Şimdi Demokratik Türkiye, özgür Kürdistan şiarıyla devrime yürüme zamanı..
Bölgede devrim hayaleti dolaşıyor..
Ama ağırlıklı olarak öncünün yetersizliği ve bunun bilincine varamamadaki ısrarı adeta “dün erkendi yarın geç olacak” deyiminin ne kadar doğru olduğunu ortaya koyuyor…
Süreç bu noktaya nasıl geldi, devrim kapımıza dayanırken bu neden yeterince görülemedi?
7 Haziran seçim sonuçlarını beğenmeyen Türk egemen sistemi yedeğine aldığı MHP ve CHP ile gerçekleştirdiği saray darbesiyle süreci işletmedi. Aslında işlemeyen 7 Haziran’ın siyasal pratik bağlamları değil, tekçi ve diktatör ulus-devlet sistemiydi. Önlerinde iki yol vardı; ya tükenen tekçi TC sistemini demokratikleştirip yeni bir sürece evrilterek halkların eşit ve özgürce birlikte yaşadığı bir sisteme kavuşturulacaktı -ki bu temellerinde sarsılmaya başlayan tekçi cumhuriyetin tamamıyla çökmesi ve egemen sınıfların, Türkiye oligarşisinin inisiyatifini tamamıyla yitirmesi anlamına gelirdi ve bu yüzden onlar için asla tercih edilir bir yol değildi.
Ya da ikinci yolu tercih edeceklerdi ve onlar da öyle yaptılar, çünkü bu ikinci yol biten tükenen tekçi mantık temelinde sitemi yenide inşa etmekti. Dün Kemalistlerin eliyle inşa edilen sistem bugün tıkandığı, bittiği yerde benzer bir yaklaşımla dinci, şeriatçı bir mantıkla yeniden inşa yoluna gidiliyor. Bunun yolu ise halklara ve özgürlüklere karşı savaşı, baskı ve terörü daha da artırmak demekti.
Barış sürecini ve görüşmeleri bitirerek özelde Kürt halkına ve onun öncüsüne karşı korkunç bir savaş başlatırken, aslında bu savaş tüm muhaliflere ve başta da devrimci demokratlara yönelikti. Aslında çökme aşamasına gelen, can çekişen tekçi cumhuriyeti yeniden toparlamak, toplumsal direnişi ve muhalefeti bastırmak, yok etmek hiç de göründüğü kadar kolay değildi. Ancak muhalefet ve toplumsal dinamikler bu dönemde siyasal yaşamlarının en büyük hatasını yaptılar dersek tam da yerin de olur. 7 Haziran seçim sonuçlarını ortadan kaldırmaya yönelen saray darbesine karşı mücadeleyi yükseltme yerine saray darbecilerinin seçim aldatmacasına ortak olundu ve böylece faşist RTE’nin de işi kolaylaştırılmış oldu.
Bu dönem doğru olan yönelim ve slogan seçim değil, örneğin, „katil Erdoğan istifa“ ya da „katilerin tiyatrosuna ortak olmayalım“ türü sloganlarla doğrudan iktidar değişikliğini hedefleyen bir yönelim olmalıyken tam tersi oldu; sivil siyaset süreci iyi okumadığı gibi, bir yandan RTE’nin oyununa alet olunurken diğer yandan da yükselen savaş ve sistemin yürürlüğe soktuğu “çökertme planı”nın da kitlelerce yeterince anlaşılmasına engel olundu. Kitleyle özgürlük mücadelesi arasına tereddüt, ikirciklik sokuldu.
7 Haziran seçimleri toplumsal muhalefeti adeta tam bir zafer sarhoşluğuna sokmuştu. Demokratik muhalefet politika üretmekten uzaklaşıp zaferlerini kutlama derdine düştü. Yetmedi; demokratik siyaset kurumları ve temsilcileri ve liberal sol kazanılan başarının salt kendi başarıları olduğunu sanıp bunun böyle süreceğini sanarak radikal mücadele ve muhalefete “akıl hocalığı“ yapmaktan hiç geri kalmadı.
Sivil siyaset ve Kürt-Türk liberallerinin, yasalcı ve reformist eğilimlerin baştan beri takındığı olumsuz tutum ve aldıkları ikircikli tavırla aslında temsil etikleri kesimlerden çok RTE’ye hizmet etiklerini ifade edersek çok da haksızlık ettiğimiz söylenemez. Eğer bugün başta Kürdistan’da, orta sınıf dediğimiz kesimler ve Türkiye’de anti RTE’ciler suskun kalıp direniş saflarında etkin yer almıyorlarsa, bunun sadece RTE saldırganlığının yaratığı sinmişlikten değil aynı zamanda liberal ve sağ siyasetlerin yarattığı yanlış ve ikircikli tutumlardan da kaynaklı olduğu unutulmamalıdır.
