ŞİMDİ MAHİR OLMA ZAMANI …

Şimdi Mahir olma zamanı…

KIZILDERE DEVRİMCİLİĞİN TANIMLANIŞIDIR

 

Faşist baskıların tırmandığı, ülke ve coğrafinin kan golüne dönüştüğü bu günlerde ülke hızla bir bataklığa ve kan golüne dönüşüyor. Diğer yanda da yani başımızda yükselen Rojava devrimi yeni yaşam ve yeninin müjdecisi oluyor. Böylesi tarihsel bir dönemde bir 30 Martı daha karşılıyoruz. 30 Mart Kızıldere’yi anarken tamda bugün Mahir’leşmenin zamanı…

 

Kızıldere’ye giden yol THKP-C’nin Marksist-Leninist ideoloji ve pratiğin evrensel tezleri ve ta­rih­sel deneyleriyle ülkemiz solu ara­sın­daki (50 yıllık bir aradan sonra) ilk ve en geniş kapsamlı buluşması­dır. Bu buluşma­nın somut ifadesi olan THKP-C ile ideolojide, politika­da, örgüt anlayışında, mücadele tarz ve temposunda yeni açılımlar sağ­lan­mış, devrimci mücadele ve dev­rim­ci kimlik bir anlamda köklü biçim­de yeni baştan tanımlanmıştır, THKP-C bu noktada Marksizm-Le­nin­izm’in evrensel tezleri ışığında ül­ke devrimini hedefleyen, bu ülkenin ko­­şullarından yola çıkan, iktidar bilin­ci­­ne sahip yeni bir devrimcilik anlayı­şı­nın

oluştu­rulmasıdır, bunun ideolo­jik-siyasi-örgütsel temellerinin atıl­ma­sıdır.

Marksizm’in yaşamın tüm alanla­­rını diyalektik yöntem ışığında ele a­lıp olay ve olguları bilimsel bir temel­de tanımlaması karşısında, emper­ya­lizmin hedefi yaşamın her alanına post­modernist bir yaklaşımla yeni­den müdahale etmek ve Marksizm’in ta­nımladığı her olgu-olayı yeniden ta­nımlamak, daha doğrusu tanımla­namaz hale getirmektir. Emperyalizmin kü­re­selleşme politikalarının felsefe­si, ideolojisi postmodernizmdir ve bu felsefenin bütün işlevi ve hedefi tek bir kelimeyle özetlenebilir: Anti-Mark­sizm!

Bu anla­mıyla, emperyalizmin bugün yaptığı her yeni tanım, ortaya attığı her yeni kav­ram Marksizm’e, bilime, sınıflar mü­cadelesine ve ezilen halklara yö­nelik bir saldırı olarak ele alınmak zo­­rundadır. Küreselleşme adı altında bi­çim­­lendirilen bu saldırgan politika­la­­ra karşı mücadele etmenin ve sü­reç içinde boşa çıkarmanın asgari ko­şu­lu ise ideolojik planda sağlam bir duruşa sahip olmaktır.

Bu sağlam duruşu oluşturması ge­reken “sol”un durumu ise ne yazık ki genel olarak ümit vermeyen bir durumdadır. Çün­kü sol’un önemli bir kesimi em­per­yalist ideologlarla yarışırcasına i­deolojiyle, tarihle, kültürel değerlerle ve en ilginci de toplumun temel dina­mikleriyle ilişkisini kesmeye çalış­mak­­tadır. Asıl ilginçlik de bu noktada or­­taya çıkmakta, sol bunu bir güçlen­me politikası olarak uygulamaktadır.

Evet, bu gariplik bugün sol’un ö­­nemli bir kesimine damgasını vur­­mak­­tadır. Sol’un önemli bir kesimi

ye­­nilgiden ders çıkarma adına, ideolo­jiyle, tarihle, kültürel değerlerle, bi­limle ve sınıflarla-toplumun temel

di­na­mikleriyle arasına bir duvar ör­mek­te ve duvarın gölgesinde yaşam alanları aramaktadır. Yada geçmiş sahipleniliyor görünümü altında, onun içerisini boşaltmakta, hiçleştirme çabasında.

Burada böyle bir rotaya girmiş o­­lan kesimlerin önemli bir özelliği or­ta­ya çıkıyor, o da bu kesimlerin artık

sı­nıf­­lar mücadelesini ve devrimi de­ğil, siyasi varlıklarını koruyup yaşat­mayı amaçlayan bir çizgiyi temel

ha­­li­­ne getirmiş olmalarıdır.

Bu nedenle sol’un büyük bir kesiminde “ideolojik” davranmak küçüm­senen, reddedilen bir tavır olmuştur. İdeolojiyi reddeden sol’un bugünkü göz­de kavramı “politika” yapmak, tak­­tikler belirlemektir. İdeolojiden, ide­­olojik tavırlardan sıyrılmayı tecrü­be­­nin, bilginin ve en önemlisi de si­ya­si olgunluğun olmazsa olmaz gere­ği ve temeli olarak ele alanlar açı­­sın­dan politikanın anlamı, 10-20 yıl ön­cesine göre çok farklıdır. Artık “po­litika” bu kesimler açısından bir sınıf­sallığın ifadesi olan ideolojik bir te­mel­de değil, günlük gelişmelere ve o günün güçler dengesine göre şe­kil­­lendirilmektedir. Hedeflenen uzun va­deli sınıfsal çıkarlar değil, kısa va­deli-günlük grupsal (hatta bireysel) çıkarlardır.

İdeolojik davranmak, politikayı bir i­­deolojinin “katı-kaba-mekanik” (1) sı­­­­­­nırlarına hapsetmek demektir ve bu sınırlar içinde oluşturulan her poli­ti­ka yaşamdan, somut koşullardan ko­­puk olacağı birtakım soyut ideo­lojik ilke ve yaklaşım biçimlerine göre şe­­killeneceği için başarısızlığa uğ­ra­maya mahkümdur. (2) Nitekim onlar

a­çı­­sından sol’un içinde yaşadığı ye­nil­­ginin temel nedenlerinden biri de bu­dur. Bu nedenle Bernstein’a (3)

rah­met okutacak biçimde güncel ge­lişmelere, günlük kazançlara en­deks­­lenmiş bir çizgiyi temel haline

ge­­tirmişlerdir. Bu anlamda şunu söy­­lemek yanlış olmayacaktır: Postmodernizm salt emperyalizmin yeni

po­li­­tikalarının felsefesi değil, aynı za­man­da yenilginin yarattığı tüm sap­kın­­lıkların, yılgınlığın, kaçkınlığın, tes­li­miyetçiliğin yanı sıra, klasik refor­mist-revizyonist, legalist anlayışların, kısa­­ca­­sı sınıflar mücadelesinin tüm dökün­tü­­leri postmodernizmin şemsiyesi al­tında kendine yeni bir ideoloji ve fel­sefe, en önemlisi de yeni bir yaşam alanı bulmuşlardır.

