Devrimcilik iddialı olanların işidir. İddia soyut bir “devrim” iddiası değildir. İddia tüm bir düzeni parçalama, toplumu ve insanı değiştirme, dönüştürme iddiasıdır.
Yıllardır kilitlendiğimiz, her defasında tekrar tekrar içini doldurduğumuz ve tartıştığımız bir kavram: Devrimcilik.
Yenilgi sonralarının ya da bunalım ve tıkanma dönemlerinin ardından içi en fazla boşaltılan kavramlardan biridir aynı zamanda devrimcilik. O nedenledir ki hala nasıl bir devrimcilik sorusuna cevap arıyoruz. Kimi kez kendi eksikliklerimizi, yetmezliklerimizi örtmenin bahanesi olabiliyor. Kimi zaman her sorunumuzu, bunalımımızı, tıkanıklığımızı açıklamanın günahkârı. Kimi kez tüm bunların sonucunda, “böyle devrimcilik olmaz” denerek yapılan bir izah. Ne dersek diyelim, nasıl açıklarsak açıklayalım, bir yerde, bilimsel donanımdan uzak olmanın, devrimi kavramayışın yarattığı bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü kavramın karşılığı olan teorik belirlemenin ezbere ve kalıba dökülmüş halini tartışıyoruz. Kavrama uyanlar ve uymayanlar mekanikliğinde, dahası, kavramı kendimiz ne kadar algılamış, kendimize göre ne kadar bilinç düzeyinde kavramışsak, o kadar tartışıyor, tez ve anti-tez haline getiriyoruz.
Yaşamı, devrimi kavram düzeyinde ele alıyorsak, yanlış yapmaktan, yanlış şekillenmekten kurtulamayız. Paradoks da burada başlıyor. Trajedimiz burada. Toplumsal, sosyal, ekonomik gelişmenin bilimsel tanımı, değerlendirilmesi, yeni bir toplumsal, sosyal, ekonomik sistemin kurulabilmesinin ön koşuludur. Kapitalist dünyayı anlıyorsak, onun sömürüye dayalı sistemini çözümlemişsek, neden yıkılması gerektiğini bilince çıkarmışsak, yerine insanlığın en ideal sistemi olduğuna inandığımız sosyalizmi geçirmek istiyorsak, bunun doğal ve zorunlu koşulu devrim demektir. İlkin bu bilimsel gerçeğin bilincine varmak, bu uğurda mücadele etmek zorunluluğunu kavramak gerekir. Devrimcilik zaten bunun üzerine biçimlenen bir olgu olmaktadır. Devrimcilik anlayışımızı tartışırken bu bilimsel gerçeğe uygun mücadele edip, etmediğimizi görebiliriz.
Ama onun da ötesinde, genelde hemen her dönemin özgün sorunlarını aşmada belirlenen taktik ve program düzeyindeki kimi görevler, adeta sürecin bütününü kapsayacak bir tarzda ele alınmıştır ve devrimcilik bu dönemlerin özgün görevleriyle sınırlandırılmış ve dar bir alana hapsedilmiştir. Bu dönem geçip de, yeni bir dönem kendini dayattığında yeni bir devrimcilik tanımı gündeme sokulmuştur. Ve bu zincirleme süreçler sanki her dönem ve koşula uygun yeni bir devrimcilik tanımını ortaya çıkaran çarpık bir anlayışı geliştirmiştir. Sürecin devrimci görevleriyle devrimcilik arasındaki diyalektik bağ, birbirine karıştırılarak, aynılaştırılmıştır. Oysa devrimcilik bir yaşam ve mücadele biçimi olarak, sürecin bütününü (anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimden sosyalizme ve komünizme varan bütün evreleri) kapsayan bir kavram olmak zorundadır. Süreç kavramının bütünsellikten koparılarak içinde bulunulan anı ifade eder tarzda sınırlandırılmasının yanlışlığı görülmeli. İşte, yaşanan konjonktürdeki devrimci görevlerin yerine getirilmesi ile sınırlı bir pratiği, “sürecin devrimci görevleri” olarak tanımlamanın doğal sonucu, devrimcilik kavramının da darlaştırılmasına yol açmaktadır.
