PROLETARYANIN ÜÇ BÜYÜK ZAFERİ VE ERNESTO CHE

PROLETARYANIN ÜÇ BÜYÜK ZAFERİ VE ERNESTO CHE

Proletaryanın egemen sömürücü sınıfların son temsilcisi burjuvaziye karşı yürüttüğü kavga, ardında kesin dönemeçler, büyük deneyler, kahramanlar bırakarak ve her gün hayatın canlı pratiği içinde gelişip yetkinleşerek devam ediyor.

Geride bırakılan yıllar bu mücadeleye Ekim ayında özel bir yer kazandırmıştır. Proletarya, nice zaferler arasında en büyük iki zaferini bu ay içerisinde kazanmış, nice kayıplar arasında büyük önderlerinden birini bu ay içerisinde kaybetmiştir. 25 Ekim 1917’de (1) emperyalist-kapitalist cephe yarılıp ilk gedik açılıp, dünya halklarına sosyalizm çağının geldiği müjdelenirken, bundan 32 yıl sonra, 1 Ekim 1949’da, sömürge ülke halklarına gerçek kurtuluş yolunu gösteren Çin Devrimi gerçekleşmiştir. Ama kan ve ateş pahasına sürdürülen bu onurlu kavga, doğaldır ki zaferler kadar acılar ve kayıplarla da birlikte yürümek zorundaydı. İşte, 1967 yılında ve yine bu görkemli zaferler ayının 9. gününde, bu defa bir devrim önderi, bir büyük enternasyonalist militan, destansı yaşamını destansı bir ölümle noktalıyordu. Bu, proletarya mücadelesinde Sovyet ve Çin devrimlerinden sonra

üçüncü büyük dönemeci oluşturan Küba Devrimi’nin önderlerinden ve emperyalizmin III. bunalım döneminin ML kuramcılarından Ernesto Che Guevara’ydı…

Proletaryanın bu devrimci deneyleri, oynadıkları tarihsel misyon nedeniyle, aynı zamanda, oportünizmin en çok çarpıtmalarına uğrayan deneylerdir.

Özellikle oportünist “sol”da adeta kurumlaşmış olan “şablonculuk” bunun en yaygın biçimidir. Proletaryanın bu şanlı devrim deneylerinden, Ekim Devrimi oportünizm tarafından şablonlaştırılarak canlı-tarihsel-nesnel koşullarından soyutlanıp içeriği boşaltılırken, diğer iki devrim deneyi ya görmezden gelinmekte ya da “tesadüf, “çok özel bir durum” vb. gibi anti-Marksist açıklamalarla doğrudan reddedilmektedir. Esasen bu nokta, oportünizm ve burjuvazinin proletarya hareketine karşı yürüttükleri saldırının kesişme noktasının ta kendisidir. Bir farkla ki, oportünizm bunu, ML adına ve ML teoriyi canlı pratikten koparıp dondurarak, dolayısıyla proletarya hareketini yeni zaferlere götürecek teori ve pratik gelişimin önüne set çekerek yaparken, burjuvazi açıktan

ve doğrudan müdahalelerle yapar. Ama her şeye karşın nesnel gelişimi durdurmak kimsenin elinde değildir. Mücadele, oportünizmin hapsetmeye çalıştığı kalıpları parçalayarak, “Amacım iki, üç daha fazla Vietnam’lar yaratmaktır” sloganıyla günümüzün somut görevini ortaya koyar. Che’nin öngördüğü yolda, emperyalizmin barikatlarını  yıkıp yeni Vietnam’lar yaratarak ilerlemeye devam etmektedir.

‘Teori” diyor Stalin, “Çeşitli ülkelerdeki işçi hareketinden elde edilen tecrübelerin genel bir tarzda ele alınmasından başka bir şey değildir’. (Leninizmin İlkeleri) O halde, dünyadaki işçi hareketlerinin hiçbirini şablonlaştıramayacağımız gibi göz ardı da edemeyiz. Aksine her ülkenin proletarya hareketini büyük bir dikkatle gözlemek, seçici bir şekilde incelemek, onun genel yönünü alıp ayrıntılarını atmak ve somut pratikte yeniden hayat vermek gerekir. Salt kendi pratiğiyle yetinmek, bilinç öğesini dar sınırlara hapsetmek, hareketin gelişimini engellemenin bir başka biçimi olur. Hareketin teorik-pratik gelişimini ne öncesi ve sonrasından, ne de genel ve özel biçiminden bağımsız ele alamayız.

Bu yazımızda, özellikle üç devrimin genel dersleri üzerinde duracak ve sonuçta bir senteze varmaya çalışacağız. Enternasyonalist dayanışma diye bir şeyden hemen hemen söz etme olanağının kalmadığı günümüzde, Che’nin enternasyonalist ruhunu yaşatmanın önemi üzerinde duracağız.

DOGMATİZME KARŞI ML’NİN ZAFERİ OLARAK ÜÇ DEVRİM

Sovyet, Çin, Küba devrimleri sadece burjuvaziye karşı kazanılan büyük zaferlerden değildir. Çünkü bu devrimler, önderliğini yapan, teori ve taktiğini belirleyenlerce, Marksizmin Ortodoks savunucuları arasında da -diğer devrimlerle kıyaslanmayacak ölçüde- şiddetli mücadelelere de sahne oldu. Bu nedenledir ki, özellikle bu devrimler aynı zamanda dogmatizme, mekanik

kavrayışa ve oportünizme karşı Marksizmin yaşayan ruhunu, zaferini de simgeliyorlar…

Anarşizm, narodnizm, maceracılık… vb. çığlıkları arasında, onların kafasına vura vura ML yolda adım adım ilerleyerek, oportünist dogmaları yerle bir ederek hedeflerine ulaşan bu devrimlerden çıkartılacak ilk ve en temel ders, işte bu olmalıdır. Çünkü bu Marksizmin özüdür.

“Marks ve Engels bizim teorimiz bir dogma değildir, eylem için bir kılavuzdur, demeyi adet edinmişlerdi. Kari Kautsky, Otto Bauer vb.(…) en büyük yanlışı, en ağır suçu bunu anlamamaları, proletarya devriminin en önemli anlarında bu teoriyi kullanmaya güç yetirememeleridir.”  (Lenin, Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı)

Bu ağır suçun oportünist yolun yolcuları tarafından işlenmeye devam edildiği, hem de bu defa Lenin’e karşı olma noktasında değil, onun adının da paravan olarak kullanılarak yapıldığı bir gerçektir.

Marksizmi, kendilerinden başka bilenin olmadığı, proleter devrimcilerin ortalığı karıştırmaktan başka bir şey yapmayan huzur bozucu bilgi fukaraları oldukları, anarşist, blanquist bir yol tutturdukları ve bu yüzden işçi sınıfı mücadelesinden tecrit edilmesi, yok edilmesi gereken zararlı unsurlar oldukları… vb. bu kibirli, bu burunları havada, çok bilmiş akıl hocalarının değişmeyen iddialarıdır. Bugüne kadar bu iddialar ve ateşli Marksizm savunuculuğu(!) değişmeden tekrarlanıp durulmuştur, proleter devrimciler için bu saldırılar adeta bir yazgı halini almıştır.

“Sezar’ın Hakkını Sezar’a Vermek” gerekir. Mücadeleden kopukluk ve entelektüel tatmin onlara bazen soyut bilgiler edinme fırsatını bolca verir.

Ama bu baylar her şeyi öğrenirler de, her nedense kitabi bilgilerle Marksist olunamayacağını; Marksist olmanın her şeyden önce dogmalardan kurtulmakla, Marksizmin yaşayan ruhunun yine yaşayan bir şeyle, somut sınıf mücadelesiyle birleştirilmesiyle ve devrim yapmak için yolumuzu aydınlatacak teoriyi bu pratikten çıkardığı, bu pratikle sınayarak sağlamlaştırmakta ve pratikte sınanan teorinin aydınlattığı yolda büyük bir kararlılıkla yürümekle olduğunu bir türlü öğrenememişlerdir. Bütün ustalara bu gerçeği bıktırasıya tekrar ettirmek zorunda bırakanlar yine kendileridir. Ama bıktırasıya tekrar ettirdikleri bu gerçeği, yapıtlarını ve kendilerini yaldızlı sözlerle anmaktan pek mutlu oldukları ustalardan öğrenememişlerdir.