Diğer yandan, sol’da karşımıza çı­­kan tavırlardan biri de “elbette ki geç­­mişteki (örneğin 12 Eylül öncesi ve­ya 90’lar) gibi dar bakmıyo­ruz, öyle düşünmüyoruz” türünden, ne anlama geldiği belirsiz veciz söz­ler eşliğinde gündeme gelen “ol­gunlaştık” mesajlarıdır.

Burada tabii ki şu ayrımı yapmak ge­­rekiyor: Bu sözlerin sahipleri ken­­di kişisel durumlarını ifade etmek için bunları söylüyorlarsa, kendi gelişim­le­rini ifade ediş çabası olarak ele alı­na­bilir ve bu noktada hoş görülebilir. Öy­­le ya, bu sözü söyleyen bir insa­nın 12 Eylül önceki veya 90’larda ki ideolojik düzeyi düşük, deney-tec­rübe birikimi yetersiz olabilir. Ge­çen sürede de bu insan kendini ge­liş­­tirmiş, ideolojiyi daha iyi kavramış ve pratikte daha fazla deney-tecrübe sa­hibi olmuştur. Bu anlamıyla geç­mişe oranla meselelere daha bilgili ve tecrübeli bakar duruma gelmiş­­lerdir, ufukları genişlemiştir ve bu nok­tada, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir sorun yoktur.

Ancak biz bunu iyi niyetli yorum ve yakıştırmalarımıza karşın, bu tür söz­lerle yapılan bir girişin ardından

ki­şi­sel gelişim öyküleri değil, ideolo­­jilerin inkarı gelir. “Kurtulduk” denilen “dar­­lık” bilgisizliğin, tecrübesizliğin ya­rattığı kişisel “darlık”lar değil, geç­­mişte sahip olunan “ideolojik bakış­­ların yarattığı “darlık”tır. Solun önemli bir kesiminde olgunlaşmanın kıstası ide­olojik bakışlardan kurtulmuş ol­­mak­­tır artık. Sol, ideolojik bakıştan kur­tulduğu ölçüde bilgisinin, deney ve tecrübesinin zenginleştiğine inan­maya başlamış ve seslendiği ke­sim­leri de bilgilerinin, deney ve tecrü­­be­le­­rinin ancak bu yolla zenginleşe­­ce­ğine inandırmaya çalışan bir çizgi­ye gelmiştir.

İdeolojik bakıştan kurtulmayı ol­­gun ve geniş bakmakla özdeşleş­­tiren sol bu tavrıyla salt ideolojiden

kop­muyor. Bu kopuş aynı zamanda ta­rih­­ledir ve en önemlisi, bu kopuşun sı­nıf­­lar mücadelesinde şu veya bu hız­da karşı saflara geçişle sonuçla­na­cak bir kopuş olmasıdır. İdeolojile­rinden ve tarihlerinden kopanların gelecekleri de yoktur, olmamıştır.

Başlangıçta da vurguladığımız gi­bi, bugün Türkiye’de sol’un önemli bir kesimi ideolojisinden, tarihin­­den kopma sürecindedir ve kimileri a­çısından bu süreç tamamlanmıştır di­­yebiliriz. Sürecin karşımıza çıkar­dığı en önemli sorun ve tehlike bu­dur.

En somut biçimleriyle karşımızda olan, emperyalizm ve oligarşinin her türlü felsefi, ideolojik ve politik

yöntemlerle destekleyip geliştirdiği bu “teh­like” karşısında ideolojiye ve tari­himize daha bir sıkı sarılmak gereki­yor. Elbette ki ideolojinin dogmalaştı­­rılması veya tarihin efsaneleştiril­me­si de ciddiye alınması gereken ayrı bir yanlışlık-çarpıklıktır. Ancak bu du­rum ideolojisiz, tarihsiz kalma ile kar­şı­­laştırılamaz. Bu çok daha farklı bir durumdur. Burada artık tamamlan­ma­­sı gereken bir eksiklik, düzeltil­me­­si gereken bir çarpıklık değil, var­lık-yokluk sorunu vardır karşımızda. Bu nedenle ideolojiye ve tarihe sahip çık­ma sorunu bugün devrimciler açı­sından öncelikli bir sorundur.

İdeoloji ve tarih denilince kimse­nin yeni Amerikalar keşfetme veya ta­rihi yeniden yazma durumu yoktur. İdeo­lojiden kasıt Marksizm-Leni­nizm­’dir; tarih ise dünya ve ülkemiz sı­nıflar mücadeleleri tarihidir. Görev bu ideolojinin ilke ve yöntemlerine bağ­lı kalarak sınıflar mücadelesi tari­hin­den çıkarılan dersler ışığında ül­ke­­miz devriminin yolunu netleştir­­mek­tir.

Bu noktada da ilk adımları atma du­­rumunda değiliz. Ülkemiz devrimi­­nin yolu, yıllar boyu süren bir

tartış­manın konusudur ve bu konuda belli ayrımlar-netleşmeler ortaya çıkmış­tır. Bugün bizler açısından devrimci mücadele de belli bir çizgi­­nin sürdürücüsü ve bu çizginin bi­çim­­len­­dirdiği bir geleneğin parçası­­dır. Bu anlamıyla bizler açısından boş­lukta, arayış içinde olan bir kimlik söz konusu değildir ve hiçbir zaman da böyle bir şey söz konusu olma­­mış­tır.

30 Mart’ın yıldönümünde ideolo­­ji ve tarihe sahip çıkmanın bir parçası olarak THKP-C’nin ülke­miz devriminde sahip olduğu rolü ide­­olo­jik-po­li­­tik-ör­gütsel yön­­­le­riyle e­­le al­ma­nın ya­şa­dı­ğı­mız sü­recin sı­kın­tı ve so­­run­ları, görevleri tüm so­l’u ka­p­sa­­­ması ge­­rektiğine inandığımız çö­züm ara­yış­­­­la­rına hizmet etmelidir.