Örneğin, ’80 öncesinin devrimci görevleri, faşist saldırılar karşısında, anti-faşist mücadelenin dayattığı bir yükümlülüğü de içeriyordu. ’80 sonrasının terör ve vahşet döneminde öne çıkan görev, faşist cuntanın teslim alma, kişiliksizleştirme politikaları karşısında, devrimci değerleri sahiplenme, devrimci onuru koruma üzerine kurulu bir direnişle sınırlıydı. 90’lı yıllarda, sosyalist sistemin çöktüğü, kapitalizmin yüceltildiği, inançsızlığın yaygınlaştırıldığı bir dönemde, sosyalizme olan inancın ve bağlılığın daha bir gür sesle dile getirilmesi, özel bir önem taşıyordu. Ancak tüm bu dönemlerde, devrimciliği, yaşanan konjonktürün öne çıkardığı bu görevlerin yerine getirilmesi ile sınırlamak mümkün müdür? Kuşkusuz hayır. Aksi halde, verilen örneklerin ulaşacağı sonuçlar şöyle olurdu: İktidar perspektifini yitirmiş, devrim hedefini unutmuş, sadece sivil faşistleri hedef almış bir mücadele; adeta mistik bir ruh hali ile sergilenen bir direniş ve elbette “kahramanlık”; yaşanan yenilgiye gözlerini kapayıp sosyalizm üzerine methiyeler düzen ama kitleler tarafından dikkate alınmayan bir propaganda yöntemi…
Bugün sosyalizmin yenildiği, kapitalizmin yüceltildiği, tek egemen güç olarak halklara sunulduğu, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin boğulmaya, teslim alınmaya çalışıldığı yeni bir tasfiye dalgası dönemi geride kaldı. Şimdi sürecin içinde bulunduğumuz aşamasında, devrimci görevlerimiz de işte bu gelişime ve değişmeye göre kendini taktik ve programatik düzeyde ortaya koyarken, devrimciliğimiz, devrimci anlayışımız da içinde bulunduğumuz konjonktürün getirdiği yeni görevlerle yükümlü durumdadır. Ve bunlar dönemsel olarak, nihai hedefe ulaşmamızda, düşmanın karşımıza çıkardığı engellerdir. Bu engellerin nihai hedefe varmayı geciktiren boyutu ortadayken, yok sayılarak bir mücadele sürdürülmesi mümkün değildir. Bu engellerin aşılması, ortadan kaldırılması bu anlamda zorunludur. Ve devrimci mücadelemizi, bu engellerin aşılmasını da kapsar tarzda örgütlemek zorundayız. Anlaşılması gereken budur. Yoksa devrimciliğimizin tüm boyutlarını bu dönemsel görevlerle sınırlarsak, nihai amacımız gölgelenmiş olur. Devrimi ve devrimciliği dar ve dönemsel anlarla sınırlamış oluruz. Bu ise bizi, kaçınılmaz olarak güncel-dar pratiğin pençesine hapseder.
O nedenledir ki, yaşanan konjonktürün devrimci görevleri ile devrimcilik arasındaki diyalektik bağı yadsımadan (ama aynılaştırmadan da) devrimciliğin, devrimci kişiliğin yeniden tanımlanması bizim için bir zorunluluk olmuştur. Gerek sürecin bütünlüklü kavranması açısından, gerek içinde bulunduğumuz dönemin dayattığı sorunlara çözüm üretme anlamında ve gerekse kimi çarpık kavrayışların ortaya çıkarılıp bunu bir eğitime dönüştürmek açısından, böylesi bir tartışma ihtiyacı kendini hissettirmektedir.
Devrimciliğimizi, devrimci anlayışımızı ortaya koyabilmek için, ilkin devrimi tanımlamak gerekiyor. Devrimin tanımlanmadığı noktada, devrimcilik de sınırlı bir kavram olmaktan kurtulamaz. Hatta içi doldurulamayan, anlamsız bir kavram olur. Devrim, insanoğlunun binlerce yıllık birikimini, modern çağın devrimci sınıfı olan işçi sınıfına devrederek, insanın özgür-eşit bir toplumsal sisteme doğru yol almasının mücadelesidir. Bu mücadele evrimsel gelişmenin bir aşamasında zor’un devreye girdiği ve eskiyi bütün temelleriyle yıktığı bir süreçtir. Yani devrim eskinin hızlı ve köklü bir biçimde yıkılışını içeren temel bir değişmedir. Toplumsal devrimi sınıflı toplumlarda devrimci sınıf gerçekleştirir. Bu devrimci sınıf eski toplumun bağrında oluşur. Feodal toplumda devrimci sınıf burjuvazi iken, kapitalist toplumda devrimci sınıf işçi sınıfı olmuştur. Ve devrimi gerçekleştirecek olan sınıfın (işçi sınıfının) devrimi diğerlerinden temelden farklıdır. Çünkü işçi sınıfının sosyalizm hedefli devrimi özel mülkiyeti temelden sarsarak, emeğin kolektif üretimine ve bölüşümüne dayanırken, önceki devrimlerin tümü, özel mülkiyet ilişkilerine dokunmaksızın, sadece sömürü biçimlerinde değişiklik yaratmaktadır.
