Bir kez daha savaş gerçekliğinin siyaseti belirlediği bir sürece girdik. PKK’nin, başkentin göbeğinde, Kızılay’da Genelkurmay Başkanlığı’ndan sonra en korunaklı yer olan İçişleri Bakanlığı’na yönelik bombalı saldırısı iktidar üstünde de şok etkisi yarattı. Saldırı iktidarın dilinden düşürmediği Suriye’ye yönelik operasyonların sonuçlarının sadece Suriye ile sınırlı kalmayacağını, savaşın Türkiye metropollerini de etkisi altına alabileceğini gösterdi
Saldırının üzerinden bir hafta geçmemişti ki Filistin’deki Aksa Tufanı operasyonuyla gündem bir kez daha sarsıldı. İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırıları “olağanlaşmıştı” ama bu sefer ezber bozuldu. Gazze’de olan Gazze’de kalmamıştı. İsrail’in işgal edip yerleşimcilere açtığı bölgelere ve Tel Aviv’e uzandı. İki yıl önce geçilmez denilen hava savunma sistemi Demir Kubbe’yi delen Filistin direnişi, İsrail’e büyük bir kayıp yaşattı.
Her iki hamlenin de etkisi yayıldı, bölgedeki egemen güçler doğrudan ya da dolaylı olarak dahil oldu. TSK’nin Suriye’nin kuzeyine başlattığı operasyonlar sırasında ABD, MİT’e ait bir SİHA’yı vurarak bir sınır çekti.
Filistin’deki saldırı ise İsrail’in son yıllarda Arap ülkeleriyle girdiği ‘normalleşme’ sürecini etkiledi. Suudi Arabistan Abraham Anlaşması’nı imzalamayı erteledi. İsrail, Gazze topraklarını tamamen insansızlaştırmak istiyor ancak Mısır, Gazzelilerin Sina Yarımadası’na sürülmesine sıcak bakmıyor. Savaşın kendi topraklarına da sirayet edeceğini düşünüyor.
İran kendini hedefe koymamak adına dahlinin olmadığını söylese de direnişi meşru gördüğünü belirtmekten geri durmadı. Lübnan Hizbullah’ı ise yeni bir cephe açmamakla birlikte tarafsız kalmayacağını söyleyerek İsrail saldırılarının daha da ileri gitmesi halinde harekete geçeceği mesajını verip ABD ve İsrail açısından tehdit olmayı sürdürüyor. ABD Başkanı Biden’ın Ürdün Kralı Abdullah, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah el Sisi ve Filistin lideri Mahmud Abbas’la Ürdün’de yapacağı zirve İsrail’in hastane saldırısı sonrasında Ürdün tarafından iptal edildi.
ABD yeni bir savaş batağına saplanmamak için bir yandan İran’ın ve Hizbullah’ın savaşa dahil olmasını engellemeye bir yandan da İsrail’i Gazze konusunda biraz daha itidalli olmaya çağırıyor. Ancak İsrail’e yönelik politik, askeri ve ekonomik desteğini sürdürmekten de geri durmadı. Biden 19 Ekim’de Kongre’den İsrail ve Ukrayna’ya askeri yardım için 100 milyar dolar ek bütçe talep eden bir konuşma yaptı.
Emperyalizm bütün çıplaklığıyla karşımızda
Uzun yıllardır emperyalizmin özellikle ideolojik etkilerinin belirleyiciliği üstü örtük ve kendisini aklayan biçimde siyasete sirayet edebiliyordu. Geçmişte emperyalist merkezler olarak kodlanan ABD ve AB gibi odaklar gericilik karşısında “Batılı medeni dünyanın” temsilcisi olarak değerlendirilebiliyor hatta birtakım demokratik beklentilerin gerçekleşmesi için varlığının zaruri olduğu yanılgısı yaygınlaşıyordu. ABD’nin Akdeniz’e gönderdiği savaş gemileri, açık bir şekilde İsrail’in yanında saf tutması, AB ülkelerinde Filistin halkıyla dayanışma gösterilerinin yasaklanması, polis saldırısına maruz kalması bu odakların barış ve demokrasi konusunda sınırlarını göstermiştir. Ama en önemlisi özellikle bazı medya kuruluşlarının ve kişilerin Batılı devletlerle girdiği girift ilişkiler, direnişi itibarsızlaştıran ve İsrail’in saldırılarını meşrulaştıran sonuçlar üretmiştir. Karşımızda bütün çıplaklığıyla emperyalizm duruyor ve onunla ideolojik politik düzeylerde hesaplaşmadan bu mücadelenin ilerletilemeyeceği gerçeği de.