KIZILDERE BİR KAHRA­MANLIK DESTANI MIDIR?

Kı­zıl­de­re Tür­­kiye devrimi­nin manifestosudur. Bunun anlamı ne­dir?

Kaba bir bakışla ele alın­dığında, Kı­zıldere 10 dev­rimcinin bir köy evin­de kuşatılması ve ellerin­deki

rehi­ne­lerle birlikte tank-top-mitralyözlerle kat­ledilmesidir. Burada bir manifes­to­dan değil, oligarşinin vahşice ger­çekleştirdiği bir katliamın­dan söz e­di­­lebilir. Şehitlerin de­ğe­ri, onların yi­­ğit­­likleri, cesaretleri, fe­dakârlıklar vb. ayrıdır; bu katliamd­an siyasi-st­ratejik bir anlam, bir ma­nifesto çıkarmak çok daha farklıdır.

Evet, kaba bir bakışla ele alındı­­ğında böyle bir sonucun çıkarılması ka­­çınılmazdır ve sol’un önemli bir ke­simi de 30 Mart’ı bu şekilde ele al­­mış, Kızıldere denilince, orada katle­­di­len 10 devrimcinin yiğitliği-cesareti vb. ön plana çıkarılmıştır. Tabii ki bu türden tavırlar bilinçli-bilinçsiz Kı­­zıl­­dere’nin siyasi anlamını-boyutunu gizleme çabalarına da hizmet eder bir misyon görmüştür.

Bu yaklaşımların tersine, Devrim­ci Hareket 30 Mart’ı bir katliam ve şe­­hit edebiyatı çerçevesinde ele al­ma­­nın 71 devrimci atılımının ve özel­de THKP-C’nin siyasal-tarihsel mis­yonunu gözden kaçırmaya çalışan e­gemen sınıflara dolaylı bir destek so­nu­cunu yaratacağını görmüş ve ba­şından itibaren Kızıldere’yi bu çer­çe­venin dışında ele almaya çalışmış­­tır. Şehitlerimizi kahramanlaştırmak işin kolayıydı. Zor olan onları yaratan çizgiyi ortaya çıkarmak ve anlamaktı. Kızıldere’nin manifesto olarak ele alın­ması bu çerçevede görülmek ve

kav­ranmak zorundadır.

30 Mart Türkiye devriminin ma­­nifestosudur ve THKP-C’nin ide­­­olojik-politik tezlerinden, pratik çizgi­sin­­­den ay­rı düşü­nü­lemez. Bu, e­tiyle-ke­­miğiyle Türkiye dev­rimini dü­­şü­nen­le­­rin, Tür­kiy­e devrimi­ni masa başlarında burjuvazinin nab­zına gö­­re şer­bet ve­re­rek değil, elde silah so­­kaklarda, dağlar­da yaratma­ya çalı­­şan­­ların; halkı kü­çümseyip hor gö­­ren­­lerin değil, güc­üne ve yaratıcılığı­­na ina­nanların, Tür­­kiye devriminin çı­karları için

ölü­mü göze alabilecek ka­dar ideolojik-politik ve kişisel gü­­vene sahip olanla­rın mani­festosu­dur.

“Bu manifesto, devrimciliği boş za­­manların meşgalesi olmaktan çı­ka­­rıp bir yaşam biçimi haline getir­­meyi; devrimci mücadeleyi günlük po­litikaların batağında yuvarlanan il­­ke­siz, kuralsız bir kör dövüşünden çı­karıp iktidar hedefli bir kavgayı ör­gütlemeyi; burjuva politikalarının kuy­ruğunda dolaşma yerine atak ve ce­sur hamlelerle gündemi belirleme­­yi öngörür.

Manifesto deyince aklına yazılı bil­dir­­geler gelen ansiklopedik bir yak­­laşım tarzı açısından (4) Kızıldere

ey­­le­­mini bir manifesto olarak ele al­mak anlaşılmaz, hatta bilimi-kavram­­ları alt üst eden “popülist” bir

yakla­­şımdır. Ancak sorunu bu şekilde ele al­manın, olayların özünü göremeyip gö­rüntüden hareket edenlerin ideo­lojik-siyasal çapsızlıklarını ve en hafif de­yimiyle yüzeyselliklerini ört bas et­­me çabasından başka bir şey olma­­dığını burada vurgulamamız gerekir. Marks’ın da vurguladığı gibi, şeylerin görüntüsü ile özü aynı olsaydı her tür­­lü bilim gereksiz olurdu.

Kızıldere neden bir eylem olarak de­­ğil de, ideolojik-siyasal bir man­i­­fes­to olarak ele alınmalıdır? Bu soru­nun cevabı yukarıda aktardığımız iki pa­ragrafta verilmektedir aslında. Bu iki paragraftan çıkarılması gereken

so­nuç şudur: Kızıldere ülkemizde sol­­culuğun yeniden tanımlanmasıdır. Bu tanım “geleneksel” solculuk

anla­­yış ve pratiğinin reddedilip yerine “dev­­rimcilik”in konmasıdır.

Bunun nasıl yapıldığı ise Kızılde­re’deki kuşatma ve katliamın sınırla­­rına hapsolunarak anlaşılamaz.

Kı­zıldere’ye bir süreç yaşanarak ge­­linmiştir. İdeolojik-siyasi çizginin net­leşip kendini ifade etmeye başladığı ve bu doğrultuda kendini pratikten ge­çirdiği bir süreç vardır Kızılde­­re’nin arka planında. Kızıldere bu sü­recin yarattığı değer ve kazanımların bir manifesto olarak ve en yüksek per­deden, haykırılarak Türkiye ve dün­ya halklarına ilan edilmesidir.

THKP-C VE GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN BİR YOLUN BAŞLANGICI

1971 devrimci hareketi ülkemiz­de geri dönüşü olmayan bir süreç baş­­latmıştır. Böylesi bir sürecin

baş­la­­tılmasında THKO, TKP/ML gibi ha­­­re­­ketlerin de yadsınamaz öneme sa­­hip rolleri vardır. Ancak asıl olarak ön­­der rolü oynayan, sürecin ideolo­­jik-siyasi farklılığını, özgünlüğünü ya­ratan bizzat THKP-C’nin kendisidir.

