RTE Sedan’ını Ararken…

Sedan, III. Napolyon Bonaparte’ın tarihsel macerasını tamamladığı savaşın adıdır.


Fransız burjuvazisi ve proletaryası arasındaki siyasal dengenin arasından sıyrılarak küçük burjuvazinin iktidarını oluşturan Bonapart’ın, iktidarını sürdürebilmek için dış savaş arayışlarının sonuncusunu bu savaş oluşturdu ve daha savaş bitmeden Bonapart’ın ve küçük burjuvazinin Fransa’daki imparatorluk iktidarı alaşağı olup yerini yeni bir cumhuriyete bırakıverdi.
Bilindiği gibi DC edebiyatı, daha 12 Eylül 2010 referandumundan beri RTE iktidarını böyle bir ara sınıf iktidarı olarak tanımlamıştı. 12 Eylül referandumunu Bonapart’ın imparatorluk darbesi ile özdeşleştirerek –ki bu darbeler de “halk oylamaları” ile gerçekleşmişti, bunun bir ara sınıf diktatörlüğüne tekabül edeceğini hem Türkiye’nin 80 darbesine hem de Marx’a atıfla “RTE’nin 12 Eylül’ü” diye tanımlamıştı.
Dolayısıyla bu yazının başlığını “RTE belasını arıyor” diye düzenlemek de mümkündür.
Bu tarihsel analoji, özellikle Gezi sonrasında, Türkiye sol edebiyatında da yaygınlık kazandı ama daha çok RTE’nin “diktatör” kimliği üzerinden değerlendirme yüzeyselliğinin ötesine pek geçilemedi. AKP/RTE iktidarının sınıfsal kimliği üzerine aydınlatıcı bir çözümlemeye Türkiye siyasal edebiyatında rastlamak hâlâ mümkün değildir, çünkü böyle bir çözümleme ancak binlerce yıllık Ortadoğu antikitesi, yüzlerce yıllık Osmanlı feodalizmi ve yüzyıllık Cumhuriyet kapitalizmi üzerine kapsayıcı ve arkaplanı olan bir kavrayış ve bakış perspektifi gerektirmektedir. Oysa Türkiye aydını batılı eserlerin tercümesi üzerinden ve ancak eliyle tuttuğu, gözüyle görebildiği reel değerler üzerinden politika geliştirmenin ötesine geçebilecek stratejik bir bakışa sahip değildir. Bunun karşılığı körlerin fil tarifiyle yarışabilecek bir politik yaklaşım çeşitliliği, kafa karışıklığı olmuştur.  
Günceldeki somut gösterge Meclis’ten geçen son tezkere yorumlarının çeşitliliğidir. En “derin” analizlerin bile bir “kafa karışıklığı” bildirimi içerdiğini görmekteyiz. Oysa, liberaller ve buruva aydınları bir kenara, Türkiye sosyalist solu ve devrimci hareketi açısından bu zihinsel kargaşadan bir akademik düzeltme gereğini aşan tarzda bir an evvel kurtulmak, emperyalistlerin bölgeye yeniden bir “uzun savaş”la dönmekte oldukları bir siyasal dönemin gereklerini yerine getirebilmek için şarttır.
Yoksa işbirlikçi Kürt burjuvazisinin tezkere surecinde devam ettirdiği “alkışçı” tavrı ile Kürt devriminin özgürlükçü fedailiği arasındaki farkı göremez olma tehlikesi çok büyüktür. Bu tehlikenin politik tezahürü Kürt devrimiyle yoldaşlaşma adına Kürt burjuvazisinin işbirlikçi politikalarıyla dayanışma hattına düşmek olarak karşımıza çıkmaktadır ve çıkacaktır.
Ya da emperyalizmin bölgede siyasal islamı tetikçiliğin ötesinde siyasal bir değer sahibi olmaktan çıkarmaya başladığı bir dönemde, “laiklik” temelinde siyaset üreten oportünizmin Gezi Haziranı’yla somutça gördüğümüz devrim potansiyelini bir burjuva ideolojisi olarak kemalizmin yeniden üretimine ve emperyalizmin bölge politikalarına altlık etmeye çalışmasını deşifre etme görevini yerine getiremeyiz.