Erdoğan’ın önündeki zorluk ve ‘rahatlığı’
Erdoğan ve Cumhur İttifakı ise bu süreçte her zamanki ikiyüzlülüğünü ortaya koydu. İçişleri Bakanlığı’na yönelik saldırının ardından Rojava’ya (Suriye’nin kuzeyine) yönelik başlatılan hava saldırısında sivil yerleşim yerleri, altyapılar ve enerji tesisleri vurulurken Erdoğan, Filistin konusunda arada kalmışlığını da ‘sivillere yönelik şiddet’ üzerinden açıkladı.
Erdoğan’ın önündeki zorluk ABD ile siyasi, ekonomik ve askeri bağımlılık ilişkisi ve İsrail’le tırmanan askeri ve ekonomik ilişkilerle Filistin konusunda duyarlı tabanına poz kesmeyi aynı anda sürdürme zorunluluğuydu. Filistin konusunda da bu yüzden net ifadeler kullanmaktan kaçındı.
Üç günlük milli yas ilan edildi ancak İsrail’e yönelik tek bir yaptırım dahi gündeme alınmadı. Neredeyse bir yıl önce başlayan “İsrail’le normalleşme” sürecinden bir adım geri atılmadı. 20 yılda 5 kattan fazla artan ticaret hacmine dair tek bir söz söylenmedi, bu artışın sürdürülmeyeceği formalite icabı bile söylenmedi. Askeri anlaşmalar, enerji anlaşmaları, diplomatik ilişkiler, ticari ilişkiler artarak sürüyor.
Erdoğan çatışmaların ilk günlerinde taraflardan birinin yanında saf tutmanın sadece krizi derinleştireceğini söyleyip “gerilimin azaltılması” yönünde rol üstleneceklerini açıkladı. Hemen peşine İletişim Başkanı Fahrettin Altun da İsrail’e yönelik tepkilerin “demokratik sınırlarda” kalmasının elzem olduğunu açıkladı. En başından beri de bu tavrı sürdürüyor. “Arabuluculuk” ve “hakemlik” rolünü kapmak için de çeşitli ülkelerle rekabet de ediyor.
Ancak Erdoğan’ın önündeki zorluk kadar ‘rahatlığı’ da önemli. Zira Erdoğan bu zorluğu aşmakta o kadar zorlanmadı. Hem Kürt savaşı hem de Filistin direnişi konusunda etkili bir muhalefetin olmayışı, Erdoğan’a manipülasyon, dezenformasyon ve kitle pasifikasyonuyla bu çelişkiyi bertaraf etme olanağı sundu.
Filistin, şiddet ve meşruiyet
Devam etmeden önce Filistin direnişindeki belli başlı soru işaretlerini gidermek adına buraya bir parantez açalım. Hamas öncülüğünde başlatılan Aksa Tufanı operasyonu kafa karışıklığı da yarattı. İslamcı bir örgütün başlattığı, ‘sivillerin’ ölümüne de sebep olan bir saldırı meşru olabilir miydi?
Operasyonu Hamas başlatsa da diğer direniş örgütleri destek vermekte gecikmedi. Bu örgütler arasında Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi gibi sosyalist örgütler de var; İslami Cihad gibi İslamcı örgütler de. Zaten 2021’de Demir Kubbe’nin delinmesinin ardından kuruluşu ilan edilen Ortak Operasyon Odası’nda birlikte mücadele ediyorlar. Yani savaş Hamas’la İsrail arasında değil; Filistin halkıyla işgalci İsrail arasında. Filistin halkının kendi kaderini tayin etme, var olma mücadelesinin meşruiyeti de ulusal direniş içindeki unsurların gerici karakteri sebebiyle sarsılmaz.