Bu iddianın temellerini açmadan ön­ce belirtilmesi gereken çok önemli bir noktayı vurgulamak gerekiyor: 71 ha­­reketi bugüne kadar sol’un büyük ke­simi açısından “kendi tarihini yü­celt­­me” veya “kendine bir tarih

yarat­­ma” platformu olmuştur ve bu anla­­mıyla, 71 devrimci hareketi için söy­len­­medik şey kalmamıştır. Kimi za­man küfürler edilip yerin dibine batı­­rıl­mıştır, kimi zaman yere göğe sığdı­­rılmayıp kutsallaştırılmıştır. Ki bazen bu batırma veya yüceltme işini ya­panların da değişik zamanlarda aynı öz­neler olduğu görülmüştür.

Mal-mülk, miras kavgası olarak bi­­­çi­mlenen 71 değerlendirmelerinin, bu tarihsel dönemin özünü

yakala­ya­­bilmesi, ideolojik-siyasi çizgisini kav­­­­rayıp derinleştirmesi düşünüle­mez­­di. Kapitalizmin bu iğrenç (mal-mülk kavgası) hastalığı sol içerisin­de de kendi doğal sonuçlarını yarat­mış ve tarihe bakışta yoz-çürümüş, sa­hip olma güdüsüne dayanan tavır ve dav­ranışlar belirleyici duruma gel­miş­tir. Önemli olan bu “mal”a sa­hip çıkıp mülkü kimseye kaptırma­ma­ktı.

Bu mal-mülk, miras kavgasının na­­sıl geliştiği ve sonuçları herkes ta­­ra­­f­ın­­dan aşağı yukarı bilindiğinden

ay­rıntısına girmek gereksiz olacak­tır. Da­­ha sonra ele alacağımız üze­re, THKP-C geleneği de bu mal-mülk,

mi­­ras kavgasının bir alanı ol­muş ve de­­ğişik gruplar THKP-C a­dıy­la, onun si­­yasi-ideolojik çizgisini savunma a­dı­na faaliyet yürütmeye çalışmış­lardır.

THKP-C olgusunu temel özellik­leri ve tezleriyle kavramadan bu fark­­­lılıkları -gruplaşmaları kavramak zor­­­dur, hatta imkansızdır. Ki bu bir yer­­de kendimizi, tarihsel gelişimimi­zi ve bugünümüzü kavrama çabası ola­­rak ele alınmalıdır. Özellikle de her yenilgi döneminde “yeni” ve “de­ğ­­i­şik” biçimlerde ortaya çıkan tas­­­­fi­yeci dalgaların yarattığı tahribat böy­le bir kavrama çabasını daha a­­cil ve yaşamsal hale getiriyor.

Bugüne kadar THKP-C’nin deği­­şik tanımlamalarına tanık olmuşuz­­dur. Yukarıda da vurguladığımız gi­bi, bu tanımlardan yola çıkıldığında, bu­­güne kadar yapıla geldiği gibi THKP-C’yi yerin dibine batırmak da müm­­kündür, göğe yükseltmek de. Oy­sa ülkemiz devrimci hareketinin, ta­ri­hi­­ni batırma veya göğe çıkarma­ya değil, yerli yerine oturtmaya ihti­yacı vardır. Çünkü her iki tavır da ta­rih­ten kopu­­şun, tarihle kendi arasına me­safeler ko­­nulmasının gösterge­le­ridir. Tarihle ara­mıza mesafeler ko­ya­rak o tarihi geliştirip sürdürmenin olanağı yok­­tur. THKP-C olgusunu da bu bağ­­lam­­da ele almalı ve onu ye­rin dibine batırarak veya göğe yük­selterek aradaki bağları kopara­cağımıza, onu anlamanın, onu sür­dür­menin, onu ge­­liştirmenin olanak­larını yok ede­ceğimizi unutmama­lıyız.

Ki bu noktada tarihle bağları ko­par­­manın kişilerin iradesine bağlı ol­ma­­dığını da ayrıca vurgulamak ge­re­­kir. Çünkü tarih tüm sübjektif di­reniş­­lere, zorlamalara, inkârlara kar­şın ken­di hükmünü yine de yürütü­yor ve kay­­bedenler hep bu tarihin der­sle­­rini, özünü yakalayamayan yapı­lar-ira­­deler oluyor. Tüm redlere, in­kar­­lara ve bağnazca savunucu­luk­lara kar­­şın kendi gerçeklikleriyle hük­­­münü yürüten tarih ortaya trajiko­­­mik denilebilecek bir manzara ya­ra­­tıyor. Günümüzdeki siyasi yapılaş­ma­­ların gelişimlerine, bugün söyle­­diklerine ve yaptıklarına kabaca göz attığımızda bunu daha iyi gö­­rü­rüz.

Ayrıntısına girmeden şunu da be­lirt­­mek gerekir: THKP-C’ye bakışı ve şu andaki konumu ne olursa olsun, bu hareketin ideolojik-siyasi çizgi­­sin­­den etkilenmeyen, siyasi pratiği­­ne öykünmeyen bir yapı-anlayış yok­tur. Hemen tüm yapılarda THKP-C’nin temel belirleme­le­rinden, pratik deneylerinden izler bul­mak mümkündür. Keza diğer bo­yutuyla ele alındığında da, kimi grup­­­ların, kağıt üzerinde ne denli THKP-C’yi doğru bulduğunu, şu ve­ya bu şekilde savunduğunu iddia et­seler de, bu türden yapı ve anlayış­­ların hiçbirinin THKP-C’yi zerre ka­­dar anlamayan, sahiplenmelerini, sa­vun­malarını günlük çıkarlar-politi­­kalar temelinde bir propaganda ara­cı olarak gündemde tutan yapı ve an­layışlar olduğu görülecektir. Ki bu­gün düştükleri trajik durumlar bunun en somut göstergesidir.

Sonuç olarak, tarihimizden kop­mak istemiyorsak, bu tarihi geliştirip de­vam ettirmek istiyorsak öncelikle bu tarihi çok iyi bilmemiz ve bir yere oturt­­mamız gerekir. Bu konuda ol­duk­ça dezavantajlı bir durumda ol­­du­ğumuzun da bilincinde olmalı ve bu bilinç, bizi tarihe bakışta bin kat da­­ha ciddi olmaya yöneltmelidir. Çün­kü karşımızda anlaşılamama­­nın da ötesinde çarpıtılan, kuşa çev­ri­­len bir tarih var ve biz bu tarihi irde­lemek, onun barındırdığı özü bul­­mak zorundayız.