Bir cümleyle üzerinden geçiverdiğimiz bütün bu tarihsel sakıncaların aslında zaman içinde ne kadar büyük bir tehlike olarak karşımıza dikildiğinin en büyük göstergesi Kobane savaşıdır. Kobane’nin böylesine bir varlık-yokluk savaşına mahkûm edilmesi Kürt siyasetinin AKP’den ve uluslararası emperyalizmden beklentileri nedeniyledir. Ve hâlâ bu beklentinin sürdürüldüğü Demirtaş’ın Davutoğlu güzellemelerinde kendini göstermektedir.
Oysa ABD emperyalizminin BOP girişimi olmasa kendisine bu kadar kolay ve güçlü bir egemenlik imkânı bulamayacak olan AKP/RTE iktidarının ve siyasal temsilini yaptığı sınıfın bu tarihsel tesadüfü kalıcı hale getirebilmek için Türkiye Kürdistan’ını sömürge olarak tutmak zorunda olduğunu derin çözümlemelere gerek bıraktırmayacak kertede her seçim sonrasında ortaya çıkan seçim haritalarında görmek mümkündü.
Avrupa pazarıyla ileri ilişkilere sahip geleneksel finans kapitalin yanında sermaye birikim alanı olarak Ortadoğu ve Arap pazarını doğal yayılma alanı olarak gören tefeci bezirgân gelenekli islamcı yeni Türk burjuvazisinin Türkiye Kürdistanı’nın bu pazara tampon olacak bir şekilde kurulmasında ve gelişmesinde kendisi için tarihsel bir yok oluş göreceği bu haritalarda çok açıktır. Ancak ne yazık ki, bu sınıfsal yaklaşıma sahip olmayan Kürt devrimi, sosyalizm düşmanı işbirlikçi entelijensiyanın desteğindeki Kürt burjuvazisinin halk atılımının önüne geçmesine engel olamamıştır. Böylece, AKP’nin oyalamalarına ve emperyalizmin bölgesel açılımlarına karşı anti sömürgeci ve özgürlükçü gardını düşük tutan Kürt devrimi, sonuçta bir kuşatma açısından Gazze’den daha olumlu koşullara sahip olan Kobane’de bütün fedai direnişe karşın güvenceyi TC ve ABD müdahalelerine bağlayan Kürt burjuvazisinin siyasal çizgisinin ötesine geçememektedir.
Bunun temel nedenlerinden birinin Kürt devriminin 2010’daki Devrimci Halk Savaşı stratejisini askıya almasının mücadelenin devrimci enerjisinde yarattığı moral ve politik erozyon olduğunu söylemeliyiz. KCK’nin, kuzeyin Kürt illerinde “kıyametleri kopartma” çağrısı karşılıksız kalmıştır. Basit ve siyasal sonuç doğurmayan muhalefet tarzları henüz bulunamamıştır. Devrimci serhildan geleneği siyasal bir öge olarak Kürt topraklarında içinde bulunulan somut aşamaya uygun bir somutluk kazanamamaktadır. Gene KCK çağrısınca “sınırların kaldırılması” protesto eylemlerinin ötesinde askercil bir gerçekliğe henüz kavuşmamıştır. Ve bunların hepsinden daha önemlisi bu zaafların üzerine gidecek kararlılık siyasal alanda henüz kendini gösterebilmiş değildir. Elbette her devrimin eksiklikleri olur. Sorun devrim sürecinde bunları giderecek dinamiklere sahip olmaktır. Kürt devrimi bütün bu eksiklikleri aşabilecek dinamiklere yeterince sahiptir. Ancak devrimsel sorunları sorun olmaktan çıkarmanın birincil gereği stratejik bakış meselesidir. Sadece stratejik bir bakışla eldeki dinamikler devrimsel bir çözümün araçları olarak istihdam edilebilir. Bu itibarla Karasu’nun, Kobane devriminin yaşadığı sıkıntılarla ilgili olarak yaptığı özeleştiri çağrısının henüz karşılık bulmaması bütün diğer eksiklerden daha stratejiktir. Kürt siyasetini AKP’nin oyalama politikalarına angaje eden işbirlikçi Kürt burjuvazisi hâlâ bütün pişkinliğiyle Davutoğlu’nun kuyruğunda dolaşmayı politika sayabiliyor. Hala Kürt ve yanaşık Türk entelijensiyası bütün maharetini halkın anti sömürgeci ve özgürlükçü çizgisini beslemek yerine ABD emperyalizmini ve AKP’yi Kürt devriminin sakıncasızlığına ikna etme çabalarında gösteriyor.