Direniş örgütlerinin “sivilleri” hedef aldığı iddiası üzerinden güçlü bir kara propaganda var. Üstelik bu kara propaganda yaygın medya ve sosyal medya manipülasyonları ve dezenformasyonlarla destekleniyor. Bunların en göze çarpanı “sivillerin” hedef alınmasına dair. Hedef alındığı söylenen sivillerin önemli bir bölümü, devlet desteğiyle Filistinlileri evlerinden zorla çıkarıp yerleşen yerleşimciler. Önemli bir bölümü de silahlı.
Festival alanında olanlara dair aktarımlar da oldukça şaibeli. Çocukların öldürülmesi, tecavüz, işkence, beden teşhiri gibi büyük iddialar, uluslararası ajanslar ve medya kurumları tarafından neredeyse sadece İsrail askerlerinin tanıklıklarına dayandırılarak haberleştirilip servis edildi. Çok sayıda haber hakkında tekzip geçilse bile tekziplerin haberin kendisi kadar görülmediği bir gerçek.
Hamas’ın çok sayıda sivili rehine olarak aldığı da yine söylenenler arasında. Rehinelerin bir bölümü de İsrail askeri. Ancak sivil rehinlerin alınması ve cezaevindeki Filistinlilerle takas için pazarlık o bölgede uzun süredir yapılıyor. Üstelik Filistinlilere uygulanan idari tutuklama denen uygulamayla yüzlerce Filistinli neyle suçlandığını bile bilmeden cezaevlerinde.
Bunlar elbette Filistin cephesinde hiçbir suçun işlenmediği anlamına gelmiyor. Onca dezenformasyona rağmen bu çapta bir savaşta ‘istenmeyen ölümlerin’ de gerçekleşeceği bir gerçek. Ancak sivil ölümlerin ezici çoğunluğunun Filistinlilerden oluştuğu, Filistin direnişinin de asıl olarak askeri hedeflere yönelik saldırılar gerçekleştirdiği bir ortamda bu ‘istenmeyen ölümler’ de eleştirilmelidir ama işgale karşı verilen bu mücadeleyi haksız ilan etmenin bahanesi haline getirilmemelidir.
Onurlu zayıflık
Uzun süredir aldığı yenilgilerle yıpranan, çözülen, tabanını ve etki alanını yitiren Türkiye solu Filistin direnişi konusunda liberal ve milliyetçi tepkiler başta olmak üzere farklı düzen içi eğilimlerin etkisi altında şekillenen kitle basıncına rağmen iyi bir tavır aldı. Birkaç tereddütlü tutumu saymazsak direnişe tam destek verildi. Devrimci hareketin kökleri de yıllar önce Filistin direnişiyle “kan kardeşi” olmuştu zaten.
Sosyalistler iyi bir tavır aldıysa da bu eksende etkili bir muhalefet konduğunu söylemek güç. 18 Eylül’de İstanbul’da yapılan yürüyüş dışında neredeyse hiç kitlesel bir eylem yapılamadı.
Filistin direnişinin ihtiyaç duyduğu dayanışma, İsrail’e yönelik kapsamlı bir boykotun örülmesi. Yani herkesin kendi devletini İsrail’e yönelik yaptırım uygulamaya, ticari, askeri, diplomatik ilişkileri sınırlandırmaya ve mümkünse sonlandırmaya zorlaması. Yani bu talepleri devlete dayatacak bir mücadele hattının inşa edilmesi gerekiyor. Sosyalist hareketin talepleri bu olsa da ortaya konan muhalefet Erdoğan’ı bu yönde sıkıştırma noktasında oldukça zayıf kaldı.
İktidarı boykot yönünde adım atmaya zorlayacak bir hareketin inşasının önünde dezenformasyon, manipülasyon ve bu yolla oluşturulan kitle pasifikasyonu oldukça büyük bir engel oluşturuyor. Zira bunlar da savaşın bir parçası.
Ama yaratılan kitle pasifikasyonu ve ideolojik keşmekeş sadece medya ya da sosyal medya kanalları aracılığıyla yapılmıyor. Sosyalist hareketin yaşadığı çözülme sadece örgütsel kapasite düzeyinde olmadı, ideolojik bir gerileme de söz konusu. Liberal kuşatma sosyalist örgütlerin merkezlerini düzen-içi bir hatta çekip devrimci iddiayı tasfiye ederken tabanda da ciddi bir ideolojik tahribat yarattı.