Bunu nasıl yapaca­ğız? Her ir­deleme, arayış çabasında ol­­duğu gibi, burada da karşımıza yön­­tem so­r­u­nu çıkar. Yöntem soru­nun­da ya­pılan en küçük bir yanlış ise bizim bu tarih karşısında yeniden tra­jik ko­numlara düşmemizi getire­­cektir. Ki bu üst üste tekrarlanan tra­jedilerin ko­mediye dönüşmesidir.

Bir siyasi hareketi anlaşılmaz kıl­­m­anın, dahası tasfiyeye tabi tutma­­nın temel yolu onu kendi bütün­­sel­liğinden, tarihsel koşullarından ko­par­maktır. Ve bugün 71 devrimci ha­re­ke­tinin, özelde THKP-C’nin değer­­len­­dirmelerinde ortaya çıkan karga­şa­­nın temel nedeni budur. Bu çarpık yön­tem her türlü tasfiye çabasının al­t­ın­da yatan en önemli olgudur. Yön­­temdeki bu sakatlık görülme­den, etkisiz kılınmadan Türkiye devrimci ha­­re­­ketinin tarihini de ve özel olarak THKP-C olgusunu da gerçek yönle­riy­le tanımlayabilmek zordur.

Bu noktada bir tartışma-irdeleme sü­recinde temel olarak ele alınabile­­cek belli başlı olguları şu şekilde sır­a­­layabiliriz:

 

* THKP-C’nin sahip olduğu ideo­­lojik-siyasi çizgi, tüm dünya devrim de­neylerinin en önemli derslerinin (dönemin, mücadele koşullarının ya­­rattığı eksikliklerle birlikte) ülke ko­­şulları ışığında biçimlendirilme­sidir.

 

* THKP-C ülke koşullarını diya­­lek­­tik bir yöntemle tarihsel gelişimi içe­risinde irdeleyip somut bir ülke tah­­lili yapabilen ülkemiz sol hareket­leri tarihinde en ciddi ve bilimsel ha­rekettir.

 

* THKP-C ideolojik-siyasi çizgi o­la­­rak, pratik olarak ülkemiz sol’unun dün­yaya açılması, kendi dar ilişki ve bağlantılarından (ideolojik-siyasi, ör­­gütsel) kurtulması ve enternasyonal kim­lik kazanmasının ilk adımıdır.

 

* Ve yukarıda vurguladığımız gi­­bi, THKP-C devrimciliğin, solculu­ğun ülkemiz koşullarında yeniden ta­­nımlanması, bir kimlik oluşturul­ma­­sıdır.

Bu belirlemelerin birer yüceltme de­ğil, THKP-C’yi gerçek yerine o­turt­ma çabamızın bir gereği ve ön şar­tı olduğunu belirtmemiz gerekir. En temel konularda THKP-C’nin ilk ve büyük bir adım olduğunu söyle­mekle, bu ilk adımın her şeyiyle ta­mam­lanmış, eksik ve yetersizlikler­den muaf olduğunu söylemek ayrı şey­lerdir. Bugüne kadar yapılanların ter­­sine, ne bu ilk adımı ve büyük­lü­­ğünü inkar etmek, ne de bu ilk adı­mın tabu haline getirilmesine çalış­­mak devrimcilerin tavrı olamaz. Bu tür­den tavırlar yukarıda da vurguladığımız gibi, bir yanıyla tarihi inkar et­mek­­tir; diğer yanıyla tarihi tabulaştır­­maktır. Her ikisinin doğal sonucu da ta­­rihle bağlarını koparmak, tarihten alın­­ması gerekenleri görmemektir. Tam da bu noktada, tarihin postmo­dernist bakış açısından bir saldırı-sız­­ma kapısı olduğunu vurgula­ma­lıyız. Postmodernist yaklaşımların te­mel hedefi tarih ve dolayısıyla ge­­le­cek karşısında duyarsızlaşmış bi­linç(sizlik)tir.

THKP-C İLE BAŞLAYIP SÜREN HESAPLAŞMAYI BUGÜNE TAŞIMALIYIZ

Öncelikle Mahir Çayan tarafın­­dan formüle eden THKP-C tezlerinin bur­juva-küçük burjuva anlayışlarla sür­dürülen bir hesaplaşma içerisin­de biçimlendiği dikkate alınacak te­mel bir olgu olarak akılda tutulmalı­­dır. Bu hesaplaşma görülüp kendi ta­rihselliği içerisinde ve doğru yön­­temlerle ele alınmadığında Mahir’i an­lamanın da, günümüz koşulların­da böyle bir hesaplaşmayı Marksist-Leninist ideoloji ve pratik adına sür­dürmenin de olanağı yoktur.

THKP-C’nin ideolojik-siyasal-ör­­gütsel temelleri, “50 yıllık revizyo­nist-reformist gelenek”le sürdürülen bir hesaplaşma sürecinde oluşturul­­muştur. Bu hesaplaşma süreci, aynı za­manda Marksizm-Leninizm’in SBKP yayınları dışında aranması, Mark­­sizm-Leninizm’in temel eserle­rin­­den öğrenilmesi sürecidir. Bu nok­tada salt Sovyet devrimi değil, di­ğer devrim deneyleri de ciddi ola­­rak gündeme alınmış ve Sovyet dev­­ri­­mi dışındaki diğer devrim deneyle­ri­­nin gelişimleri, sonuçları incelene­rek temel özellikleri ortaya çıkarıl­­maya çalışılmıştır. TKP-TİP revizyo­niz­­minden kopuşun bu hesaplaşma sü­recinde gelişip sonuçlandığını söy­leyebiliriz.

Çerçevenin bu şekilde genişle­­mesi, bir yandan yeni-zengin bakış a­çı­ları sağlarken, aynı zamanda tüm dev­rim deneylerinin özgünlükleri ile ül­kemiz özgünlüğü arasındaki farklı­lığın görülmemesinden kaynakla­nan ve ifadesini yeni ideolojik bi­çimlenmelerde bulan anlayışlarla he­saplaşma sürecinin başlangıcını o­luş­turmuştur.

Gerek Çin devrimi, ge­­rekse de Kü­ba devriminin yanlış yo­rumlan­­masından ortaya çıkan kü­çük bur­ju­va sapmalarla sürdürülen bu he­saplaşma THKP-C’nin oluşu­­mun­­daki ikinci önemli kavşaktır. “Milli De­mokratik Devrim” kavra­­mında ifa­desini bulan ve Mihri Belli et­rafından kümelenen küçük burjuva milli­­yet­çiliği ile olsun, en billurlaşmış ifa­­de­sini Doğu Perinçek’in “TİİKP”in­de bu­­lan “Campus Maocu”larla ol­sun, Mil­­­li Demokratik Devrim an­­layışı ile fokoculuğun eklektik birliği­­ni ifade e­den THKO ile olsun, gide­­rek net­le­­şen farklılaşmanın zeminini oluş­tu­ran bu hesaplaşmadır.