Ama diğer taraftan da çok açık ki, hem Kobane direnişi, hem de yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan gerilla hattı Kürt halkının devrimci dünyasında işbirlikçiliğe karşı yeniden devrimci bir itirazın yoğunlaşma sürecini açmış bulunuyor. Kürt devriminin iki çizgi mücadelesinin oldukça zorlu geçeceği keza DC değerlendirmelerinde belirtilmişti. Şimdi bu zorlu sürece girilmiş durumdadır ve Türkiyeli devrimciler açısından Kürt devrimiyle yoldaşlaşma sınıfsal farklılaşmaya uğramış bir halk mücadelesinin gerçeklerine göre olmak zorundadır. Burjuvazinin işbirlikçi eğilimlerine karşı emekçi halkın ve devrimci öncüsünün yanında yer alınmalıdır.
Türkiyeli devrim ve demokrasi güçleri bu ve benzeri tarzlarıyla yeni dönemin güncelde ve yakın gelecekteki ihtiyaçlarını gözeterek hazırlanmalıdır. Bunun en birincil gereği de oportünizmin statükocu çizgisinin yeni dönem formülasyonu olarak önümüze çıkardığı “laikçilik” hattını aşan bir demokratik devrim anlayışı ve kümelenmesi geliştirmektir.
Emperyalizmin kapitalizm öncesi sermaye tarzlarını tümüyle tasfiye edememiş geri kapitalist ülkelerde yönelmeyi gündemleştirdiği post neo liberal siyasal düzenlemelerin devrim çizgileri açısından en önemli tehlikesi bu tür düzenlemelerin demokratik cumhuriyetçi içerikler taşıması olacaktır. Türkiye solunun laiklik teması da, modern kadın hakları da, anadilde eğitim özgürlükleri de hep devrimin demokratik cumhuriyetçi programıyla paydaşlıklar taşıyan emperyalist post neo liberal içerikler halindedir. Mısır halkını Sisi’ye ikna eden zemin budur. Bu örnekte gözlediğimiz üzere, geri kapitalizmlerin çelişki birikimini azdıran melez yapısallıklarını halk iktidarının kurulmasında bir avantaj haline getirebilmek için bu mücadelenin sınıf ve öncülük hatlarının net bir bakışla kurulması özellikle gerekiyor, çünkü ara sınıf iktidarının çözülmesi, iki sınıfı, proletarya ve burjuvaziyi doğrudan hesaplaşmaya sokmaktadır. Ara sınıfın iktidar döneminde, bu sınıfın tarihsel kimliği itibariyle, proletaryanın kendine zulmeden sermaye sahipleri sınıfına, burjuvazinin ise bu türedi sermaye sahiplerini başına bela eden avama dönük tepki ve öfkesi şiddetle birikir. Paris komününün ve kanlı hesaplaşmanın Sedan sonrasına gelmesi ara sınıf iktidarı gibi siyasal çapaklarından arındırılmış yeni toplumun gereği olmuştur.
Türkiye’de de, cumhuriyet kapitalizmi boyunca finans kapitalin siyasal iktidarını desteğine borçlu olduğu tefeci bezirgânlığın post neo liberal müdahaleler itibariyle bastırılması sürecinde ortaya çıkacak olan siyasal boşluğun proletarya ve halklar tarafından değerlendirilmesi Türkiyeli devrimin strateji planı gereği ve gereklerince olmalıdır. Proleter ve emekçi öfke iktidar sahibi kılınamadığı takdirde modern kentli yaşamın makyajı burjuvazinin emekçiler ve devrimci muhalefet üzerindeki terörünü gizleyemeyecektir.  
Önümüzdeki tarihsel süreci bu boyutlarıyla kavrayacak sınıf bakışına ve programatik düzeye ulaşamadığımız sürece toplum muhalefeti Amerikan uçaklarını alkışlamaya ve Türkiyeli liberal solun hazırlandığı tarzda devlet sınıflarının ve tekelci sermayenin ve bunların partilerinin kuyruğuna takılmaya mahkûm kalacaktır.