Sosyalist hareketin geri çekilmesi ve halklara düzen-dışı inandırıcı bir mücadele hattı sunabilme kapasitesinin daralmasıyla birlikte meşru müdafaa, ezilenlerin şiddeti, silahlı mücadele gibi konular da devletlerin ‘terör’ yaftası gölgesinde tartışılmaya başlandı. Filistin gibi işgal durumunun apaçık olduğu bir örnekte bile, silahlı direnişin çözüm üretmeyeceği, sadece daha fazla kan dökülmesine yol açacağı fikri hakim oldu. Başta ABD olmak üzere emperyalist merkezlerin desteğiyle milyarlarca dolar harcanarak kurulan istihbarat servisi ve ordu ile direniş örgütlerinin sınırlı imkanları denk tutulup ‘eşitler arası savaş’ muamelesi yapıldı. İsrail’in hastaneleri vuracak denli saldırganlığı olağanlaşırken direniş örgütlerinin hamlesi ‘çatışmayı büyüten’ faktör olarak görülmeye başlandı.
Yani sosyalist hareketin bu süreçteki zayıflığının sadece politik söylemin içeriği ve niteliğiyle ilgili olmadığı açık; daha iyi sloganlarla veya açıklamalarla giderilemeyeceği de.
Filistin’e özgürlük, İsrail’e boykot
Bu zayıflığı gidermenin maalesef kısa bir yolu yok. Bu durum elbette böyle bir süreçte “Bizim daha köklü sorunlarımız var” deyip gündemi ve dayanışma ihtiyacını ıskalamayı gerektirmiyor.
Sosyalistlerin Filistin konusunda bütün ilerici toplumsal muhalefet güçlerini birlikte seferber edecek bir inisiyatif geliştiremediğinde oluşan boşluğun hem kitle pasifikasyonunu hem de ideolojik keşmekeşi derinleştirdiği görüldü. Tüm ilerici toplumsal muhalefet güçlerini “Filistin’e özgürlük, İsrail’e boykot” sloganı etrafında bir araya getirip söylem ve eylem düzeyinde birleştirmenin ve etkin bir mücadele çizgisi örgütlemenin mümkün olduğu yakın geçmiş tecrübelerinden biliniyor. İsrail’le bütün askeri, ekonomik, diplomatik, akademik ve kültürel ilişkilerin kesilmesini talep eden uluslararası BDS hareketinin Türkiye’de de 2009’dan bu yana, özellikle Mavi Marmara saldırısının olduğu dönemde kitlesel eylemlerle kendini ortaya koyan bir karşılığı olduğu biliniyor. Bugün de benzer bir hat ortaya konabilir, bunun gereklilik ve olanakları önümüzde duruyor.
Savaş gerçeği
Ancak Filistin gündeminin bir kere daha hatırlattığı sosyalist hareketteki bu zayıflığı gidermek için daha köklü adımlar gerekir. Bu adımlar da küresel düzeyde farklı yoğunluklarda seyretse de savaşların kesintisiz bir biçimde devam edeceği gerçeğini de kavrayan ve ona uygun inandırıcı bir devrimci siyasetin inşası yönünde olmalı.
Savaşlar kesintisiz bir biçimde devam edecek; çünkü emperyalist sistem içindeki hegemonya krizinin kısa, orta hatta uzun vadede bile çözümü yönünde bir yol görünmüyor.
ABD dünya genelinde gerileyen hegemonyası karşısında yaşanan çıkışları bastırmak, doların küresel ticarette rezerv para birimi olma konumunu korumak, BRICS gibi alternatif olma potansiyeli taşıyan odaklara karşı yeni stratejiler geliştirmek, Ortadoğu’da hegemonyasının zayıfladığı yerlerde ortaya çıkan odakları bastırmak, İsrail’le ‘normalleşme’ adımlarını attırmak, ‘pürüz’ çıkaranları bertaraf etmek, yeni lojistik hat ve tedarik zincirleriyle emperyalist sistem içindeki etkisini artırmak zorunda. Çin, sermaye ihracı yapabildiği alanları genişletmek, Rusya, Ukrayna savaşı sonrasında kendisine uygulanan ablukayı kırabilmek adına Çin’le işbirliğini artırmak, Afrika’da Fransa güdümündeki hükümetlere karşı darbeleri ve hareketleri desteklemek, İran’la birlikte ABD ve İsrail’e karşı Filistin direnişini desteklemek zorunda.