Bu farklılaşma-ayrılıkların ger­­çek­­leşmesi sonrasında THKP-C a­çı­­sından hesaplaşma sürecinin bit­­ti­­ği, artık safların tamamıyla netleştiği söylenebilir mi? Elbette söylene­mez, ki bunu Mahir’in kendisi de ifa­de etmiştir: “Bu hareket revizyoniz­­min uzun yıllar etkin olduğu bir or­tam­da yeşermiş, gelişmiş ve güçlen­miştir. O yüzden işler ne kadar sıkı tu­tulursa tutulsun, başlangıçta şu ve­ya bu ölçüde bu ortamın izlerini ta­şı­­yacaktır. Tersini düşünmek ide­alizmdir. Bu kalıntılar savaş içinde savaşıla savaşıla atılacaktır.” (Bütün Yazılar, sf.309)

Mahir’in bu belirlemesini bugüne ka­dar olduğu gibi parti içindeki “Yu­suf-Münir” gibileri çerçevesinde kav­­ramak bu sözlerden hiçbir şey anla­mamak demektir. Burada söylenen­ler hesaplaşmanın devam ettiği ve he­saplaşmanın ağırlık noktasının, ya­pı­nın kendi kendiyle hesaplaş­ma­sı (ideolojik-politik-örgütsel) olacağı an­lamındadır. Savaş içinde, müca­de­le içinde atılacak olan revizyoniz­­min kalıntıları her boyutta kavran­mak zorundadır.

Kızıldere bu hesaplaşmaya geçi­ci bir nokta koymuştur. THKP-C Kı­­zı­ldere de fiziki olarak yok edilmiştir, an­­cak Kızıldere siyasi boyutta bir za­fe­­rin adı olmuştur. Kızıldere bir ya­nıy­­la geleneksel solculuğa ölümcül bir darbe vurmuştur, ancak asıl ö­­nemlisi burada tohumları atılan dev­rim­­cilik anlayışı ile sistemin gelece­­ği­­ni tehdit eden bir gelenek yaratıl­ma­­sıdır.

İşte bugün THKP-C’yi aşma, bizler a­çı­­sından gündemimizin asıl önemli nok­tası, Yusuf-Münir gibilerinin iha­­netleri veya 70 sonrası ortaya çıkan tas­fiyecilerin tavırları değildir. THKP-C’yi yaratan hesaplaşma asıl olarak ideolojik-siyasi boyutta devrimin Marksist-Leninist çizgisini, bu çizgiyi ya­­şama geçirecek örgütü ve bu mü­­cadelenin pratiğini oluşturma nokta­­sındaydı ve biz bu noktadan devam et­meliyiz.

Mahir yukarıya aktardığımız söz­le­­riyle örgütlü-mücadeleye nasıl ba­­kıl­­ması gerektiği noktasında çok net bir bakış açışı ortaya koymuştur. Ma­­hir THKP-C’yi ele alıp onun yapı­sı­­nı, sorunlarını değerlendirirken, bu de­ğer­­lendirmeyi son durumların­dan, son teorik tespitlerinden yola çı­karak yapmamıştır. THKP-C bir ta­rihsellik içerisinde ele alınmış ve ge­li­­şi­mi de yine bir tarihsellik içerisinde gö­rülmüştür. Revizyonizmin ege­men olduğu bir ortamdan çıkan, hala bu ortamın izlerini taşıyan ve bu izlerin mücadele sürecinde atılaca­­ğını öngören diyalektik bir bakış açı­sı vardır karşımızda.

Mahir’in kendisinin dahi revizyo­­niz­min izlerini taşıyoruz, bunları sa­vaş içerisinde atacağız deyişleri or­ta­da dururken, bugün dahi Kesin­ti­sizler de yazılanları bir papağan gibi tek­­­rarlamak ve o tespitleri yeterli gör­mek her şeyden önce Mark­sizm’in bilimsel özüne aykırıdır.

Bu açıdan bakıldığında, THKP-C ile başlayan devrimin örgütünü ya­ratma süreci bitmemiştir demek zo­rundayız, çünkü tarihsellik içerisinde ye­nilgilerle, tasfiyelerle bu süreç ke­sintiye uğratılmış, çarpıtılmıştır. Bu sü­reç bilimsel temellerde devam et­ti­ril­mek zorundadır. Kesintisizler de ve Mahir’in diğer bir kısım yazıların­da ortaya konan bir devrim stratejisi vardır elimizde ve biz bu stratejiyi so­mut koşullar ışığında geliştirmek, bu st­ratejiyi, oradaki Marksist özü koru­yarak, bugünkü koşullara cevap ve­ren bir boyuta ulaştırmalıyız.

Bu nasıl yapılacaktır? THKP-C çiz­gisi, yukarıda da belirttiğimiz üze­re, Marksizm-Leninizm’in evrensel doğ­rularının, gerek dünya çapında­ki, gerekse de ülkemizdeki sosya­lizm mücadelesinin tarihsel gelişi­min­den çıkarılan dersler ve ülke ko­şul­ları ışığında yeniden üretilmesiyle o­luşturulmuştur. Bu yeniden üreti­min hedefi Marksizm-Leninizm’in ev­rensel doğrularını ülke koşullarında değiştirip dönüştüren maddi bir güç ha­line getirmektir.

Bugün aradan 40 yılı aşan bir sü­re geçmiştir ve bu süre içerisinde, ya­şa­nan sosyalizm deneylerinde or­ta­ya çıkan olumsuzluklar söz konu­su­dur. Diğer yandan, ülkemiz koşul­la­rın­da da 70 yıl öncesi ile karşılaş­tırıldığında oldukça büyük farklılıklar söz konusudur. Mahir’lerin veri ola­rak aldıkları ekonomik, siyasi, sosyal birçok temel olgu bu süreçteki ge­lişim ve biçimlenişleriyle büyük fark­­lılıklar arz etmektedir.