“Daha önceki bütün devrimlerde faaliyet biçimi değiştirilmemiş, sadece bu faaliyetin değişik insanlar arasında yeniden dağıtılması ve yeni bir işbölümü meydana getirilmesi söz konusu olmuştur. Oysa toplumcu devrim kendinden önceki faaliyet biçimine karşı yapılır, emek sömürüsüne son verir ve sınıflarla birlikte her türlü sınıf egemenliğini ortadan kaldırır. Çünkü bu devrimi yapan sınıf artık toplumda bir sınıf sayılmayan ve çağdaş toplumlarda bütün sınıfların, ulusal bağlılıkların vb. çözülüşünün ifadesi olan bir sınıftır. (Kapital, aktaran Doğan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt 1, S.309)
İşte hedeflediğimiz devrimin temel özneleri olan bizler, yani devrimciler, eski köhnemiş düzeni reformlarla değil, kökten sarsan zor’a dayalı bir devrimi savunduğumuz için devrimciyiz. Devrimciliğimizi biçimlendiren, her açıdan yönlendiren, bu toplumsal devrimin kendisidir. Böyle bir devrim sadece şiddeti, yani askeri yaklaşımı değil, kültürel, ahlaki, sosyal, ekonomik her alanda değişimi içerir. Bu aynı zamanda devrimci bilinçtir.
Devrimci bilinç, devrimin her anında, bütün zorluklarında, koşulların değişimine uygun karar alan, inisiyatif koyan bir bilinçtir. Bu bilinç, salt devrim anıyla sınırlı değil, devrim sonrasının toplumsal, sosyal, ekonomik, kültürel dönüşümlerini de sağlayan bir öz de taşır. Bir devrimcinin her boyutta kendini yetkin kılması, geliştirmesi ihtiyacı da bundandır. Devrim sonrasının toplumsal hayatında, örgütlenmesinde oynayacağı rol, devrimin görevlerini yerine getirdiği bugünden hazırlıklı bir yetkinleşme içersinde olmasını gerektirir. Burjuvazinin iktidarına son vermiş, iktidarı ele geçirmiş devrimci bir güç, ekonomik-siyasi, sosyal ve kültürel hayatı yeniden biçimlendirecek kadrolara sahip olmadan başarılı olamaz.
Devrimin gücü ve devrim sonrasının toplumsal hayatını örgütleme yeteneğinin büyüklüğü burada yatmaktadır. Yani, gelişmiş, yetkin kadrolarda… Bu bilince sahip devrimciler de içinde bulunduğumuz toplumsal sisteme karşı mücadele ederken, sömürüye dayalı sistemin olanaklarını, yaşam biçimini tümden reddetmiş, yerine, devrimin hedeflediği yaşam biçimini ve kişiliğini benimsemiş demektir. Bu yaşamın zorlukları, engelleri, sorunları devrimci mücadelenin ve kişiliğinin aşması gereken konulardır. Düzen bütün bir aygıtıyla böylesi bir devrimi engellemek, böylesi bir mücadelenin öznesi olan devrimcileri vazgeçirmek için elinden geleni yapmaktadır. Ya da sistemi sarsmayacak, sistem için tehlikeli olmayacak yol ve yöntemlerle devrimi saptırma girişimlerinde bulunacak, devrimci unsurları düzenin içerisine çekmeye, entegre etmeye çabalayacaktır.
Modern devrimler çağının öğretisi olan Marksist devrim teorisinin tarihi gelişimi bir anlamda bu çatışmanın da tarihidir. Sosyalizm öğretisi yanında, devrim öğretisi de her türlü sapma akımla mücadele içerisinde gelişmiş, sistemleşmiştir. Ama her dönemde bu çatışma sürmüştür. Marksist devrim kuramı, her tıkanmanın sonunda yeniden masaya yatırılmış, tartışılmış, içi boşaltılmaya çalışılmıştır. Buna bağlı olarak devrimcilik de öyle. Bakunin, Lasal, Proudhon, Bernstein, Kautsky, Plehanov, vb. Bunların tümünde bir yanıyla Marksist devrim kuramını reddeden, kendi devrim kuramlarını işçi sınıfı içerisinde geliştirmek isteyen olduğu kadar, bu kuramı benimseyip, kapitalizmin geliştiği, devrim dalgasının inişe geçtiği aşamada, bu kuramın içini boşaltmak için revize etmeye yönelenler olmuştur. Devrimci mücadeleyi de buna göre biçimlendirme anlayışını yaygınlaştırmak istemişlerdir. Fakat her defasında da tarihin yasaları, Marksist devrimin öğretisi onları mahkûm etmiş, işçi sınıfını devrimci mücadeleden saptıramamışlardır.