Garip gibi görünen bu durum esasında kavrayış eksikliğinde değil, bir başka noktada devrim yapmak için yola çıkılmış olunup olunmamasında ya da devrim yapmak için yola çıkma cesareti gösterip göstermeme noktasında düğümlenmektedir. Bu nedenle Marksist-Leninistler lafızlar yerine, Marksizmin özünü alarak içinde yaşadıkları tarihsel sürecin nesnel koşullarını diyalektik-materyalist bir bakış açısı ile analiz ederler. Marksist ilkelerin temeli üzerinde ve sınıflar mücadelesinin canlı pratiği içerisinde kendilerine hep “nasıl ve nereden başlamalı” sorularını sorarak mücadelenin dayattığı pratik sorunlara çözüm ararlar ve devrimin rotasını tespite çalışırlar. Bütün bunlar oportünistlerin pek ilgisini çekmemiştir. Onlar Marksizm adına “hu” çeken

dervişler gibi kendilerinden geçerek ibadet için gerekli huzuru bozan devrimcilere diş bilemekten başka bir şey yapmamışlardır. Kimileri de hayal aleminden şu veya bu nedenle çıkıp çevrelerine baktıklarında gerçeklerle yüz yüze gelmenin şaşkınlığı içinde yeni tanımlar keşfederek asıllarına dönmüşlerdir.

Bu sonuncular 1900’lere doğru Bernstein’la Marksizm’den ilk büyük kopuşu gerçekleştirdiler. Ama bunu, asıl büyük kopuşu, II. Enternasyonal oportünistlerinin kopuşu takip edecekti. Bu ikincileri esasen konumuzu ilgilendiren kesimdir.

Bir yanda “koşullar değişti, Marksizmin yanlışları ortaya çıktı” diye onun özünü değiştiren, sınıf mücadelesi yerine sınıf uzlaşmasını koyan Bernstein, diğer yanda ise sözde Bernstein’a ateş püskürürken, Marksizmi bir başka açıdan tahrif eden II. Enternasyonal oportünizmi ve türevleri Ekim Devrimi öncesinde proletaryanın mücadelesi önüne dikilen başlıca engellerdi. Açıktan açığa Marksizmi reddeden Bernstein’ın ve onun Rusya’daki kolu legal Marksistlerin saflardan tecrit edilmesi, pek zor olmamıştı. 1902’lere gelindiğinde 2-3 yıllık bir mücadele süreci bunlar için yetmişti. Ama Marksizmin dogmatik tahrifçileri (Menşevikler, II. Enternasyonalciler vb.’lerin), daha yıllarca Marksizm paravanası altında varlıklarını koruyacaklardı. Keza bu tip sapmalar proletarya saflarında görülen en yaygın, tecriti en zor ve dolayısıyla en tehlikeli olan, bu nedenle de sürekli ve dikkatli bir mücadele gerektiren akımlardı.

Lenin, 1900’lerden itibaren değişen şartları ve sınıf mücadelesinin gerek Rusya’da gerekse dünya ölçüsündeki seyrini dikkatle inceleyerek Marksizmi somut koşullara yaratıcı bir biçimde uygularken, Marks ve Engels’in sözlerine kölece bağlanmadan eleştirici bir gözle yaklaşarak, Marksizmi yeni koşullarda derinleştirip zenginleştirirken, oportünizm, onu Marksizm’den uzaklaş makla suçluyordu. Çünkü Lenin, onlar gibi dogmalara tapınmıyor, aksine onları yıkıyordu.

Marks ve Engels, tek tek ülkelerde proleter devrimin olanaksız olduğunu, kapitalizmin dünya ölçüsünde bir bunalıma girmesiyle zamandaş dünya devrimi olarak patlak vereceğini, ilk proleter devriminin ise Almanya-İngiltere gibi üretici güçlerin en çok gelişmiş olduğu, proletaryanın kültür seviyesinin en yüksek olduğu ülkelerden birinde patlak vereceğini söylemişti bir kez. Artık

oportünizm başka bir teori tanımıyordu. Ama Marks ve Engelsin bu sadık kullarının (!) onlardan ayrıldığı ufak bir ayrıntı vardı. Marks ve Engels’in bir kısım sözlerinden hiç “taviz” verilmezken, çok istisnai şartlar için söylediği “barışçıl geçiş” tezi, koşullar değişti diye bir çırpıda ön plana çıkarılıyordu.

Marksist devrim teorisinin özünü oluşturan “zor”a dayalı devrim tezi, oportünizm için kabul edilemezdi. O işine geleni alıyor, bunlara karşı gelenleri afaroz ediyor, işine gelmeyeni ise elinin tersiyle itiyordu. Bu nokta, hemen hemen bütün dogmatiklerde tanık olduğumuz, onların en tipik karakteristik özelliklerinden biridir. Onlar zor olandan, devrimci olandan daima kaçınmış. Zaten yaptıkları, en başta Marksizm dogmaları üzerine gevezelik edip devrimcilere saldırarak, ikinci olarak ise, devrimci görevlerden kaçmak için teoriler üretmektir…

20. yüzyılın başlarında kapitalizm yeni bir evreye girmişti. Serbest rekabetçi kapitalizm döneminde, Marks ve Engels’in öngördüğü her şey bu aşamada geçerli olamazdı. Artık kapitalizm çöküş aşamasına gelmiş ve dünya ölçüsünde devrimin objektif şartları olgunlaşmıştı. A veya B ülkesinde üretici güçlerin gelişim seviyesine de bakmaya gerek yoktu. Çünkü, emperyalizm tek tek özel kapitalist ekonomileri yıkmış, onları, dünya ekonomisi denilen bir zincirin halkaları durumuna getirmişti. Ancak Marks ve Engels döneminde belirgin olarak ortaya çıkmamış olan kapitalizmin “politik ve ekonomik gelişim yasası” nedeniyle dünya devrimi zamandaş olmayacak, önce bir ya da

birkaç ülkede olacaktı… Emperyalistler arasında paylaşımı tamamlanan dünyanın yeniden paylaşımı zorunluluğu tek tek ülkelerde devrimin olabileceğini ve yaşayabileceğini gösteriyordu. İlk proleter devrim -şartlar dünya ölçüsünde oluştuğundan dolayı- üretici güçlerin en çok geliştiği ülkede değil, emperyalist zincirin en zayıf olduğu ülkede olacaktı. Bu yüzden her ülkenin proletaryası, üretici güçlerin gelişmesi gibi boş beklentiler içine girmeden, kendi sınırları içinde aşamalı ve kesintisiz mücadele vermeli, uygun koşulları yakaladığında devrimini yapmalıydı. Burjuvazi bu dönemde devrimci niteliğini yitirdiğinden, Burjuva Demokratik Devrimi’ni (BDD) yapamamış geri ülkelerde proletarya bu devrimin görevlerini de üstlenmeli, iki devrimin görevlerini tek bir süreçte bütünleştirmeliydi. Ve bürokrasi ve militarizmin olağanüstü geliştiği bu aşamada barışçıl geçiş tezleriyle uğraşmak ahmaklara özgü bir tutum olabilirdi ancak…

Bu nedenledir ki, o dönemin dogmatikleri hala İngiltere ya da Amerika’da, patlak verecek ilk devrimi beklerken, Lenin, 1902’de ünlü eseri “Ne Yapmalı”da, Rus proletaryasına, tarihin onları dünya proletaryasının öncüsü olma gibi şerefli bir görevle karşı karşıya bıraktığını müjdeliyordu.

Ama bu tespite karşı oportünizmin her tonu koro halinde sesini yükseltmeye başladı. Üretici güçlerin henüz yeterince gelişmediği geri kalmış Rusya’da devrim istemek anti-Marksistlikti, anarşizmdi, narodnizmdi… vb. Üstelik burjuvazinin devrimi proletaryayı ilgilendirmezdi. Burjuvazi kendi devrimini yapmalı, proletarya sadece demokratik kazanımlarını genişletme mücadelesiyle yetinmeliydi. Burjuva devrimi için proletaryadan kan dökmesini isteyen Lenin ne yapmak istiyordu?

