kızıldere bir yanıyla geleneksel solculuğa ölümcül bir darbe vurmuştur, ancak asıl önemlisi burada tohumları atılan devrimcilik anlayışı ile sistemin geleceğini tehdit eden bir gelenek yaratılmasıdır.
İşte bugün THKP-C’yi aşma, bizler açısından gündemimizin asıl önemli noktası, Yusuf-Münir gibilerinin ihanetleri veya 70 sonrası ortaya çıkan tasfiyecilerin tavırları değildir. THKP-C’yi yaratan hesaplaşma asıl olarak ideolojik-siyasi boyutta devrimin Marksist-Leninist çizgisini, bu çizgiyi yaşama geçirecek örgütü ve bu mücadelenin pratiğini oluşturma noktasındaydı ve biz bu noktadan devam etmeliyiz.
Mahir yukarıya aktardığımız sözleriyle örgütlü-mücadeleye nasıl bakılması gerektiği noktasında çok net bir bakış açışı ortaya koymuştur. Mahir THKP-C’yi ele alıp onun yapısını, sorunlarını değerlendirirken, bu değerlendirmeyi son durumlarından, son teorik tespitlerinden yola çıkarak yapmamıştır. THKP-C bir tarihsellik içerisinde ele alınmış ve gelişimi de yine bir tarihsellik içerisinde görülmüştür. Revizyonizmin egemen olduğu bir ortamdan çıkan, hala bu ortamın izlerini taşıyan ve bu izlerin mücadele sürecinde atılacağını öngören diyalektik bir bakış açısı vardır karşımızda.
Mahir’in kendisinin dahi revizyonizmin izlerini taşıyoruz, bunları savaş içerisinde atacağız deyişleri ortada dururken, bugün dahi Kesintisizler de yazılanları bir papağan gibi tekrarlamak ve o tespitleri yeterli görmek her şeyden önce Marksizm’in bilimsel özüne aykırıdır.
Bu açıdan bakıldığında, THKP-C ile başlayan devrimin örgütünü yaratma süreci bitmemiştir demek zorundayız, çünkü tarihsellik içerisinde yenilgilerle, tasfiyelerle bu süreç kesintiye uğratılmış, çarpıtılmıştır. Bu süreç bilimsel temellerde devam ettirilmek zorundadır. Kesintisizler de ve Mahir’in diğer bir kısım yazılarında ortaya konan bir devrim stratejisi vardır elimizde ve biz bu stratejiyi somut koşullar ışığında geliştirmek, bu stratejiyi, oradaki Marksist özü koruyarak, bugünkü koşullara cevap veren bir boyuta ulaştırmalıyız.
Bu nasıl yapılacaktır? THKP-C çizgisi, yukarıda da belirttiğimiz üzere, Marksizm-Leninizm’in evrensel doğrularının, gerek dünya çapındaki, gerekse de ülkemizdeki sosyalizm mücadelesinin tarihsel gelişiminden çıkarılan dersler ve ülke koşulları ışığında yeniden üretilmesiyle oluşturulmuştur. Bu yeniden üretimin hedefi Marksizm-Leninizm’in evrensel doğrularını ülke koşullarında değiştirip dönüştüren maddi bir güç haline getirmektir.
Bugün aradan 40 yılı aşan bir süre geçmiştir ve bu süre içerisinde, yaşanan sosyalizm deneylerinde ortaya çıkan olumsuzluklar söz konusudur. Diğer yandan, ülkemiz koşullarında da 70 yıl öncesi ile karşılaştırıldığında oldukça büyük farklılıklar söz konusudur. Mahir’lerin veri olarak aldıkları ekonomik, siyasi, sosyal birçok temel olgu bu süreçteki gelişim ve biçimlenişleriyle büyük farklılıklar arz etmektedir.