Bugün gündemimizdeki bir yeni­den üretimin ilk ve en önemli başlan­gıç noktaları buralarda ortaya çıkar. Birincisi, Marksist-Leninist teorinin, ö­zel­likle de yaşanan sosyalizm de­ney­leri ışığında yeniden üretimidir. Elbette ki sosyalizm deneylerindeki ba­şa­rısızlıklar, yenilgiler bu deneyle­rin başlangıçtan itibaren ve bütünüy­le yanlış olduğunu göstermez. Evet, sos­yalizm yenilgiye uğramıştır ve bü­tün bu sosyalizm deneyleri, biz ka­bul edelim veya etmeyelim, Mark­sizm’in şu veya bu yorumundan yola çık­mış kendilerini yıkıldıkları ana ka­dar da Marksist görmüşlerdir. Elbet­te ki başarısız olanın, dahası ağır ye­nilgilere uğrayanların gerçek Mark­sist olduğunu bugün kimse kabul et­me­yecektir. Bu ayrı bir tartışma ko­nu­sudur. Ancak yaşanan 70 yıllık bir sosyalizm deneyi vardır ve bu de­ney­ler Marksist teoriyi küçümsen­me­yecek ölçüde etkilemiştir. Bu etki­nin başından itibaren yanlış olduğu­nu kimse iddia edemez. Her devrim de­neyinin doğruları, yanlışları, eksik ve gelişmiş yönleriyle Marksist teori ve pratiği zenginleştiren bir işlev gör­düğü birinci veri olarak ele alın­ma­lıdır. Öncelikle tüm devrim deneyle­rinin, yenilgilerine ve olumsuzlukları­na karşın dünya çapında sürdürülen sos­yalizm-komünizm mücadelesine ol­dukça önemli katkılar sağladığı ka­bul edilmelidir. Herşeyi bir kenara bı­raksak dahi, karşımıza “yenilgi”nin öğ­retmeliğini koymuşlardır.

Diğer yandan, her devrim dene­yinin gerçekleşme ve gelişim süre­cin­de, bu teori ve pratiği darlaştıran, kısırlaştıran, dahası kendine bağla­yan, kendi sorunlarına ve çapına mah­kûm eden bir işleve sahip oldu­ğu da bilinen bir olgudur. Devrim de­neylerinin kendi özgünlükleri içinde de­ğerlendirilemeyişi dogmatizmi, şablonculuğu-taklitçiliği yaratan ve so­l’un ideolojik yetersizliklerini ortaya ko­yan önemli çarpıklıklardan biri olarak dün devrimcileri oldukça uğ­raş­tır­mıştır. Bugün ise aynı çarpıklık bu kez tam tersi yönde, tümüyle inkarcı bir mantıkla karşımızdadır. Ne­re­deyse tüm devrim deneyleri, kaza­nım­ları reddedilmekte, olumsuzlukları reddetme adına bütün bir tarihi si­linmeye kalkışılmaktadır.

Bu an­layışın en göze çarpan yan­sıması baş­ta Sovyet Devrimi olmak üzere tüm devrimlerin yanlış zaman ve me­kan­da ve de yanlış yöntem­lerle ger­çekleşip devam ettiğini iddia e­de­rek “keşke olmasaydılar” sonu­cu­­na varmaktadırlar.

Bu inkarcılığın bir sonraki adımı i­se Marksist-Leninist anlayışın red­di­­dir. Sosyalizmin yenilgisinden, ba­şarısızlıklarından yola çıkarak Mark­sizm’in bitişini, çöküşünü ilan eden bur­juvazi ve burjuvazinin ideolojik sal­dı­rıları altında savrulup ezilenle­rin oluşturduğu bir kesimdir bu tavrın sa­hipleri. Devrimcilerin böyle bir sav­rulmaya kapılmamız düşünüle­mez. Devrimciler sosyalizm deney­le­rinin yenilgisini, başarısızlıklarını dik­katle incelemek ve buradan so­nuçlar çıkarmak ile Marksizm’in doğ­ruluğunu, yanlışlığını tartışmanın fark­lılığını daha başlangıçta kavra­mak zorundadırlar.

Sorun, yenilenlerin “onlar zaten re­­vizyonistti” denilerek bir kalemde si­linip atılmasıyla çözülmüyor ve çözülmez de. Sorun bütün yenilgilerin ken­di yenilgimiz gibi görülmesinden ge­çi­­yor. Çünkü onlar gerçekten de biz­lerin, Marksistlerin yenilgisidir ve bu yenilgileri “revizyonistti”, “opor­­tünistti” vb. diyerek üstümüzden atamayız, sahipsiz bırakamayız. Soru­nun ahlaki yanını bir kenara bırakalım, önümüzü aydınlatacak en önem­li dersler orada, o yenilgilerde ya­tıyor. Bu yenilgileri bir kenara ata­rak en büyük bilgi-birikim kaynaklarımızı, tecrübe hazinemizi reddet­mek­ten başka bir şey yapmış olma­yız.

Bugün sorun Marksist teorinin, ye­nilgileri yaratanlar da dahil olmak üze­re her türlü çarpıklıktan arın­dırı­lıp gerçek özüne kavuşturulmasıdır. Bu ise öncelikle Marksizm’in olayları-dün­yayı yorumlayış yöntemi olarak kav­ranmasıyla mümkündür. Mark­­sizm’i birtakım kalıplara, tabulara bağ­la­mak Marksizm’i inkar etmek­­ten, onu idealist bataklığa sürükle­­mekten başka bir anlam taşımaz.

Bu anlamıyla bugün karşımızda bir öğrenme süreci vardır. Bu Mark­­sizm’i, Marksist yöntemi öğrenme, ya­şama, tarihe uygulama çabası o­la­­rak biçimlenmek zorundadır. So­run Marksizm’in genel doğruları diye ge­çiştirilmeden, her tez, her belirle­me, her deney diyalektik yöntem ışı­ğında yeniden gözden geçirilmek, bu­­günün mücadelesine, görevlerine kat­kı sağlayacak biçimde yorumlan­mak zorundadır. Çünkü Marksizm’i ya­şatan onun değişme ve çelişkiyi te­mel alan ve gelişmeyi burada ara­yan yöntemidir. Ki bu yönteme bağlı­­lık­larıdır ki, Marks ve Engels’e dahi ken­di eksikliklerini görüp tamamla­ma olanağı vermiştir. Kendi kendile­­ri­ni dahi bu yöntem ışığında değişti­­rip geliştiren Mark-Engels-Lenin’in öğ­rencileri olabilmenin, onların baş­la­t­tı­­ğı emeğin ve insanın kurtuluş sü­recini geliştirip güçlendirmenin baş­ka bir yolu da yoktur.