Sonuçlanıp yeni bir ‘istikrar’ dönemi açmaktan da uzak olan savaşlar, emperyalist kapitalist sistemin birikim dinamiklerindeki tıkanıklık krizini yönetmenin bir aracı oluyor. Tüm dünyada proleterleştirilmiş halk kitleleri milliyetçi şoven politikalarla bölünüp ‘yönetilebilir’ kılınıyor, savaş ortamın getirdiği adı konulmuş ya da konulmamış OHAL politikalarıyla halkların en basit talepleri için başlattıkları hareketler bile bastırılıyor, ucuz ve güvencesiz emek ihtiyacını gideren “göçmen imalatı”nın sürekliliği sağlanıyor.
Tek tek devletlerin özel “ihtiyaçları” da savaşların sistem açısından işlevi de daha uzatılabilir. Ama açıkça görünüyor ki bu sistemin devamı için savaşlar bir ihtiyaç. Bir istisna değil, burjuva siyasetini icra etmenin neredeyse tek yolu.
Yani her ne için mücadele edeceksek edelim, ne tür bir siyaseti kendimize düstur edineceksek edinelim, süren savaş(lar)ın ortasında işleteceğimiz gerçeğine dayanmayan bir strateji iflas etmeye mahkum olacaktır. Bu gerçeği kavrayan, inandırıcı bir devrimci siyasetin ortaya konması ise hegemonya krizi içinde devrimci hareket açısından fırsatlar getirebilecektir.
Direniş ‘zorunlu tercihimiz’
Yaşadığımızın bir yüzü bu savaş gerçekliği iken bir yüzü de direnişlerdir. Emperyalist kapitalist sistemin üzerine basarak yükseldiği, içinde bulunduğu krizi mâl etmeye çalıştığı milyonlar da kendi var olma mücadelelerini ancak “direniş” formunda ortaya koyabiliyor. Yurtları işgal edilen ve 75 yıldır tepelerine bombalar yağan Filistinliler, dört ülkede kendi kaderlerini tayin etmeye çalışan Kürtler, açlığa mahkum edilen milyonlar, ‘maliyet’ hesaplarıyla alınmayan önlemler sonucu ölüme sürüklenen işçiler, cezasızlıkla ‘olağanlaştırılmış’ gündelik şiddetle öldürülen kadınlar ve LGBTİ+’lar, maden kurulacak diye toprağından koparılmak istenen köylüler, adalet mücadelesi veren aileler…
Savaşlar hegemonya krizi yaşayan emperyalistlerin “zorunlu tercihi”yse direnişler de kendini var etme mücadelesi veren milyonların “zorunlu tercihi”.
Elbette her direnişin sistemle çelişkisi de egemenlerle giriştikleri şiddet mübadelesi de politik düzeyi de farklı. Hatta pek çoğunun birbiriyle basit temasları bile yok. Direnişler kendiliğinden antiemperyalist, antikapitalist, antifaşist, cinsiyet eşitlikçi, laik veya ekolojist olmayabilir. Ve hatta her direniş milliyetçilikle, mülteci düşmanlığıyla, cinsiyetçilikle kışkırtılıp birbirine yakınlaşması da engellenebiliyor.
Sosyalistlerin odaklanması gereken yer de tam bu parçalanmışlığa bir çözüm getirerek birleşik bir mücadele hattının inşa etmek. Her direnişin içinde bu politik bilincin açığa çıkarılması için kesintisiz bir ideolojik ve politik mücadele gerekiyor. Ancak bu da direnişlerin dışında, uzağında kalınarak yapılamaz.
Filistin halkının ihtiyaç duyduğu etkili dayanışma da diğer bütün görevler gibi proleterleşmiş Türkiye halklarının örgütlü bir güç haline gelmesine bağlı. Başka bir yolu yok.
sendika.org