Bugün gündemimizdeki bir yeniden üretimin ilk ve en önemli başlangıç noktaları buralarda ortaya çıkar. Birincisi, Marksist-Leninist teorinin, özellikle de yaşanan sosyalizm deneyleri ışığında yeniden üretimidir. Elbette ki sosyalizm deneylerindeki başarısızlıklar, yenilgiler bu deneylerin başlangıçtan itibaren ve bütünüyle yanlış olduğunu göstermez. Evet, sosyalizm yenilgiye uğramıştır ve bütün bu sosyalizm deneyleri, biz kabul edelim veya etmeyelim, Marksizm’in şu veya bu yorumundan yola çıkmış kendilerini yıkıldıkları ana kadar da Marksist görmüşlerdir. Elbette ki başarısız olanın, dahası ağır yenilgilere uğrayanların gerçek Marksist olduğunu bugün kimse kabul etmeyecektir. Bu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak yaşanan 70 yıllık bir sosyalizm deneyi vardır ve bu deneyler Marksist teoriyi küçümsenmeyecek ölçüde etkilemiştir. Bu etkinin başından itibaren yanlış olduğunu kimse iddia edemez. Her devrim deneyinin doğruları, yanlışları, eksik ve gelişmiş yönleriyle Marksist teori ve pratiği zenginleştiren bir işlev gördüğü birinci veri olarak ele alınmalıdır. Öncelikle tüm devrim deneylerinin, yenilgilerine ve olumsuzluklarına karşın dünya çapında sürdürülen sosyalizm-komünizm mücadelesine oldukça önemli katkılar sağladığı kabul edilmelidir. Herşeyi bir kenara bıraksak dahi, karşımıza “yenilgi”nin öğretmeliğini koymuşlardır.
Diğer yandan, her devrim deneyinin gerçekleşme ve gelişim sürecinde, bu teori ve pratiği darlaştıran, kısırlaştıran, dahası kendine bağlayan, kendi sorunlarına ve çapına mahkûm eden bir işleve sahip olduğu da bilinen bir olgudur. Devrim deneylerinin kendi özgünlükleri içinde değerlendirilemeyişi dogmatizmi, şablonculuğu-taklitçiliği yaratan ve sol’un ideolojik yetersizliklerini ortaya koyan önemli çarpıklıklardan biri olarak dün devrimcileri oldukça uğraştırmıştır. Bugün ise aynı çarpıklık bu kez tam tersi yönde, tümüyle inkarcı bir mantıkla karşımızdadır. Neredeyse tüm devrim deneyleri, kazanımları reddedilmekte, olumsuzlukları reddetme adına bütün bir tarihi silinmeye kalkışılmaktadır.
Bu anlayışın en göze çarpan yansıması başta Sovyet Devrimi olmak üzere tüm devrimlerin yanlış zaman ve mekanda ve de yanlış yöntemlerle gerçekleşip devam ettiğini iddia ederek “keşke olmasaydılar” sonucuna varmaktadırlar.
Bu inkarcılığın bir sonraki adımı ise Marksist-Leninist anlayışın reddidir. Sosyalizmin yenilgisinden, başarısızlıklarından yola çıkarak Marksizm’in bitişini, çöküşünü ilan eden burjuvazi ve burjuvazinin ideolojik saldırıları altında savrulup ezilenlerin oluşturduğu bir kesimdir bu tavrın sahipleri. Devrimcilerin böyle bir savrulmaya kapılmamız düşünülemez. Devrimciler sosyalizm deneylerinin yenilgisini, başarısızlıklarını dikkatle incelemek ve buradan sonuçlar çıkarmak ile Marksizm’in doğruluğunu, yanlışlığını tartışmanın farklılığını daha başlangıçta kavramak zorundadırlar.