Bunlara, burjuvazinin öncülüğüne dokunulmaması gerektiğini savunan oportünizmin söyledikleri içindeki yaldızlı sözler açıklandığında, tam da burjuvazinin çıkarlarını savunduğu, burjuvazi adına proletaryanın kan dökmesini isteyenin bizzat kendileri olduğu açıkça ortaya çıkmaktaydı. Yani oportünizm, sübjektif niyeti ne olursa olsun, objektif olarak burjuvaziye hizmet ediyor, onun ömrünü uzatmaya çalışıyordu. Lenin bunlar için şöyle diyordu: “Bu adamlar bu gevezeliklerle devrime sırt çevirdiklerini ve burjuvazinin yanına geçtiklerini sezmiyorlar.” (Aktaran Stalin, Sağ-Sol Sapmalar)

Uzun süre geçmeden, somut pratik Marksizmin dogmatik kavrayışlarına karşı, Lenin’in zaferini kesinleştirdi. Ama oportünizm öylesine kin ve ihtirasla doluydu ki, gerçeği kabul etmek yerine, Sovyet Devrimi’nin yıkılacağı günü dört gözle bekleyerek doğrudan karşı-devrimci saflarda yerini almakta tereddüt etmemişti. Uluslararası platformda ise “kanlı  bıçaklı” gibi göründüğü “düşman” kardeşleriyle birleşerek (Bernstein’cılık) bugün tekelci burjuvazinin reformist tercihi olan “sosyal demokrat” partileri oluşacak ve tarihsel yerlerini alacaklardı. Ancak bu proletarya hareketinin oportünizmden yakasını  sıyırdığı anlamına gelmezdi. Oportünizmin bir biçimi gerçek yerini, diğerleri yeni koşullara uyarak ve daha ustaca gizlenerek öncekinin bıraktığıdolduruyor ve her dönem Marksizm adına son derece renkli tablolar ortaya çıkıyordu. Çin Devrimi’nde Mao, Küba Devrimi’nde Fidel Castro ve Che’nin karşısına çıkanlar, aynı oportünist dogmatizmin koşullara uyum sağlamış haliyken; bu defa Mao ve Castro’ya karşı, Lenin’i savunma adına, Lenin’in sözlerine sıkı sarılarak ve asıllarını (yani Kautsky’yi, Bernstein’ı, Menşevikleri) “yerden yere vurup” inkar ederek ortaya çıkıyorlardı. Ortada somut bir gerçek olarak duran Sovyet Devrimi’ni inkar etmek demek o dönem proletarya saflarında, tamamen tecrit olmak demekti. Bu nedenle dogmatizm

Sovyet Devrimi’nden sonra kendini esas olarak şablonculuk biçiminde göstermiştir demek yanlış olmayacaktır. Bundan sonra her gelişen yeni devrim bazılarınca çok özel bir devrim olarak hiç üzerinde durmaya değmez gö, ya da yeni şabloncular yaratmıştır.

Dogmatizme göre Ekim Devrimi nasıl gelişmişse Çin Devrimi de öyle gelişecek, koşullar hazır olduğunda proletarya ayaklanarak iktidarı ele geçirecektir. Devrimin rotası, hedefi, kuvvetleri ve kuvvetlerin düzenleniş planı, savaşım yöntemleri, her şey hazırdı, belirlenmişti!

Mao şöyle dediği ve hayata geçirdiği için anti-Leninist, anti-Marksistti:

“Çin devrimci savaşının kendi ayırıcı özellikleri olduğunu kabul etmeyen, bilmeyen ya da bilmek istemeyen kimseler, Kızıl Ordu’nun Koumintang kuvvetlerine karşı verdiği savaşı, genel olarak savaşla ya da Sovyetler Birliği’ndeki iç savaşla bir tutuyorlar. Sovyetler Birliği’nde Lenin ve Stalin’in yönettiği iç savaş deneyiminin dünya ölçüsünde bir önemi vardır. Çin Komünist

Partisi de dahil, bütün Komünist Partiler bu deneye ve Lenin’le Stalin’in savaş ile ilgili teorik yorumlarına, kılavuzları olarak saygı duyarlar. Ama bu onu kendi saflarımıza mekanik olarak uygulamamız değildir. Çin’in devrimci savaşını Sovyetler Birliği’ndeki iç savaştan ayıran pek çok özellik vardır. Bu ayrı özellikleri hesaba katmamak ya da onların varlığını inkar etmek, hiç kuşkusuz yanlıştır.”(Çin Devrimci Savaşında Strateji Sorunları)

Her şeyden önce Çin sömürge bir ülke olduğundan sürekli milli kriz (olgunlaşmamış da olsa) vardı. Bu ise sürekli devrim durumunun varlığı, yani devrim için gerekli nesnel şartların varlığı demekti. Bir başka deyişle iktidarı ele geçirmenin koşulları vardı. Sürekli milli krizin varlığı, aynı zamanda karşı devriminde sürekli zora başvurması demekti. Devrimci hareket ister istemez daha baştan silahlı mücadele temelinde hareket etmek zorundaydı. Yani silaha (zora) başvurmak, iktidar mücadelesi için gerekli olduğu gibi zorunluydu da… Bu şartlarda önce hazırlık, sonra ayaklanma ile bir anda iktidarı almak gibi bir strateji izlenemezdi. Bunu savunmak, özünde zora dayalı devrimi reddetmekten başka hiçbir anlama gelmezdi. Bu Marksizmin en evrensel ilkelerinden birini tahrif etmek olurdu. Zaten dogmatizmin Marksizmi revize ediş yöntemi budur. Böyle bir ülkede devrimci süreç, evrim ve devrim dönemlerinin iç içe geçtiği tek bir süreç olarak kavranılmalıydı.

O halde devrimci zor nasıl örgütlenecekti? İşte bu nokta Sovyet Devrimi’nden bu yana dogmalarla ML’ler arasındaki mücadelenin düğüm noktalarından birisi olagelmiştir. Gerek Çin, gerekse Küba Devrimi’nde de aynı durum söz konusudur. Dogmatizm şunu asla kavramamış ya da kavramak istememiştir.

“Marksizm, savaşım biçimleri sorununun kesinlikle tarihsel bir incelenmesini ister. Somut tarihsel durumdan uzak bir sorunla uğraşmak diyalektik materyalizmin esas ilkelerinin anlaşılmadığını gösterir.  (…) Bir savaşım yöntemi ya da biçimi ancak belli bir somut durumun istemlerini tümüyle karşıladığı, uyguladığı koşullara tam uygun düştüğü, devrimci ve ilerici güçlerin cesaretini yükselttiği, onları eyleme geçirttiği, düşmanın zayıflıklarından tam olarak yararlanmaya olanak verdiği, bütün bu nedenlerden dolayı o anın geçerli güçler dengesinde mümkün en büyük üstünlüğü sağlayabildiği zaman en iyi, en uygun yöntem ya da biçimidir.” (Lenin, İki Taktik, abç)

İşte bunun için doğru savaşım biçimlerinin tespiti yüksek bir devrimci yaratıcılık ister ve arksizmde savaşım biçimleri son derece çeşitlidir. Şaşaalı devrim programları  çıkarmak, tüzük maddeleri sıralayıp örgüt kurmak ve sonra komünistlikten dem vurup, meydanlarda nutuk atmak maharet değildir. Asıl sorun doğru savaşım biçimini tespitte gösterilecek yaratıcılık ve ML kavrayıştır. Yaratıcılık gibi tatsız işlerin oportünizmin hiç hoşuna gitmediği bilinen bir şeydir. Onlar için nasılsa daha önce birileri, bu işe katlanıp birtakım yöntemler tespit etmiştir. Yeni şeyler aramanın ne anlamı var? Müritliğini yapar “hu” çeker, yeni şeyler arayanlar varsa ya birkaç kılıç darbesiyle peşinde hizaya sokarsın, ya da afaroz edip dergahtan atarsın olur biter!.. Gerçekten bu noktada oportünizm tam bir acizlik içindedir. Bugüne kadar onlarca devrim, çeşitli savaşım yöntemleriyle başarıya ulaşmış olmasına rağmen, hala Sovyetik ayaklanmayı tek model gören ve her şeyi onun kalıbına sokmaya çalışan zavallılar vardır. Bu Marksizmin karikatürü değildir de nedir? Bu belki henüz başka bir devrim deneyi yaşamamış 1920’lerin Çin Marksistleri için yanılgı olarak hoşgörülebilir (ki doğru yolu çok kısa sürede anlamış ve bu konuda olağanüstü yaratıcılık göstermişlerdir). Ama bugün için yanılgıdan çok daha öte bir şeydir.

Çin’de somut durumun gerektirdiği savaşın biçimi ne olabilir? Güçlü bir düşmana karşı zayıf bir güçle nasıl savaşılacak, hangi güçler temel alınacaktı? Dogmatizm toplu ayaklanmadan başka bir şey düşünmezken, Çin Devrimi acı deneylere mal olsa da bu sorunun yanıtını bulacak, dogmatizmin engellerini yıkacak ve 1 Ekim 1949’da zafere ulaşacaktı. Ve ML devrim, örgüt anlayışı ve çalışma tarzını derinleştirip zenginleştirecekti.