Hemen önümüzdeki yakın geleceğe yönelirken bilmemiz gereken ilk şey, tarihsel hiç bir mesneti olmayan, tüccar sermaye esaslı bir ara sınıf yapılanması olarak AKP/RTE iktidarının emperyalist projelerde artık yerinin olmadığıdır.
Bunun en taze görüntülerini RTE’nin son BM toplantıları sürecinde aldık. Biden ve RTE’ye “hokkabaz” diyen Financial Times değerlendirmelerinde okuduk. Ve doğrudur; benzer verileri daha önceleri de birçok kez aldık ama bütün bunlar AKP/RTE iktidarını kendi diktatoryal programı doğrultusunda ilerlemekten alı koymadı. Dolayısıyla bu yeni göstergelere de bir umutsuzluk cenderesi içinde burun kıvırmak mümkündür. Ama unutulmamalıdır ki, Ortadoğu tarihin tekerrürler içinde yavaş aktığı bir saha olsa da her şeyin bir doygunluk zamanı vardır. Gezi’de elimizdeki şansı beyaz Türk programlara teslim edince RTE iktidarının Suriye ve Ukrayna krizlerini kendi ömrünü uzatmak için değerlendirmesinin önüne geçebilmek mümkün olamamıştır. Ancak bölge artık ABD emperyalizminin 2016 hazırlıkları itibariyle yeniden kurgulanmaktadır. Hillary Clinton’un Asya-Pasifik projesinde önemli bir gerekçe oluşturan “bölgesel istikrarsız müttefikler” kavramı Biden konuşmasıyla her şeyden daha çok “RTE” olarak somutlanmış durumdadır. Bütün açık desteğe karşın Türkiye sivil toplumunun siyasal etkisizliğini gören emperyalizm kendi hamlelerini geliştirmeye yönelmiştir. Şimdiki süreçte emperyalizm, daha önce RTE’yi iktidar kılmak için kurduğu bütün dayanakları birer birer geri çekmektedir. Gülen’in çekilişini biliyoruz. Bunun türev bir yansıması AKP/RTE’nin ordu üzerindeki hâkimiyetinin simgesi olan Balyoz ve Ergenekon davalarının çözülmesiyle devlet sınıflarının elinin yeniden boşaltılması oldu. Yalçın Küçük’ün dediği gibi tahliyeler gülenci hâkimlerin işiydi ve simdi aynı hâkimler 12 Eylül referandumuyla RTE için oluşturdukları HSYK silahını hızla RTE’ye doğru yöneltmiş durumdadırlar.  “RTE’nin 12 Eylül’ü” analizinde RTE’nin geleceğine ilişkin olasılıklardan biri olarak anıldığı üzere, sınıf mücadelesinin gücü RTE’yi tasfiye etmeye yetmediği koşullarda, hukuksal yetkilerle desteklenmemiş haliyle Cumhurbaşkanlığı yetkisiyle AKP cihazıyla arasına mesafe koyulmuş oldu. Bunun şimdi olmasa da yakın gelecekte yansımalarının olacağı görülebiliyor, çünkü Gül muhalefeti bir potansiyel olarak varlığını göstermiş durumdadır. Bölgesel çapta ise Barzani’nin Irak’tan koparak TC’yle yakınlaşmasının önüne geçildi ve şimdi IŞİD’e karşı operasyonel süreçler dayatılarak RTE’nin ayağının altındaki sünni islam halıyı çekecek son hamleler geliştiriliyor. Tezkere ve IŞİD’e karşı koalisyona TC’nin dahil edilmesindeki emperyalist ısrar bunun gereğidir. Yoksa IŞİD’in emperyalizm tarafından orta vadeli bir enstrüman olarak yaratılmasından başka, peşmerge, Irak ordusu, şiilerin ve Esat’ın katkısıyla emperyalist hava gücünün IŞİD’i istenilen ölçülerde tutacak askeri bir yeterliğe sahip olduğu ortadadır.