Sorun, yenilenlerin “onlar zaten revizyonistti” denilerek bir kalemde silinip atılmasıyla çözülmüyor ve çözülmez de. Sorun bütün yenilgilerin kendi yenilgimiz gibi görülmesinden geçiyor. Çünkü onlar gerçekten de bizlerin, Marksistlerin yenilgisidir ve bu yenilgileri “revizyonistti”, “oportünistti” vb. diyerek üstümüzden atamayız, sahipsiz bırakamayız. Sorunun ahlaki yanını bir kenara bırakalım, önümüzü aydınlatacak en önemli dersler orada, o yenilgilerde yatıyor. Bu yenilgileri bir kenara atarak en büyük bilgi-birikim kaynaklarımızı, tecrübe hazinemizi reddetmekten başka bir şey yapmış olmayız.
Bugün sorun Marksist teorinin, yenilgileri yaratanlar da dahil olmak üzere her türlü çarpıklıktan arındırılıp gerçek özüne kavuşturulmasıdır. Bu ise öncelikle Marksizm’in olayları-dünyayı yorumlayış yöntemi olarak kavranmasıyla mümkündür. Marksizm’i birtakım kalıplara, tabulara bağlamak Marksizm’i inkar etmekten, onu idealist bataklığa sürüklemekten başka bir anlam taşımaz.
Bu anlamıyla bugün karşımızda bir öğrenme süreci vardır. Bu Marksizm’i, Marksist yöntemi öğrenme, yaşama, tarihe uygulama çabası olarak biçimlenmek zorundadır. Sorun Marksizm’in genel doğruları diye geçiştirilmeden, her tez, her belirleme, her deney diyalektik yöntem ışığında yeniden gözden geçirilmek, bugünün mücadelesine, görevlerine katkı sağlayacak biçimde yorumlanmak zorundadır. Çünkü Marksizm’i yaşatan onun değişme ve çelişkiyi temel alan ve gelişmeyi burada arayan yöntemidir. Ki bu yönteme bağlılıklarıdır ki, Marks ve Engels’e dahi kendi eksikliklerini görüp tamamlama olanağı vermiştir. Kendi kendilerini dahi bu yöntem ışığında değiştirip geliştiren Mark-Engels-Lenin’in öğrencileri olabilmenin, onların başlattığı emeğin ve insanın kurtuluş sürecini geliştirip güçlendirmenin başka bir yolu da yoktur.
İkinci nokta, bu doğruların yeniden üretileceği ülke koşullarının analizidir. 70’lerden bugüne çok büyük değişimlerin gerçekleştiği, ekonomik, siyasi yapısıyla, sosyal özellikleriyle, askeri yapısıyla farklı bir Türkiye vardır karşımızda. Mahir’in 60’ların Türkiye’sinden yola çıkarak yaptığı belirlemelerin bugünü karşıladığını iddia etmek idealizmden, dogmatizmden başka bir şey olamaz. Karşımızda ekonomik-siyasi-askeri yapısıyla, ideolojik-kültürel etkinliğiyle, dünya çapındaki geniş ilişkileri ve devrimci mücadele karşısında zengin deney ve tecrübeleriyle daha yetkin bir devlet vardır. Bunun karşısında ise yenilmiş, daha güçsüz, dağınık, ideolojik belirsizlik içinde devrimci güçler ve depolitize edilmiş, askeri darbelerle, baskı ve terörle yıldırılıp bastırılmış, düzenin sunduğu günlük yaşama bağlanmış, kurtuluşunu orada arayan, devrim alternatifi karşısında güvensiz bir kitle vardır.