Gerek şehirlerde proletaryanın nicel ve nitel olarak güçsüzlüğü, gerekse de emperyalizm ve işbirlikçilerinin politik ve askeri güçlerini bu merkezlerde yoğunlaştırması, bu alanlarda örgütlenerek düşmanı zorlamayı ve giderek bir ayaklanmaya hazırlamayı olanaksız kılıyordu. Ama proletaryanın yarı-feodal, yarı-sömürge olan bu ülkede demokratik devrimde sonuna kadar kesin bir tutum takınmaya yetenekli, güçlü bir müttefiki vardı: Köylülük… Keza Leninist kesintisiz devrim anlayışı da proletaryanın köylülüğe önderlik ederek, onunla sağlam bir ittifak temeli üzerinde iki devrimin görevlerini tek bir devrimci süreçte tamamlamaya dayanıyordu. Proletarya, savaş sürecinde kendisi için sınıf bilincine vardıkça, yeni toplumun örgütlenmesine daha aktif ve güçlü olarak katılarak tarihsel misyonunu yerine getirir. Yine proletarya güçsüz de olsa partisi aracılığıyla köylü kitleleri yönetebilir, onlara önderlik edebilir ve onların devrimci potansiyelini harekete geçirerek demokratik devrimi tamamlayabilir ve kesintisiz bir şekilde sosyalizme götürebilirdi. Çünkü proletaryanın öncülüğünün esasını ideolojik öncülük oluşturmaktadır. Esas olanın bu olması, fiili öncülük olmadan da proletaryanın, köylü kitlelerini partisi aracılığıyla yönetmesini olanaklı kılmaktadır.

Köylülerin bu engin devrimci potansiyelini pratikte gören Mao, 1927’de Kanton Ayaklanması yenilgisinin hemen ardından şöyle diyordu:

“Çin Devrimi bir köylü devrimi olacak ya da hiç olmayacak.” (Hunan’daki Köylü Hareketine İlişkin Rapor, 1927)

Acı bir deney sonucu da olsa Çin Devrimi bir noktadan itibaren kendi yolunu çizmeye başlamıştı. Ve dogmatizme karşı mücadele içinde gelişmişti.

Devrim sağlam bir işçi-köylü ittifakı üzerinde, emperyalizme ve feodalizme karşı olan tüm sınıf ve tabakaların birleştirilmesiyle yükselebilirdi.

Çin Devrimi güçlü bir düşman karşısında zayıf bir güçle yola çıkmak zorundaydı.

“Gerici güçler çok kuvvetli olduğu için, devrimci güçler ancak yavaş yavaş gelişir. Ve bu olgu savaşımızın rotasını tayin etmektedir. (…) Devrimci bir savaşımı bizim yaptığımız gibi 10 yıl sürdürmek başka ülkelerde hayret uyandırabilir. Ama bizim için 8 aylık dönemdeki bir başlangıç kesimi gibidir.” (Mao, Askeri Yazılar)

Kim olursa olsun, eğer biri, böyle bir pozisyonda düşmanına karşı savaşmak istiyorsa, bu savaşın biçimi, düşmanın zayıflıklarından azami ölçüde yararlanmayı sağlayacak olan, eldeki sınırlı güçleri en iyi şekilde değerlendirmeyi sağlayacak olan gerilla savaşı olmak zorundadır. Elbette bu savaş adım adım güçlenerek düşmanı alt edecek bir güce ulaşmak uğruna devrimci politik amaçlarla verildiğinde başka bir nitelik kazanacaktır. Bu savaş politik askeri bir savaştır. Bir başka deyişle, düşmanın yumuşak karnı olan kırların(2) temel alınarak, kırlardan şehirlerin kuşatılması, iktidarın parça parça alınması stratejisidir. Kızıl siyasi üslerin kurulduğu bölgelerde, bunların daralıp genişleyen, çoğunlukla da toptan yer değiştiren esnek bir yapısı olmasına rağmen; bir yandan MDD’nin görevleri yerine getiriliyor, diğer yandan ise nihai hedef için (tüm ülkede iktidarı ele geçirmek için) bir basamak, bir atlama tahtası işlevi görüyordu.

Mao’nun 1927’de Kiangsi’de kurduğu ve 7 yıl dayanan ilk Kızıl siyasi üs, ÇKP içerisinde bir yandan sempati toplarken, bir yandan büyük eleştirilerle karşılaşmıştır.. Dogmatizme göre Lenin’de böyle bir tespit yoktur. Hazır olunmadan isyan bayrağı açmak intihar demektir vb… Lenin’de veya bir başka ustada herhangi bir mücadele yönteminin olmamasının, ondan sonra olamayacağını sanmak bir saçmalıktır ve bunun tartışılacak bir yanı da yoktur.

“Lenin’in büyüklüğü, özellikle Marksizm’in sözlerine tutsak olmaması, Marksizmin özünü kavramak, onun özünden hareket ederek, Marks’ın ve Engelsin öğretilerini geliştirmeye devam etmek gerektiğini anlamasıdır.” (Stalin, Sağ-Sol Sapmalar)

Mao’nun ve devrimini gerçekleştiren bütün önderlerin büyüklüğü de bunu anlamış olmalarında değil midir? Böyle olmasaydı, proletaryanın mücadelesi yerinde sayardı. Oysa Çin Devrimi, Marksizmi özünden kavrayışı ve önderliğinin yaratıcı dehasıyla, sömürge bir ülkede proletarya devriminin yolunu çiziyor ve köşe taşlarını yerine oturtuyordu. Leninist devrim anlayışı, Çin Devrimi’yle yeni bir boyut kazanıyor, tabuları  yıkarak teoriyi zenginleştiriyor, proletarya ve ezilen ulus mücadelesini aynı ve tek potada birleştirerek, Lenin’in devrim odağının doğuya kaydığı tespiti ve “dünya proletaryası ve ezilen halkları birleşin” sloganı en canlı ifadesini buluyordu.

Küba Devrimi de Sovyetik ayaklanmanın şablonculuğunu yapan KP’lerle mücadele içinde gelişmiştir. 1925’te kurulan KP aynı mekanik kavrayışla, ayaklanma günlerinin hayaliyle yaşıyor, yıllardır devam eden ve özellikle kırsal kesimlerde etkinlik gösteren kendiliğinden ve bölgesel ayaklanmalara ve bütün ülkede hiç eksilmeyen politik çalkantılara müdahale edemiyor, egemen sınıfların ardına takılarak hayatta kalmaya çalışıyordu. Esasen bu, özellikle bütün L. Amerika ülkelerinde aynı  yıllarda kurulan KP’lerin ortak özellikleriydi. Halkın ihtilalci potansiyeline müdahale edip devrimi omuzlayacaklarına, burjuva fraksiyonların kanatları altında rahat yaşam arayan bu partiler, ÇKP gibi sürecin çözümünü kendi içinde üretecek dinamizmden yoksun olmaları sonucu, ya kendiliğinden yok olmuşlar ya egemen sınıflarca yok edilmişler, ya da onların icazetleri altına girmişlerdir. Ama ne olursa olsun ortak bir  şey varsa, o da uzlaşmaya doğru atılan her adımda halkın sempatisini kaybedip nefretini kazanmalarıdır. Çin Devrimi ile olduğu kadar, kendi ülkelerindeki somut sınıf mücadelesinin durumu ile de pek ilgilenmeyen, kendi dışlarında gelişen silahlı mücadeleyi anlamaya çalışıp gerekli müdahaleyi yapacaklarına, ona bir tepki ile yaklaşan, silahlı mücadeleye karşı hastalık derecesinde alerji duyan bu KP’ler 1950’lere gelindiğinde tam bir çıkmaz içindedir. Yeni sömürgeci devletin ortaya çıkışı, peş peşe gelen darbelerle, yer yer halk hareketinin bir ürünü olarak ortaya çıkmış bulunan demokratik hareketlerin yıkılıp, diktatörlüklerin yaygınlaşması sonucu eski yaşam olanaklarını bulamamış, aksine yoğun bir baskı ve kovuşturmaya uğramışlardır. Küba Devrimi, işte bu atmosferde, KP’lerin dışında gelişecektir.

1953’te Fidel Castro ve 170 arkadaşı, Batista diktatörlüğüne karşı tek yolun silahlı mücadele olduğunu ilan ederek pasifizmin dogmalarını parçalayarak Moncada kışlasına saldırır. Amaç; hiçbir meşruluğu olmayan diktatörlüğe karşı nefret duyan halkın bu memnuniyetsizliğini ayaklanmaya çevirmek için ona cesaret vermek ve kışladan ele geçirilecek silahları halka dağıtarak ayaklanmayı gerçekleştirmektir. Bu hareket istenen amaca ulaşamamış ve yenilmişti. Ama iki şeyi ortaya koymuştu: 1- Tutulacak yolun kesin olarak silahlı mücadele yolu olacağı: Çünkü bu silahlı girişim, halkı harekete geçirmese de, dikkatleri üzerinde toplamış, geniş yankı ve sempati uyandırmıştı. O halde az bir güçle savaşa başlayan öncü, giderek halkın güven ve desteğini kazanabilir ve kitleleri peşinden sürükleyerek iktidarı alabilirdi. 2-Silahlı mücadelenin şehirleri temel almasının yanlışlığı. Halkın diktatörlüğe karşı birden ayaklandırılmasının mümkün olmaması,  şehirlerdeki gücün ve halkın ruh halinin buna uygun düşmemesi, uzun süreli bir savaş stratejisi izlemenin zorunlu olması, hareketin gerilla mücadelesi temelinde kırlardan şehirlere bir rota izlemesini zorunlu kılıyordu. Bu deney sömürge bir ülkede devrimin izleyeceği rotayı bir kez daha ortaya koyuyordu. Nitekim 1956’da Granma çıkarması sırasında Frank Pais’in önderliğinde Santiago’da yapılan ayaklanma girişiminin başarısızlığı, şehirli kitlelerden umulan desteğin alınamayışı Küba’da bu düşünceyi hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde doğrulamış oluyordu.