Lenin, Marksist devrim kuramının hem geliştiricisi, hem de pratik olarak gerçekleştireni olarak her türlü sapma akıma karşı verdiği mücadeleyle, işçi sınıfı mücadelesine en büyük katkıyı sağlamanın başında gelmiştir. Ekim devrimiyle birlikte bütün sapma akımlarla arasına bir set çekmiştir. Ama ne Marksizm içerisinde ortaya çıkan sapma akımların Marksist devrim kuramı karşısında saldırıları sona ermiş, ne de burjuvazinin bu yöndeki çabaları son bulmuştur. Her defasında, mücadeleyi saptırmak için daha şiddetli saldırılarda bulunmuşlardır. 1950’ler sonrası, Avrupa komünizmi adı altında yaygınlaştırılan teoriler, bir anlamda Marksizme yönelik yeni bir saldırı dalgasıydı. Sovyet revizyonistlerinin “barışçıl geçiş” tezleri, teorisi, uluslar arası devrimci güçler ve partiler içerisinde yeni bir bölünmenin kapısını aralamış, sınıf uzlaşmacılığının yeni adı olmuştur.
Tüm bu teori ve saldırıların, devrim mücadelesi içerisinde yankı bulmaması mümkün değildi. Bu sapma akımların ve uluslar arası burjuvazinin bitmez-tükenmez saldırıları 90’lı yıllarda sosyalizmin çöküşüyle birlikte başarı kazanmıştır. Bu başarının, devrimci hareketler ve devrim mücadelesi üzerinde olumsuz etkileri tasfiyecilik tarzında dile gelmiştir. Bu konu çok konuşuldu tartışıldı, yazıldı, çizildi. Tartışmaya yazmaya da devam edeceğiz. Nasıl bir devrimcilik sorusuna cevap arıyorsak, onun dayandığı devrim öğretisini ve tarihini bilmek zorundayız. Devrimciliğimizin güçlenmesi, düşünsel ve pratik bazda yeterli düzeye gelmesi için, yeniden yeniden Marksist devrim öğretisinin gerektirdiği devrimci anlayışı biçimlendireceğiz. Tartışmayı ve öğretiyi bilme ve öğrenmeyi ancak böyle geliştirebiliriz. Zira devrim ve devrimcilik kavramları, birbiriyle bağlantılı ele alındığında ancak bir anlam kazanır. Devrimi hedefleyenler, iktidar perspektifli bir mücadelenin kişiliğine sahip olmak zorundadır. Bu kişilik, salt iktidarı isteyen ve iktidarı yıkan değil, aynı zamanda istediği iktidarı ve toplumsal sistemi kuran bir yapıdadır. Dar ve sınırlı bir kişilik değil, geniş, zengin bir kişiliktir. Bu anlamda basit, sıradan bir olgu düzeyinde ele alınamaz. Ama ne yazık ki basitleştirilen, içi boşaltılan belirsiz bir kavram haline getirilen devrimcilik, hala hırpalanmaya devam ediliyor. Burjuvazinin saldırıları yanında, sol saflarda olsun, kendi içimizde olsun, yanlış ve çarpık anlayışın yarattığı anlayışlar, devrimci bir kişiliğin yaratılması önünde en büyük engel olmuştur.