Marks ve Engels’in, Komünist Manifesto’nun 1872 tarihli Almanca baskısına yazdıkları önsözde söyledikleri, bugün yapmamız gerekenler ve izlememiz gereken yöntem konusunda bizlere ışık tutacak bir içeriğe sahiptir:
“Son yirmi beş yıl içinde koşulların değişmesine karşın, Manifesto’ da geliştirilmiş olan temel ilkeler ana çizgileriyle bugün de doğrudur. Şu ya da bu ayrıntı daha doğru bir hale getirilebilir. Manifesto da açıklandığı gibi, bu temel ilkelerin pratikte kullanılması, her yerde ve her zaman tarihsel durumlara bağlıdır… ”
Gerek Marksist-Leninist ideolojide bir netlik yakalamanın, gerekse de bu ideoloji doğrultusunda ülkemiz devrimini biçimlendirmenin ön koşulları bunlardır. Ve bizim bugün Mahir’lerden bu konuda da alacağımız önemli dersler vardır. THKP-C’nin o günkü koşullarda bir netliğe ulaşıp parti olması ve mücadeleye atılması bir anda gerçekleşmemiştir. Bunun öncesinde 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren süren bir ideolojik mücadele dönemi vardır ve bu dönemde tüm dünya devrimleri, ekonomik-siyasi boyutlarıyla ülke tarihinin incelenmesi vardır. Bütün bunlar 71 devrimciliğinin büyük bölümünü oluşturur ve temelleri de burada yatar.
Yenilgilerle, tasfiyelerle dağılmış, dağıtılmış güçleri yeniden toparlamanın, birleştirip netleştirmenin yolu yeni bir hesaplaşma sürecinden geçmektedir. Hesaplaşmanın bir yönü emperyalizm ve oligarşiye karşıdır: Devrimi savunmak ve pratikte devrimin görevlerini yerine getirme çabasını örgütlü ve programlı bir şekilde, ancak inatla ve dirençle sürdürmek olarak biçimlenmek zorundadır bu görev.
DİPNOTLAR:
(1) İdeolojinin nasıl kavrandığı bu noktada çok önemlidir. Bugün “ideoloji” ile aralarında sınırlar oluşturanlar açısından ideoloji her şeyden önce bir sınıfsallığı ve yöntemi değil, tıpkı bir din gibi katı kuralları-dogmaları olan bir inanç sistemini ifade etmektedir. Ki bu bakışlarının da bugün veya çok yakın geçmişte şekillendiğini söyleyemeyiz. En “ideolojik” ve en “devrimci” oldukları dönemde de ideolojiyi bu şekilde kavramışlardır, yani “ideoloji” onlar açısından hep bir inanç sistemi olmuştur ve bugün bunu fark etmişlerdir. Ancak burada yeni bir hata daha yapıp ideolojiyi bir inanç haline getiren kendi çarpık kavrayışlarını sorgulama yerine ideolojiyi sorgulamaktadırlar.
(2) Her olayda ve hemen başarı arama anlayışı iş bitiriciliğin, günlük çıkarları temel almanın bir sonucu olarak bizim içimizde de değişik biçimlerde kendini göstermiştir. Şu veya bu kişinin tavrı olarak görülmesine karşın, bu anlayışın felsefi düzeyde bir anlamı, bir karşılığı vardır. Emperyalist ideologlar her şeyi, hemen o an verdiği sonuçlarla ölçmeyi bir davranış biçimi haline getirmeye çalışırken aslında geleceği kurmaya yönelik uzun vadeli düşünce alışkanlığını, yöntemini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
(3) Revizyonizmin babası olarak bilinen Bernstein de tıpkı bugünküler gibi önce “Marks’ın bazı düşüncelerinin zamana, koşullara uymadığını ve koşullar ışığında yeniden değerlendirilip “revize” edilmesi gerektiğini ileri sürerek işe başlamıştır. Sonuçta vardığı yer “hareket her şey, nihai hedef hiçbir şey” özdeyişinde ifadesini bulan mücadelenin uzun vadeli hedeflerini, devrimi bir kenara atıp günlük hareketlere (gelişmelere) endekslenmesidir. Bunun anlamı burjuvazi ile barış içinde bir arada yaşamadır, reformlarla yetinmedir.
(4) Manifestonun sözlük anlamı bildirgedir.
Şemdin Şimşir
27 Mart 2017