Böylece Küba Devrimi de kendi somut deneyleriyle, dogmaları  aşıyor ve kendi yolunu çiziyordu. 1956 yılında Che de içlerinde olmak üzere Fidel Castro ve 87 arkadaşının tekrar Küba’ya dönmeleri -87 kişinin çoğu çıkarma sırasında ölüp tutuklansa da- Sierra Maestra’ya varan küçük bir grubun, kırlardan şehirlerin kuşatılması stratejisi ile ilk kıvılcımı yakmaları bir anda bütün ülkeyi saran bir hareketin gelişmesinin başlangıcı olmuştu. Gerilla hareketleri halkı ajite edip harekete geçiriyor, onlara cesaret veriyor, kitlesel politik mücadelenin diğer biçimlerini geliştiriyor, bütün bunlar da gerilla hareketlerini destekleyip güçlendiriyordu.

1956 Aralık’ında başlayan hareket, 1958 başlarında, yani yaklaşık bir yıl sonra, Batista’nın on bin kişilik kuvvetle saldırısına karşı direniyor ve Batista’yı kuvvetlerini Sierra’lardan çekmek zorunda bırakıyordu. Bu nokta Küba 79 Devrimi’nde kesin bir dönüm noktası, mevcut konjonktürde öncüye yüklenen görevlerin en acil ve en önemli olanının tamamlanmış bulunmasıydı. Küba halkının ruh hali bu çarpışmadan sonra süratle değişmiş ve kitleler aynı süratle mücadeleye katılmaya başlamışlardı. Çünkü gerilla savaşının yenilmezliği, düşmanın üstün gücüne halkın silahlı mücadeleyle karşı koyabileceği ve onu yenebileceği kesin bir  şekilde ortaya çıkmıştı. Batista diktatörlüğünden nefret eden, ama eyleme geçmekte tereddütlü Küba halkı, bütünüyle silahlı mücadeleyi desteklemeye başlamıştı. Artık bu devrimin önünü hiçbir güç alamazdı. Nitekim kısa bir süre sonra kurulan “26 Temmuz Hareketi” isimli cephe, kuruluşunun üzerinden bir yıl geçmeden 1 Ocak 1959’da iktidarı ele geçirmişti. kaderci bir anlayışın gelişimine bırakmıştır.

Bu durumda gerçek anlamda ulusal nitelikli bir burjuvaziden söz edilemeyeceği için devrimin sınıfsal kapsamının MDD’ye nazaran daha daralacağı açıktı. Yine feodalizmin kısmen tasfiye edilmiş olması, anti-feodal ağırlıklı devrim programının anti-faşist, anti-emperyalist yönünün ön plana çıkmasına neden olmuştur. Aynı şekilde devrim kapsamında değişiklikler olduğu gibi, halk kitlelerini devrim safına çekmek ve örgütlendirmek de daha farklı olmak zorundaydı. Burada Çin gibi spontane ayaklanmalar içindeki kitleleri örgütleyip, zayıf merkezi otoritenin zaaflarından yararlanıp, daha baştan kızıl siyasi iktidarlar kurmak söz konusu olamazdı. Bunun koşullarının oluşması için halk kitlelerinin ruh halinin değiştirilmesi ve bunu olanaklı kılacak bir mücadele hattının izlenmesi şarttı. Bu ise silahlı propaganda temelinde yürütülecek bir öncü savaş aşamasından geçilmesi zorunluluğu demektir.

Bu gerçeği yadsımak, mevcut değişiklikleri görmemek ve klasik halk savaşını dogmalaştırmak, özünde onu savunmamak anlamına gelir.

Bu özellikleriyle Küba Devrimi, dogmatizme karşı yeni bir zafer olduğu gibi III. bunalım döneminin yeni-sömürge ülkelerinde ML çizginin köşe taşlarını yerine koyan bir devrimdir.

Bugün bu konuda da  şabloncular türemiş olmakla beraber, oportünist saflarda Küba Devrimi’ne yaklaşımın en yaygın biçimi, onun bir “tesadüf’ olduğu, normal kurallara uymadığıdır. Onun özünü gizlemek, yaşamla olan canlı bağlarını inkar etmek, oportünizmin yıllardır başlıca uğraşını oluşturur.

Küba Devrimi’nin şabloncuları da (Bunlara Sol yorumcuları da diyebiliriz) bu oportünist saldırılara büyük kolaylık sağlamışlardır.

Bunlara “Küba bir istisna mı, yoksa emperyalizme karşı savaşın öncüsü mü?” adlı makalesiyle 1961 yılında gerekli yanıtı Che veriyor:

“Biçim ve görünüşü itibarıyla son derece değişik ve çeşitli olan bu hareket, buna rağmen, sömürgeciliğe karşı savaşın ve sosyalizme geçişin çevrelediği büyük tarihi olayların genel çizgilerini izlemiştir ve esasen başka türlü olmasına da imkan yoktu.”

Yine Che’nin “Askeri Yazılarında Küba Devrimi’nin en karakteristik yönünü yansıtan şu satırlarını aktarmakta yarar var:

“Devrimci durumun bütünüyle olgunlaşmasını beklemek  şart değildir. Çünkü yüreklilik, dövüşme, şevk ve kararlılık, çoğu kez eksik olan nesnel şartların yerini tutabilir. Ama asgari miktarda da olsa nesnel şartların varlığıgereklidir.”

Bu nokta Küba Devrimi’nin en evrensel dersidir. Ve esasen oportünizmin şimşeklerini üzerine çekmesinin de nedeni onun bu özelliğidir. Çünkü başta da belirttiğimiz ve üç devrimde ayrı ayrı tanık olduğumuz gibi oportünizmi her zaman en çok rahatsız eden devrimci inisiyatifin rolüdür. O her zaman statükoyu bozan ML’lerin bu karakterine şiddetle saldırmıştır. Bütün anarşizm, ‘Sol’culuk… vb. teranelerinin altında, onun bu korkusu yatar. Zaten şablonculuk da onun bu statükoculuğunun bir başka yansımasıdır.

Bu nedenle emperyalizm döneminde devrimin objektif koşullarının oluştuğunu ilan ederek, devrimci inisiyatifin rolünü ön plana çıkaran ve “Bize bir savaş örgütü verin Rusya’yı altüst edelim” diyen Lenin’e karşı yükselen bu sesler, devrimin odağı sömürge ülkelere kaydıkça ve dolayısıyla devrimci inisiyatifin rolü arttıkça daha da yükselmiştir. Küba Devrimi ise bu inisiyatifin rolünün en yüksek olduğu devrimdir. Günümüz devrimleri de bu özelliği taşımaktadır. İşte oportünist çığlıkların artmasının, bu ve diğer güncel devrimci deneyleri karalayıp çarpıtmak için yüksek bir enerji harcamasının hemen tek nedeni budur.

Elbette şablonculuğun çeşitleri arasına Küba Devrimi’nden sonra, onun şablonculuğu da eklenmiştir. Bu yanlış ve mekanik kavrayış, özellikle Latin Amerika’da birçok ihtilalci girişimin yenilgisiyle sonuçlanmış fokocu bir çizgi ortaya çıkarmıştır.