Bütün bunları söylerken biz, burjuva iktidarın ve liberal solun oyunlarını bozamamaktan ötürü aslında devrimci öncünün süreçteki gelişmeleri iyi okuyamama ya da okusa da kendi hazırlıksız ve yetersizliğinden dolayı en az legal siyaset kadar, hatta ondan çok daha fazla bir özeleştiriye ihtiyacı olduğunu da söylemiş oluyoruz. Gericiliğin ve karşı devrimciliğin gün be gün egemenliğini derinleştirdiği bir siyasal sürecin bütün günahını sivil siyasete yıkıp işin içinden çıkamayız.
Sürecin karakteri anlaşılamamıştır; devletin tüm kademelerini elinde tutan, faşist saray darbesiyle egemenliğini koyulaştıran bir diktatörlük seçimle devrilemez. Seçim onu meşrulaştırmak demektir. Seçimlere katılmak onun seçim oyununa alet olmaktır.
Diktatörlük, darbe diyorsak, bu belirlemelerimizde samimiysek bir diktatörün yapacağı seçim nasıl demokratik olabilir ki? Ya o diktatör değil ya da bizim yönelimimiz yanlış..
HDP ilçelerinin bombalanması, Diyarbakır, Ankara katliamları karşısında daha aktif sokak muhalefetini geliştirme yerine mitingler ve propaganda çalışmaları iptal edildi. Hâlbuki doğru tavır RTE/Saray iktidarını alaşağı etmeyi haykıran sloganlarla sokak gösterilerini ve mücadeleyi yükseltmekti.
“Seçim değil, barış hemen şimdi”, “katil Erdoğan istifa” sloganlarının ifade ettiği mücadele taktiği benimsenmedi. Böylece seçimle saray diktatörlüğünün kendisini yeniden toparlayarak baskı, tehdit ve imha siyasetinin önü açılmış oldu. Seçim oyununa katılarak saray iktidarına meşruiyet vermekle kalınmadı, bir de “sonuçlara saygılıyız” açıklamasıyla diktatör karşısında diz çöküldü.
Özyönetim direnişleri, Kürdistan şehirlerinin insanlarıyla birlikte yok edilmesi, tank, top ve uçaklarla vurulması karşısında sivil siyaset ve orta sınıf önce direniş karşıtı bir tutumla, “ne güzel gidiyordu, bu da nereden çıktı” türü söylemlerle öncelikle halkın direnişlere yaklaşımında bir ikirciklik, tereddüt yaratılar ve orta sınıfın direnişin dışında kalmasına zemin sunarak kitlenin katılımını da engellediler. Kürt ve Türk liberalleri sivil siyaset içindeki etkinlikleriyle bu direnişlerin kitleselleşmesinde ve ülke geneline yayılmasında belirleyici engel oldular, çünkü her şeye rağmen onların umutları mücadelede değil RTE’deydi.
Bununla birlikte özyönetim ilanlarına ve Kürt özgürlük hareketine yönelik başlatılan sömürgeci savaş büyük bir direnişle karşılaşınca bu kez faşist iktidarın içindeki çelişkiler hızla derinleşti. Direnişin iktidar bloku içindeki çelişkileri açığa çıkarması ve bunu çatışmaya dönüştürmesi 15 Temmuz darbe ve karşı darbe girişimiyle sonuçlandı. Faşist iktidar güçleri arasındaki ittifak parçalandı ve taraflar birbirlerine düştüler.
15 Temmuz, bir yanıyla cumhuriyetin resmi iflası ve devletin yerlerde sürünmesi olduysa diğer yanıyla da burjuva cumhuriyeti kuran onunla birlikte kendini yaşatan kemalizm’in de tükenişiydi.
Darbenin karşı darbeye dönüşmesi OHAL’le birlikte RTE/Saray iktidarının tüm topluma ve kendisine muhalif kesimlere karşı yürüttüğü tam bir cadı avına dönüştü. Çöken, yerlerde sürünen devletin yeniden inşası için saray iktidarı bütün ipleri eline aldı. Parlamento vb hepsi işlevsiz ve devre dışı kaldı. Artık tek söz ve yetki diktatör faşist RTE’nin elindeydi. Ama tarihsel diyalektik acımasızdı; diktatör ve iktidarı “ya diz çökeceksiniz, ya baş eğeceksiniz” derken hem Kürdistan’daki direniş karşısında hem de düşman ilan ettiği İsrail ve Rusya önünde diz çökmek zorunda kaldı.