O yüzdendir ki ilkin devrimi ve devrimin yasalarını öğrenmek, sonra devrimle devrimci olmanın arasındaki bağı öğrenmek bir zorunluluk taşır. Oysa bizler daha çok devrimi, devrimcilik kavramı içerisinde ele alıyoruz. Ve günlük olay, gelişme ve görevler çerçevesinde bir darlıkla ele aldığımız için, devrimin muazzam bir alt-üst oluş, değişim gerektiren yönü, bizim algılayışımızla sınırlanmaktadır. Bu algılayışsa devrimci mücadelenin de örgüt veya partinin de kişinin kendisine, kendi görev ve sorumluluğuna göre biçimlenmesini istemektedir. Bu durum, niyetlerden bağımsız, bir kavrayış biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Oysa devrimcilik kavramını yaratan, insanın toplumsal kavgasıdır. Bu toplumsal kavganın gerektirdiği kişilik, devrime göre, devrimin yasalarına göre kendini biçimlendirir. O halde, devrimcilik kavramı nesnel gerçeğin üzerinde bir anlam kazanır. Yaşamda kavramın gerektirdiği mücadeleye tutkuyla sarılı değilsek, kendimizi ona adamamışsak, doğaldır ki kavramı kendimize uydurmuşuz ve ona göre bir devrimcilik anlayışı geliştiriyoruz. En büyük tehlike budur.
Toparlanma, örgütlenme ve geleneksel solda kopuş süreci olarak adlandırdığımız sürece başlarken, kendi zeminimizi, ilişkilerimizi, içinde bulunduğumuz koşulları tanımlayarak, bu tanımlamanın üzerinde, devrimcilik anlayışımızı da biçimlendirmeye çalışmalıyız. Zira dağılmış, bozulmuş, perspektif yitimine uğramış, savrulmuş ilişkilerin toparlanması ve bir biçime kavuşturulması için, her şeyden önce zeminin adı konulmalı. Başka bir zemin arayışı yoktur. Zemin devrimci TDH hareketin bugüne kadar savunduğu, ideolojik-politik düşüncelerin ışığında üzerine bastığı zemindir. Bizi süreç, kopuş diyorsak, bunu toparlayacak, biçim verecek olan bu zemin üzerinde devrimcilik tanımı da önümüzde duruyordur.
“Yeni kopuş derken” önümüzdeki sorunları ve çözümleri kavramanın ışığında, devrimciliğimizin hedefini ortaya koyuyoruz.
“Bizim “yeni kopuşumuz” bir noktada “kendimize dönüş”tür. Yenilgilerin, tasfiyeciliğin, dağınıklığın, kendiliğindenciliğin bulanıklaştırdığı, tanınmaz hale getirdiği asırlara damgasını vuran kimliğimizi yaşatmaktır, bunu doğrudan yaşama mücadeleye yansıtmaktır. Bu kimlik ezilen halkların yanında olmaktır, sömürü ve baskının karşısında olmaktır, sömürü ve baskı düzenini temelleriyle birlikte parçalama mücadelesinin önünde olmaktır.
Kopuş devrimci olmaktır. İlkin sosyalizm mücadelesinin temel öznesi olabilmek, onun bilimsel kavrayışına sahip olmaktır. Hareket noktamız burasıdır. Kendimizi yeniden üretmenin, aşmanın, eksik, çarpık, geri yanlarımızdan kurtulmanın, “yeni kopuş” dediğimiz bir anlayışı biçimlendirmenin temeli de burada başlıyordu.
Her şeyin basit, sabırsız bir tarzda hemen biçimleneceği gibi bir anlayıştan uzaktık. Bu sürecin kendi içimizde “bir adım ileri, iki adım geri” tarzında bir seyir izleyeceği, zorluk ve engellerle ilerleyeceği, bu süreçte en büyük silahımızın da sabır olacağını iyi kavramalıyız.
Görevlerimizin neler olduğu, devrimciliğimizin nasıl olması gerektiği, sorumluluklarımızı yerine getirmede, inat ve kararlılığın önemi üzerinde durmamızın anlamı da buydur. Geçmişin olumsuz sürecin ardından, bu günün görevlerini belirlenirken, bu görevlerin yerine getirilmesinde, devrimci anlayışımızın belirlenmesi, netleşmesi önemlidir.
“Teorik anlayışın aydınlık olması için, insanın kendi yanlışlıklarından, kendi acı deneylerinden ders almasından daha iyi bir yol yoktur.” (Engels, Visnevetska’ya Mektup, Aktaran Marks-Engels, Düşünceler Aforizmalar, s.117)
Biz TDH ve onun bir parçası olarak yaşadığımız sürecin acı deneylerinden ve derslerinden yola çıkarak, önümüzdeki sürecin mütevazı hedeflerini ortaya koyarken, geçmişin olumsuzluklarına, neden ve niçinlerine bulduğumuz cevaplarla başladık.