M. Çayan bu konuda şöyle demektedir:

“Küba Devrimi’nin yanlış yorumlanmasının sonucu ortaya çıkan militan sol çizgi, fokocu görüş şehir-kır ilişkilerini, SP ve öteki mücadele biçimlerini diyalektik bir bütün olarak görmeyen, tek bütün olarak kırları ve SP’yi temel alan, şehirlerin ve öteki mücadele biçimlerinin tali rolünü önemsemeyen bir görüştür. Bu görüşün temelinde geri bıraktırılmış ülkelerdeki milli krizin en olgun şekliyle değerlendirilmesi, öncünün mücadelesiyle köylülerin derhal silaha sarılarak savaşın kısa zamanda halk savaşına dönüşeceği düşüncesi yatmaktadır.” (M. Çayan, Bütün Yazılar)

Günümüz açısından Küba Devrimi III. bunalım dönemi yeni-sömürge ülkelerde devrimci stratejinin ana hatlarını belirlemiştir. Ancak, onun sadece, Küba’nın yerel koşullarından kaynaklanan özellikleri yanında, konjonktürel özellikleri de dikkate alınmazsa yine oportünist bir anlayışa düşmek kaçınılmaz olur. Bu açıdan bakıldığında, Küba Devrimi’nin henüz yeni-sömürgecilik ilişkilerinin oluşmaya başladığı bir evrede gerçekleşmiş olmasının, ona önemli özellikler kazandırdığı görülecektir. Mahir Çayan’ın da dediği gibi, bu, milli krizin olgunluğunda ifadesini bulur.

Gömüldüğü gibi üç devrim bir yandan tabuları yıkarken, diğer yandan yeni tabular “yaratmıştır”. ML’i hayatın canlı pratiğinden koparmadan devrim yolunda ilerleyenler, Lenin’e karşı Marks-Engels adına, Mao’ya karşı Lenin adına, Castro-Che’ye karşı Mao adına ve hatta bugünün ML’lerine karşı Castro-Che adına yapılan saldırılarla mücadele içinde var olmuş ve onları aşarak zafere ulaşmıştır/ulaşacaktır!

Elbette ne ML’in gelişip zenginleşmesi ve yeni zaferlere doğru yürümesi, ne de oportünizmin saldırıları son bulacaktır. Özünü gizlemede ve şartlara uyum sağlamada gösterdiği olağanüstü yetenekle oportünizm, sınıf zemini yok olana kadar proletaryanın sınıf mücadelesinin sırtından geçinen bir asalak olarak yaşamını sürdürecek, ortamı bulandırmaya, ML’lere, anarşizm, Narodnizm, küçük burjuva maceracıları… vb. teraneleriyle saldırmaya devam edecektir. Ve tabii ki “hu” çeken dervişler gibi Marksizmin dogmalarınıtekrarlayarak işçi sınıfı savunuculuğunu ağızlardan düşürmeyerek yapacaklardır bunu.

PROLETARYA ZAFERLERİNİ YAŞATACAK OLAN,

OPORTÜNİST ŞABLONCULUK DEĞİL, ML YAKLAŞIMDIR

Marksizm-Leninizm bir bilimdir. Sınıflar mücadelesinin yeni görüngüleri ile ve bu görüngülerin Marksist metot açısından incelenmesiyle gelişir ve zenginleşir. ML’lerin görevi, proletaryanın sınıf mücadelesini ne öncesinden, ne bugünden ve ne de gelecekten soyutlamadan onun evrensel derslerine sahip çıkmak, ML’in doğrultusunu değiştirmeden, yeni görüngüleri dikkate alarak, eski formülleri düzeltmek ve zenginleştirmek ve mücadelenin öne çıkardığı sorunları çözümleyip doğru bir mücadeleyi gerçekleştirmektir. Bunun yerine, ML’in parça parça formülleri, ayrı ayrı tezler, bir dönemler işlevini görmüş lafızlar alınırsa, bu ancak oportünizm olur.

Marksizmi böyle kavramanın olsa olsa Marksizmin bir karikatürünü ortaya çıkaracağını belirten Stalin, bunun Marksizmi revize etmenin bir başka biçimi olduğunu vurgular. Kuşkusuz bu, Marksizmi revize etmenin en sinsi yöntemidir. Çünkü ona her şeyiyle sahip çıkılıyor kisvesi altında yapılan bir revizyondur. Stalin şöyle diyor:

“Marks’ı revizyonist tarzda anlamak ne demektir? Marks’ın belirli bir çağın somut şartlarından çıkarılmış, onlarla ilintili ayrı ayrı tezlerden metinlere başvurarak bozmak demektir.” (Stalin, Sağ ve Sol Sapmalar)

Bu elbette, proletaryanın devrimci deneylerinin evrensel düzeyde gerçek bilgiye dönüştürdüğü formülasyonları reddetmek anlamına gelmez. Bu da revizyonizmin, oportünizmin bir başka çeşidi olur. Önemli olan onların özünü oluşturan bu dersleri kavramak ve yeni şartlarda zenginleştirip bir deney olarak değerlendirmektir. Marksistlik, Marksizmin devamını sağlamakla olur.

Onu bir noktada kesintiye uğratıp dondurmakla değil.

“Marks ve Engelsin yapıtlarının sürdürücüsü olarak Lenin’in büyüklüğü” der Stalin, “Marksizmin sözlerine hiçbir zaman kölece bağlı kalmamasından ibarettir. Araştırmalarında Marks’ın şu talimatını izledi. Marksizm bir dogma değildir, eylem için bir yol göstericidir. Lenin(…) Marksizmin sözleri ile özünü kesinlikle ayırdı. Marksizmi asla bir dogma olarak almadı ve Marksizmi temel yöntem olarak kapitalist gelişmenin yeni ilişkilerine uygulamaya çalıştı.”

(age)

Kuşkusuz devrimini gerçekleştiren ve dolayısıyla tespit ettiği teorik görüşleri gerçek bilgi düzeyine ulaşan bütün önderlerin büyüklüğü de buradadır. Oportünizm bir yandan bu deneylerden kimini şablonlaştırırken, kimini de hepten yadsımaktadır. Proletaryanın büyük devrimci deneylerinden her birini diğerinden koparan, Sovyet, Çin ya da Küba Devrimi taklitçiliği almış başını gitmektedir. Mücadeleyi ve mücadelenin ortaya koyduğu gerçekleri yanlış yorumlayarak ya da inkar ederek gerçeklerden yakayı kurtarmaya çalışan ve her şeyi “ben bilirim” havalarındaki bu baylar aslında sadece kendi çaplarını ortaya koymaktan başka bir şey yapmazlar.

“Lenin her zaman komünistlerden, yalnızca kendi ülkelerindeki durumu değil, aynı zamanda uluslararası politikanın ve ekonominin bütün öğelerini, kendi ülkeleri ve dünyadaki bütün sınıf güçleri arasındaki ilişkiyi de en büyük nesnellikle, dikkatle incelemelerini ve değerlendirmelerini isterdi.”  (Vietnam İşçi Partisi Tarihi)

Bırakalım böyle dikkatli bir incelemeyi, oportünizm, proletaryanın zafere erişmiş deneylerini lütfen inceleyecek kadar bile Lenin’in öğüdünü tutmamaktadır. Bugüne kadar onlarca ülke, çok çeşitli yöntemlerle devrimini gerçekleştirmiş, Marksist devrim teorisine önemli katkılarda bulunmuştur. Ama oportünizmin en iflah olmaz büyük bir kesimi için hala tek deney vardır. Ekim Devrimi… 1917’den bugüne köprünün altından hiç su akmamış, adeta yaşam o gün durmuştur oportünizm için…

Üç devrimin değiştirilemez evrensel ilkeleri nelerdir? Bunları toplu bir sentez olarak koymaya çalışalım:

a- Emperyalizm döneminde devrimin objektif  şartları dünya ölçüsünde vardır. Bu nedenle en az gelişmiş sömürgeden en gelişmiş emperyalist metropollere kadar devrimin koşulları mevcuttur. Eşitsiz gelişim nedeniyle devrim tek tek ülkelerde gerçekleşecektir ve devrimin yaşaması mümkündür. Bu noktada ihtilalci inisiyatif önem kazanmıştır.

Devrim emperyalist zincirin en zayıf halkalarında gelişecektir. Geri kalmış, burjuva devrimini tamamlamamış ülkelerde proletarya diğer sınıf ve tabakalara önderlik ederek iki devrimin görevlerini tek bir süreçte toplayabilir.

Canalıcı nokta, demokratik devrimde kesin bir tavır takınmaya yetenekli sınıfların (özelde köylülüğün) devrimci potansiyelinin en iyi şekilde değerlendirilmesidir. Proletaryanın öncülük fonksiyonlarını yerine getirmesi için fiili öncülük şart değildir. Proletarya partisi aracılığı ile ideolojik öncülük yaparak da bu fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur.

Devrimin olabilmesi için, devrimci milli krizin varlığı, öncünün varlığı ve kitlelerin bilinci ve örgütlü olarak savaşa katılması şarttır. Devrim ancak zor yoluyla mümkün olabilir.