İkinci nokta, bu doğruların yeniden üretileceği ülke koşullarının ana­li­zi­dir. 70’lerden bugüne çok bü­yük değişimlerin gerçekleştiği, eko­nomik, siyasi yapısıyla, sosyal özel­likleriyle, askeri yapısıyla farklı bir Tür­kiye vardır karşımızda. Mahir’in 60’ların Türkiye’sinden yola çıkarak yap­tığı belirlemelerin bugünü karşı­­ladığını iddia etmek idealizmden, dog­matizmden başka bir şey ola­maz. Karşımızda ekonomik-siyasi-as­keri yapısıyla, ideolojik-kültürel et­kinliğiyle, dünya çapındaki geniş iliş­kileri ve devrimci mücadele karşı­sın­da zengin deney ve tecrübeleriyle da­ha yetkin bir devlet vardır. Bunun kar­­şısında ise yenilmiş, daha güç­­süz, dağınık, ideolojik belirsizlik için­de devrimci güçler ve depolitize edil­miş, askeri darbelerle, baskı ve te­rör­le yıldırılıp bastırılmış, düzenin sun­duğu günlük yaşama bağlanmış, kur­tuluşunu orada arayan, devrim al­ter­natifi karşısında güvensiz bir kit­le vardır.

Marks ve Engels’in, Komünist Ma­nifesto’nun 1872 tarihli Almanca bas­kısına yazdıkları önsözde söyle­­dik­leri, bugün yapmamız gerekenler ve izlememiz gereken yöntem konu­­sunda bizlere ışık tutacak bir içeriğe sahiptir:

Son yirmi beş yıl içinde koşulla­­rın değişmesine karşın, Manifesto’ da geliştirilmiş olan temel ilkeler ana çiz­gileriyle bugün de doğrudur. Şu ya da bu ayrıntı daha doğru bir hale ge­­tirilebilir. Manifesto da açıklandığı gibi, bu temel ilkelerin pratikte kullanılması, her yerde ve her zaman ta­rihsel durumlara bağlıdır… ”

Gerek Marksist-Leninist ideoloji­de bir netlik yakalamanın, gerekse de bu ideoloji doğrultusunda ülke­miz devrimini biçimlendirmenin ön ko­şulları bunlardır. Ve bizim bugün Ma­­hir’lerden bu konuda da alacağı­­mız önemli dersler vardır. THKP-C’nin o günkü koşullarda bir netliğe u­la­­şıp parti olması ve mücadeleye a­tıl­­ması bir anda gerçekleşmemiştir. Bu­nun öncesinde 60’lı yılların ikinci ya­­rı­sından itibaren süren bir ideolo­jik mücadele dönemi vardır ve bu dö­nemde tüm dünya devrimleri, e­konomik-siyasi boyutlarıyla ülke tarihinin incelenmesi vardır. Bütün bunlar 71 devrimciliğinin büyük bölümü­nü oluşturur ve temelleri de burada yatar.

Yenilgilerle, tasfiyelerle dağılmış, da­ğıtılmış güçleri yeniden topar­la­ma­nın, birleştirip netleştirmenin yolu ye­ni bir hesaplaşma sürecinden geç­mektedir. Hesaplaşmanın bir yö­nü emperyalizm ve oligarşiye karşı­dır: Devrimi savunmak ve pratikte dev­rimin görevlerini yerine getirme ça­basını örgütlü ve programlı bir şe­kilde, ancak inatla ve dirençle sür­dür­mek olarak biçimlenmek zorun­da­dır bu görev.

DİPNOTLAR:

(1) İdeolojinin nasıl kavrandığı bu nok­­tada çok önemlidir. Bugün “ideoloji” ile aralarında sınırlar oluşturanlar açı­­sın­dan ideoloji her şeyden önce bir sı­nıf­­sallığı ve yöntemi değil, tıpkı bir din gibi katı kuralları-dogmaları olan bir inanç sistemini ifade etmektedir. Ki bu ba­­kışlarının da bugün veya çok yakın geç­­mişte şekillendiğini söyleyemeyiz. En “ideolojik” ve en “devrimci” oldukları dö­­nemde de ideolojiyi bu şekilde kav­­ra­mış­lardır, yani “ideoloji” onlar açı­sın­dan hep bir inanç sistemi olmuştur ve bu­gün bunu fark etmişlerdir. Ancak bu­ra­­da yeni bir hata daha yapıp ideolojiyi bir inanç haline getiren kendi çarpık kav­­­­­rayışlarını sorgulama yerine ideolo­jiyi sorgulamaktadırlar.

(2) Her olayda ve hemen başarı a­ra­ma anlayışı iş bitiriciliğin, günlük çı­kar­­ları temel almanın bir sonucu olarak bi­­zim içimizde de değişik biçimlerde ken­­­dini göstermiştir. Şu veya bu kişinin tav­rı olarak görülmesine karşın, bu an­la­yışın felsefi düzeyde bir anlamı, bir kar­­şı­lı­ğı vardır. Emperyalist ideologlar her şeyi, hemen o an verdiği sonuçlarla ölç­­meyi bir davranış biçimi haline getir­­meye çalışırken aslında geleceği kur­ma­ya yönelik uzun vadeli düşünce a­lış­kan­­lığını, yöntemini ortadan kaldır­ma­­ya çalışmaktadır.

(3) Revizyonizmin babası olarak bili­nen Bernstein de tıpkı bugünküler gibi önce “Marks’ın bazı düşüncele­­ri­nin zamana, koşullara uymadığını ve ko­­şullar ışığında yeniden değerlen­­diri­­lip “revize” edilmesi gerektiğini ileri sü­­re­­rek işe başlamıştır. Sonuçta vardığı yer “hareket her şey, nihai hedef hiçbir şey” özdeyişinde ifadesini bulan müca­­de­­lenin uzun vadeli hedeflerini, devrimi bir kenara atıp günlük hareketlere (ge­­lişmelere) endekslenmesidir. Bunun an­­lamı burjuvazi ile barış içinde bir ara­da yaşamadır, reformlarla yetinmedir.

(4) Manifestonun sözlük anlamı bil­dirgedir.

Şemdin Şimşir

27 Mart 2017

Önceki İçerikHAYIR BOYUN EĞMEYECEĞİZ !!!
Sonraki İçerikKIZILDERE SON DEĞİL, SAVAŞ SÜRÜYOR !!!