Faşist Tayip Erdoğan diktatörlüğü, çöken, iflasa düşen faşist TC cumhuriyetini halklara karşı yürüttüğü savaş üzerinde yeniden var etmeye, yeniden inşa etmeye çalışıyor. Baştan beri bölgedeki çelişki ve çatışmalarda, kutsal ittifakı DAİŞ çetesi ile birlikte, yeni Osmanlıcılık hayalinin peşinde ve temel eksenini Kürt düşmanlığı üzerine kurmuş durumda.
Yeniden inşa ve diktatörlük hırsı onu var olma ya da yok olma savaşıyla yüz yüze getirdi. Kendisine alan açmak için Kürtlere karşı başlattığı katliamcı sömürgeci savaş ve Suriye müdahalesi artık iflas etmiş pratikler halinde. Bunlarla birlikte Türkiye siyasetindeki egemenliğiyle kendisini güçlü lider imajıyla uluslararası güçler nezdinde yeniden muhatap konuma getirerek ayakta kalma derdinde.
Bütün bunların ışığında;
Tayyip Erdoğan’ın iktidar hırsı, inkârcı ve tekçi zihniyetinin yol açtığı savaş ve çatışmalara karşı direniş her yönüyle meşrudur. Eğer Tayyip Erdoğan ve AKP zihniyetinin yol açtığı bu savaşı “Saray Darbesi” ve DAİŞ benzeri vahşet uygulamaları ile tanımlıyorsak, o zaman, nasıl ki “faşist darbe” karşısında direniş meşru ve haksa, bugün AKP ve Tayyip Erdoğan darbesine karşı direnmek de meşru ve haktır. Yok, biz bu sorumluk ve görevden kaçarsak bu anlayış kendini yeniden örmeyi başarırsa bizleri korkunç bir gericilik ve karanlık yıllar bekliyor demektir. Ki bu, 12 Eylül yenilgisinden beter olacak bir şekilde toplumun içine gömüldüğü gerici karanlık, yozlaşma ve çürüme, on yılları aşan bir toplumsal yaşam tükenişi ve korkunç bedellerin ödenmesi demek olacaktır.
Artık hiç kimse eskisi gibi davranamaz, yaşayamaz. Böyle davranmak siyasette arsızlık, yüzsüzlük olur. Bunca yaşananlar karşısında hala ayni cümleleri kullanıyor, aynı tarz yaşıyorsak çoktan o baş eğenlerden olmuş ya da olmaya adayız demektir.
Şimdi ” örgüt mü devrim için, devrimcilik mi örgüt için” ikileminin kendisini net ortaya konduğu bir zamandayız. Ya kendi küçük tekkelerimizi koruma derdine düşüp devrimi, hakların kurtuluşunu buna kurban edeceğiz ya da “örgüt, devrim mücadelesi için bir araçtır” deyip ayrılıklarımızı değil aynılıklarımızı öne çıkaracağız.
Mecburi istikamet bellidir:
Halkların birleşik devrimini örüp, devrime yürüyeceğiz.
Bunun başka bir yolu yok…
Hiç bir şeye geç kalmış değiliz. Devrim kapımızda ve bizlerin yapacağı çok şey var. Önemli olan süreci iyi okuyup tüm kaygı ve grupsal çıkarları bir yana iterek halkların, ezilenlerin, baskı ve zulüm altındakilerin çıkarını her şeyin önüne koyup devrime kilitlenmektir.
Bunda elde edeceğimiz başarı sadece bizim değil, genelde dünyadaki tüm ezilenlerin, baskı ve zulüm altındaki halkların direniş için moral motivasyon almasına ve mücadelelerini yükseltmesine vesile olacaktır. Özelde ise, tüm emperyalist güçlerin Suriye ve Orta Doğu’da yürüttükleri ve bölgeyi kan, gözyaşı, katliamlara boğdukları bir üçüncü dünya savaşı sürecinde bölgesel devrimin tetikleyicisi olacaktır.
Şimdi “Demokratik Türkiye, Özgür Kürdistan” şiarıyla devrime yürüme zamanı…
Yukarıda da ifade ettiğim gibi; Bunu başaramadığımız noktada, faşist Türk devletinin kendisini yeniden inşa ettiği ve hâkimiyetini kurduğu noktada hepimiz kaybedeceğiz ve gerici, karanlık, yoz, çürümüş ve soysuz bir zamanın içine düşeceğiz.
Böyle bir zaman içinde hem emekçi halklar hem gelecek kuşaklar tarafından sadece ve sadece lanetle anılacağız.
Şemdin Şimşir
12 Ekim 2016