Proletaryanın nicel ve nitel güçsüz olduğu yarı-sömürge ülkelerde temel savaş alanı kırlar, temel güç de köylülerdir.(3) Bu ülkelerde sürekli milli krizden dolayı devrim süreci evrim-devrim diye iki aşamaya ayrılmaz. Bu iki aşama iç içe geçmiştir. Güçlü düşman karşısında uzun süreli bir savaş stratejisi zorunludur. Devrimci güçler, güçlü düşmana karşı silahlı mücadele içinde adım adım gelişerek düşmanı yenebilir. Devrimci silahlı bir savaşa atılmak için devrimci durumun şu veya bu oranda varlığı gereklidir ama bütünü ile olgunlaşmasını beklemek şart değildir. Bunu devrimci müdahale ile derinleştirebilmek mümkündür.

Kitleleri eğitmenin, devrim safına çekebilmenin ve zor yoluyla iktidarı ele geçirmenin çeşitli yolları vardır. Günümüz yeni-sömürge ülkelerinde bunun yolu, silahlı propaganda temelinde yürütülecek bir öncü savaşı aşamasından geçecek bir halk savaşıdır.

b- Proletaryanın siyasi partisi olmadan proletarya devrimi olanaksızdır. Partinin, savaşçı ve öncü bir müfreze olarak örgütlenmesi gerekir. Proletarya partisi sınıflar mücadelesinin üç cephesinde de mücadeleyi yürüten, diyalektik materyalizmin temelleri üzerinde kurulan bir partidir. İdeolojik, politik ve örgütsel birliği olmayan şekilsiz bir yapı proletaryanın öncü müfrezesi olamaz.

Sömürge ülkelerde, proletaryanın halk ordusuna (veya cephe) da ihtiyacı vardır. Bu birinci olarak partinin denetimindeki ordu (veya cephe), ikinci olarak çeşitli sınıf ve güçlerle asgari bir program etrafında oluşturulması gereken bir cephedir. Devrimin geleceğini garanti altına almak için cephenin önderliği proletarya partisince yapılmalıdır (özgün durumda olabilir). Bu ülkelerde parti, politik ve asgari liderliğin birliği ilkesine göre örgütlenir ve iki liderliğin tek bir merkezde birleştirilmesi gerekir.

c- Devlet aygıtı bir bütün olarak bürokrasi ve militarizmi ile egemen sınıfların baskı aygıtıdır. Bu aygıtın zor aracı ile aşağıdan yukarı parçalanıp yıkılması ve proletaryanın kendi zor aracını, proletarya diktatörlüğünü kurması gerekli ve zorunludur. Hem aşağıdan yukarı zor yoluyla devleti yıkmak, hem de proletarya diktatörlüğü çeşitli biçimler alabilir. Bu, somut koşullar tarafından tayin edilir. Proletarya diktatörlüğü için, proletaryanın devlet aygıtına tümüyle egemen olması şart ve zorunlu değildir, süreç içinde buna doğru gelişmesi kaçınılmaz olan, proletaryanın inisiyatifindeki, demokratik halk diktatörlükleri de öz olarak proletarya diktatörlüğünün bir biçimidir. Ve özellikle sömürge ülkelerde devrimin sosyal muhtevası ilk aşamada, bu tür diktatörlükleri gerekli kılar. Proletarya ancak bunun sağlayacağı zeminde güçlenebilir ve giderek kesintisiz bir şekilde sosyalizme geçilebilir.

İşte üç devrimin Marksizm-Leninizm hazinesine katkıları ve bugünkü koşullarda köklü değişiklikler olmadığı sürece değiştirilemez dersleri bunlardır (ki bunların çoğunu geçersiz kılacak değişiklik, emperyalizmin yok olmasıdır). Bu koşullar değişmediği sürece bunlar değiştirilemez, reddedilemez.

Ancak somut pratik içinde daha da zenginleşebilir. Her kim bunu yapıyorsa (dikkate almayarak, değiştirerek vb.) bir revizyonistten başka bir şey değildir. Bunu yapan Marksizmi-Leninizmi revize ediyor demektir.

Bunların dışında kalanlar ise, ML’ler için deneyimleri artıran, karşılaştığı pratik sorunları çözmede yaratıcılığını geliştiren şeyler olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Ama salt bu açıdan bile olsa, elbette son derece zengin olan her devrimci deney ayrıntılarına kadar irdelenmeli ve kavranmalıdır.

Önemli olan onları nesnel koşullarından koparıp mekanik olarak günümüze taşımamak, yani dogmalaştırarak Marksizm-Leninizmi bir başka bir açıdan revize etmemektir. Yukarıdaki genel olgular dışında ülkemiz devriminin teorisi kendi devrimci pratiğinin ürünü olacaktır ve kendi pratiği içinde yetkinleşerek ML hazinesine yeni katkılarda bulunacaktır.

Bunun için gerek kendi gerekse dünya proletaryasının devrimci deneylerine yaklaşımımız ve pratiğin önümüze çıkardığı sorunları çözmede yöntemimiz şu olmalıdır:

Birincisi; teoriyi, proletaryanın devrimci deneylerini asla dondurmamak.

Dogmatizmi reddedip, teoriyle pratik arasındaki ayrılığı birliğe çevirmek, onu pratiğin canlı akışı içinde yeniden ve yeniden sınayarak işe yaramayan yönlerini ayıklayarak geliştirmek.

İkincisi; teorimizin her şeyden önce pratiğimizin ürünü olacağını bilmek.

Teoriyi pratiğin ileri sürdüğü sorunları çözücü, pratiğe hizmet edici tarzda ele almak. Marksizmin devrimci hareketin pratiği içinde yaşayacağını ve zenginleşeceğini bir an bile gözden uzak tutmamak.

Üçüncüsü; hiçbir mücadele biçimini reddetmeden proletaryanın mücadele yöntem ve araçlarını hayatın içinde zenginleştirmek, kitlelerin yaratıcı ruhundan yararlanmak.

85 Dördüncüsü; hataların ve eksikliklerin üzerine cesaretle gitmek, özeleştiri silahını elden bırakmamak, sürekli kendini yenilemek ve aşmak. Hata ve eksiklikleri örtmek, saklamak yerine açıkça gözler önüne sermek.

Eğer gerçek ML’ler isek, şablonculuk yerine devrimci deneylerin özünü kavrayarak, kendi pratiğinde onları ete kemiğe büründürmek istiyorsak, izlememiz gereken yöntem bu Leninist yöntemdir. Bu yoldan şaşmak oportünizm batağına sapmak demektir. Bu yoldan ayrılmak Marksizm’in yaşayan ruhunu boşaltmak, onu bir kadavraya çevirmek demektir.

Marks, Engels, Lenin, Mao, Castro, Che ve diğer tüm önderlerin tuttuğu yol bu olduğu içindir ki, bir bilim olarak ML’i geliştirmişlerdir. Bu yöntem dışında istendiği kadar Marksizm adına vaaz verilsin, pratiğe hizmet etmeyen, sınıf mücadelesinin sorunlarına çözüm getirmeyen, metelik etmez bir laf kalabalığı olmaktan başka anlam taşımayacaktır.

Proletaryanın bu büyük zaferine de ancak böyle sahip çıkılabilir ve hayatın canlı pratiğinde yaşamaları sağlanabilir. Onlara hayat veren bu yöntem dışında ele alıp şablonlaştıran oportünizm, hangisine olursa olsun düzdüğü övgüler ikiyüzlü sahtekarlıktan başka bir şey değildir.

PROLETARYA ENTERNASYONALİZMİNİN SİMGESİ CHE

Emperyalizmin anti-terör stratejisi ile tüm dünya halklarına açık savaş ilan ettiği, dünya sosyalist cephesinde oportünist ve pasifist etkinliğin boyutlarının hayli geniş olduğu ve emperyalist saldırganlık karşısında edilgen bir tutum izlendiği, parsacı, dar bölgeci çıkarlara enternasyonalist görevlerin kurban edildiği günümüzde, bu büyük devrimci militanın enternasyonalist ruhunu yaşatmak ve ona sahip çıkmak özel bir önem kazanıyor.

“Her devrimcinin görevi devrim yapmaktır” diyen Arjantinli Che, 1953’te Guatemala’da devrimci Arbenz hükümeti yönetiminde dağ köylerinde gönüllü doktorluk yapıyordu. Arbenz hükümeti, işbirlikçi bir darbeyle devrilince darbeye karşı direniş örgütlemeye çalışan bir militan oluyordu Che. Oradan sürgün edilince Castro’nun ilk grubuna katılarak Küba devriminin önderlerinden biri oldu. 1966 yılına kadar Küba devrimine çeşitli kademelerde, hizmet ettikten sonra, Bolivya’da küçük bir gerilla grubunun komutanı olarak yeni bir devrim odağını tutuşturmaya çalışıyordu. Devrimci mücadelede yer aldığı 1953’den, kahramanca şehit düştüğü 1967’nin Ekim ayına kadar, Che elde

silahıyla dünya halkları için savaşmıştır.