Burada emperyalizmin bölgesel planlamaları ile Türkiye’nin bu planlara uygun kullanımı arasındaki ilişki önemlidir. ABD emperyalizmi yeni Ortadoğu macerasında hata yapmamaya özel önem gösteriyor. 1 Mart tezkeresinin acılarını Ekim tezkeresiyle aşmak üzereyken, dış politika analizcilerinden öğrendiğimiz kadarıyla tam da İncirlik kullanımını daha gelişkin anlaşmalara bağlamanın arifesinde TC’yle bir gerilim yaşamamanın bedeli olarak Biden’a özür diletmekte tereddütsüz davranması bu hassasiyetin yüksek ölçüsünü gösteriyor. Çünkü bir taraftan İngiliz basınında manşet olduğu ve en son Alman İçişleri Bakanı’nın söylediği gibi emperyalistlerin Türkiye’ye ihtiyaçları stratejik bir değer taşıyor. Ancak diğer taraftan, mevcut haliyle, bu ihtiyaçla, keza bölgede emperyalizmin temel dayanakları olan Mısır ve İsrail devletleriyle arasında sorun olan ve uluslararası sermaye tarafından “hokkabazlığı” tescil edilmiş RTE egemenliği arasında optimumun bir dengenin sürdürülmesinin riskinin çok yüksek olduğu görülüyor. Hele ki emperyalizmin bölgeye yönelişi yeniden Suriye ve İran gündemlerine doğru kaymaktayken..
Tezkerenin yabancı askerlere ilişkin maddeleri itibariyle yenilenmesi 2003 BOP operasyonunun yeni bir versiyonuyla karşı karşıya olduğumuzun bir kanıtıdır. RTE, IŞİD’e yönelik bir girişimin kendi bölgesel ve haliyle ülke içi egemenlik koşullarını zora sokacağını gördüğü için bir taraftan acente bir sınıfın temsilcisi olarak emperyalizme boyun eğerken diğer taraftan taahhütlerini esnetmeye çabalıyor. Kârı “kaçak kat”ta gören müteahhit eğilimleriyle emperyalizmin isteklerine göre  hazırlanan Tezkere’yi aynı zamanda Kürt devrimi üzerine ve kendi geleceğini garantileyecek sömürge Kürdistan’ı korumak adına tampon ve askeri işgal gerekçelerine uygun hale getirdi.  
Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi küresel/bölgesel süreçler emperyalizmin bu tür bezirgân manevralara yönelik tolerans payını giderek daraltmaktadır. Kobane devrimi karşısında emperyalist odaklarda Türk hükümetine verilen görevlerin yerine getirilmemekte olmasının şikâyet konusu olması RTE’nin içine itilmekte olduğu kavşağın ön habercisi durumundadır. Biden özür dilemiştir ama Ankara da Salih Müslim’i davet etmek zorunda kalmıştır.
Bu gelişmeler itibariyle söylenebilir ki, AKP/RTE iktidarı ya IŞİD’e karşı operasyonlara bir düzeyde katılım sağlayarak kendi siyasal geleceğinin önemli bir kavşağı olacak 2015 seçimlerine siyasal ve ideolojik desteklerinden yoksun olarak girmeyi ve haliyle emperyalistler tarafından kendisine uygun görülen bir sonu yaşamayı tercih edecektir ya da bütün bu açmazlar karşısında kendi Sedan’ını yaratmak adına sömürgeci Kürt savaşını, ister tampon girişimiyle, ister Kandil operasyonlarıyla elinden geldiğince yükseltmeyi tercih edecektir.
RTE iktidarı bu Tezkere’yle ve emperyalist karar vericilerin yönlendirmesinde kendi tükenişinin yollarından birini seçmek özgürlüğünden daha fazlasına artık sahip olmadığını belgelemiş durumdadır. En yakın halka içindeki tartışmaların açığa vurduğu panik havası RTE iktidarının her ara sınıf gibi kendi siyasal ömrünü doldurmak üzere olduğunu gösteriyor.
Burada Türkiye solunun taktik yönelimi, Sedan’ın arkasını burjuvazinin iktidar rönesanslarına kapatarak halk potansiyelini yeni komünlerin kuruluşuna sevk eden devrimci bir mevzileniş olmalıdır.
Bunun yolu Kürt devriminin kendi işbirlikçi ayak bağlarından kurtulacağı, Türkiye devriminin ise sistem payandası olmaktan çıkarak proleter bir devriminin peşinde koşturacağı yeni bir devrimci blok düzeneğinin kurulmasıdır.

Önceki İçerikGençlik Örgütü ve Politika
Sonraki İçerikDr. Hikmet’i Anarken…