Gençliğinde tüm kıtayı dolaşarak Latin Amerika halklarını yakından tanıyan Che, Küba devrimi en zor günlerini atlattıktan sonra, 1965 Eylül’ünde bütün görevlerinden istifa ediyor ve ünlü veda mektubunu Castro’ya bırakarak 1966’da gizlice Bolivya’ya geçiyordu.

Bu mektubunda şöyle diyordu Che:

“(…) Sanırım beni Küba’nın kendi sınırları içindeki devrimine bağlayan ödevden payıma düşeni yerine getirdim. Şimdi, senden, arkadaşlardan ve artık benim de halkım olan halkından izin istiyorum(…) Dünyanın başka köşeleri var, benim karınca kararınca yardımıma muhtaç.”

4 ay sonra Bolivya’dan Havana’da toplanan üç kıta konferansına gön86 derdiği demeçte ise şöyle sesleniyordu. “Amacım, iki, üç… (daha) fazla Vietnam yaratmak.”

Che, günümüzün görevlerini en çarpıcı şekilde ortaya koyuyordu bu sloganla. Ve o bir enternasyonalist proleter devrimci olarak kendini bu göreve adamıştı. Söz konusu demeci şu satırlarla sona eriyordu:

“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin… Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yapılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralanyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi safa geldi!”

Che Guevara böylesine büyük bir devrimci coşku, bilinç ve kararlılıkla yeni mücadelelere atılırken, Kruşçev revziyonizmi ve onun peykleri olan Latin Amerika KP’leri, Küba devrimine ve gerilla mücadelesine saldırılarını sürdürüyor, II. Enternasyonal oportünizmini yeniden hortlatarak, barışa geçiş gibi tatlı bir hülyalar aleminde yaşıyorlardı. Dünya sosyalist hareketi, tarihin en büyük ayrışmasını yaşıyor, iki büyük kampa ayrılarak birbirine savaş ilan ediyor, enternasyonalizm diye bir şey kalmıyordu. Bugün de devam eden bu durum, parçalanmışlık yanında, oportünist-revizyonist politakalarla zaafları daha da derinleştirerek devam ediyor.

Oportünizmin ve revizyonizmin proletarya hareketinde önemli mevziler tutması, her türden sapmanın yaşama şansı bulacağı, boy verip gelişeceği bir zemin oluşturuyor dünya sosyalist hareketinde.

Konumuzla ilintisi olan şu basit gerçek bile, her şeyin kavranması için yeterli örnek oluşturmaktadır!

Sovyet Devrimi Marksizmin gerek revizyonist tahrifini (Bernstein vb.) gerekse oportünist tahrifini  (II. Enternasyonalciler, Menşevizm vb.) yapanları tarihsel konjonktürde yerli yerine oturtmuş, Marksist saflardan kesin şekilde tecrit etmişti. Çünkü Lenin’in savundukları artık yalnızca teori değil, pratikte gerçekleşmiş, yani doğruluğu kesinleşmiş bir bilgiydi. Henüz pratikte ispatlanmamış teori üzerinde bulanıklık ve kuşku yaratmak, reddetmek nispeten daha kolaydı. Fakat teori pratikte sınandığı ve gerçekleştiği zaman bunlar için iki şey vardır; ya Marksizm dışına çıkıp karşı-devrim saflarında yer almak, ya da görüşlerini terk etmek. Bu gerçek ortadayken, sağlam bir devrimci

önderlik (en başta III. Enternasyonal) varken başka türlü olamazdı.

Bu nedenle oportünizm Marksist saflardan tamamen kopup tecrit oldu ama, onun yerini daha önce de söz ettiğimiz gibi dogmatizmin yeni biçimi şablonculuk aldı. Bugüne kadar onlarca kez teoride ve pratikte bu anlayış mahkum edildi. Ama ne yazık ki özellikle Çin, Küba devrimiyle ipliği pazara

çıkarılan, kesin bir şekilde mahkum edilen, oportünizmin yeni temsilcilerini Marksist saflardan kovmak gerçekleşmedi. Gözünün içine batan gerçekleri, devrimci deneylerin ortaya koyduğu kesin doğruları bu denli pervasızca reddetmesine rağmen, Leninizmin bu tahrifatı ömrünü devam ettirmekte, bugün de proletarya hareketinde önemli bir yer tutmakta, ona en büyük zararı vermeye ve burjuvaziye hizmete devam etmektedir.

Kuşkusuz revizyonizmin ve oportünizmin tuttuğu güçlü mevziler nedeniyle bunların yaşamını devam ettiren verimli bir toprağın bulunması yanında eksik olan bir şeyler de var. Ne olursa olsun Çin, Küba, Vietnam… vb. leri gibi onlarca pratik örneğe rağmen, oportünizmin önemli bir kesimi hala bunları görmezden gelebiliyor, pervasızca ve utanmazca tahrif edebiliyor, “kural dışı” gibi saçmalıklar ortaya sürebiliyorsa, demek ki eksik bırakılan bir şeyler var…

Bunlardan en önemlisi; ML’lerin proletarya hareketinde güçlü mevziler tutan bu sapmalara karşı dünya ölçüsünde örgütlü ve kararlı bir mücadele yürütememeleri veya bunun olanaklarının yaratılamamasıdır. Uluslararası düzeyde örgütlü olan ve bu sapmalara karşı mücadele ancak tek tük ülkeler bazında, bölük pörçük yürütülmekte, uluslararası bir platformda karşılarına topyekün olarak çıkılamamaktadır.

İşte bu noktada proleter enternasyonalizminin büyük militanı Che’nin geleneğinin yaşatılmasının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Not: Bu yazı “Tutsaklık Koşullarında Mücadele” dergisinden alınmış olup, aynen

aktarılmıştır.

(1) Ekim Devrimi bugün kullanılan takvime göre 7 Kasım gününe denk düşse de, bu olay için eski takvimin temel alınması gelenekselleşmiştir.

(2) Bazı sol anlayışlar tarafından salt askeri açıdan ele alınan bu tespit, aslında hem politik, hem askeridir. Esas olan da politik zayıflıktır. Egemen sınıfların gerek iletişim-ulaşımı örgütlenme bakımından yetersiz olduğu, gerekse feodal emperya list çifte sömürü altında bulunan köylü kitlelerin düzenle çelişkilerinin çok derin olduğu bu alanlarda düşmanın politik ve askeri denetim kurma olanakları zayıftır.

Köylülerin kendiliğinden ayaklanmalara gitmeleri ve MDD’de kesin bir tutum takınabilen temel bir sınıf olmaları nedeniyle, kırsal kesim, egemen sınfların yumu şak karnı devrimci hareketin kalesi olur.

Bu konuda yapılan bir spekülasyon da, burjuvazinin her ülkede şehirlerde güçlü denetim kurduğu, bunun bir orijinalite olmadığıdır. Buradan hareketle ulaşım olanaklarının varlığı vb. nedenlerle günümüzde kırların yumuşak karın olmaktan çıktığı vb. tespiti yapılmaktadır. Kırların yumuşak karın olmasının görece bir durum olduğu doğrudur. Biraz askeri bir bakış açısı kokan bu tahlil, salt şu açıdan dönüşüldüğünde bile toplumsal güçler arasındaki kuvvet ilişkisi ile değil, sadece burjuvazinin gücünü nerede yoğunlaştırdığıyla açıklanan, kötü bir oportünist çarpıtmadır. Evet metropollerde de burjuvazinin gücü  şehirlerde yoğunlaşmıştır.

Ama buralarda onu dengeleyen bir gücün daha olduğunu, proletarya ve demokratik güçlerin olduğunu unutmayalım. Asla unutulmaması gereken ise metropollerin köylülüğün sınıf olarak kesin tutum takınacağı MDD aşamasını çoktan geçmiş olmasıdır.

(3) Köylülüğün temel olması işçi sınıfı ve küçük-burjuvazinin temel güçler arasında olmasını dışlamaz. Devrimin temel gücü esprisi, işçi sınıfı, küçük burjuvazi ve köylülüğün oluşturduğu temel güçler içinde köylülüğün itici bir rol üstlenmesi ola rak ele alınmalıdır. Yine bizim gibi ülkelerde şehir-kır diyalektik bütünlüğü-birleşik devrimci savaş çerçevesinde bu güçlerin mevzilenmesi çeşitli aşamalarda öz gün biçimler kazanabilir.

(Arşivde)

Onur Yucel

Önceki İçerikGerilladan Devrimci Operasyon: 75 asker ve polis öldürüldü
Sonraki İçerikAZİZ GÜLERİN CENAZESİNİ VERİN