Kadro anlayışımızdan örgütsel ilişkilerimize, yoldaşlığımızdan, kültürümüze, ahlakımıza kadar bir dizi yanlışlığın, olumsuzluğun acı derslerine vurgu yaptık. Sorunlarımızın sağlıklı bir bakışla ele alınması ve çözümlenmesi için temel bir bakışın aydınlanmasını hedefledik. Perspektif yitiminin yarattığı ve çarpıklığa yol açtığı, bozduğu devrimcilik anlayışının tanımlanması bu anlamda öncelikler sıralamasının başında gelmektedir.
Devrimcilik iddialı olanların işidir. İddia soyut bir “devrim” iddiası değildir. İddia tüm bir düzeni parçalama, toplumu ve insanı değiştirme, dönüştürme iddiasıdır. Böyle bir iddiada bulunma güven ve cesareti ise kişinin önce kendini değiştirip dönüştürme bilincine sahip olmasıyla ilgilidir. Bu bilince sahip olmayanların, bu bilinçle kendi eksik ve çarpıklıklarının üzerine gidemeyenlerin “devrimcilik” iddiaları samimi olamaz. Onların değiştirme-dönüştürme dinamikleri kalmamıştır, iddiaları görüntüden ibarettir.
Devrimcilik iddiamızı bu bakış açısının yol göstericiliğinde sürdürmekteyiz. Sorun sadece bunu belirlemek değildi elbette. TDH olarak beklide tarihimizin hiçbir döneminde, ideolojik-siyasi birikim düzey bu denli yetersiz olmamıştı ve hiçbir dönem pratik düzeyde deney ve tecrübe yetmezlikleri içerisinde olunmamıştı. Bugün biz bu dezavantajlarla yola çıktık. Ama tüm bunlara rağmen, devrimi omuzlayan, devrimci mücadeleye sarılan, yeni sürecini aynı amaç doğrultusunda ele alan bir birlikteliğe de sahibiz. Bizi ilerletecek olan da bu birlikteliktir.
Her şeyin rahat ve engelsiz yürüyeceğini elbette ki düşünmüyoruz. Yani iddiamızı sürdürebilmek, eskinin bozulmuş, çarpık, geri yanlarını içimizden söküp atmak zorlu bir mücadeleyi gerektiriyor. Bir devrimci hareket, işin kolaycılığıyla değil, zoru başarma inadıyla, eğitme-öğretmeyi esas alarak bu engelleri aşmaya çalışır. Her defasında çarpık devrimcilik yeni biçimleriyle, farklı görüngüleriyle karşımıza çıktı, çıkacakta. Ama bunlar her defasında zor da olsa, sürecin önündeki engeller olmaktan çıkarmayı becermeliyiz.
Devrimciliği, kendi eksiklikleri, yetersizlikleri, kapasiteleriyle sınırlayanların, devrimciliği bu duruma hapsedenlerin, sürecin önünü açmada, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmede rol üstlenmeleri mümkün değildi. Sorunu bilme ve bilgi düzeyinde ele alanların da eninde sonunda kendi tıkanıklıklarını yaşamaları kaçınılmazdır. Sorun, bilmekten öte, hayata geçirme sorunudur. İşte bizim önümüze engel olarak bunlar çıkacaktır.
TDH içinde yaşanan olumsuz süreçlerin örgütlenme ve insan unsurunun üzerinde yarattığı tahribat yadsınamaz. Bu tahribatın giderilmesi, sabır, emek gerektiriyor. Bu yapılmış, süreç toparlanmada, insan unsurunda, belli bir düzey yakalanarak bir aşamaya gelecektir. Ki bu konuda belirli bir mesafe alınmıştır. Bu mesafeyi ileriye götürmek için yapılması gereken, örgütlenmeyi geliştirmektir.
İşte kopuş sürecinin toparlanmasında yaşanan ve önümüze çıkan, çarpık devrimcilik anlayışının iyi sorgulanması, içimizden sökülüp atılması bu anlamda önemlidir. Önemlidir çünkü ileriye hamle yapmak, kadro ve yöneticilerin bu geri yanlarından kurtulmasıyla direkt bağlantılıdır. Diğer yanıyla, sürecin başarılması, dünün hoşgörülü yaklaşımı, artık yerini disiplinin, kuralın ve işleyişin gereklerini yerine getirme anlayışına terk etmek zorundadır. Sabır, hoşgörü, iknayı esas alan yaklaşım yine olacaktır. Ama sür-git bir anlayışla değil, bizleri bir statükoya, geriliğe mahkum eden yaklaşıma taviz vermeyle değil. Artık sürecin ciddiyeti kavranarak, gerekleri yerine getirilerek, işleyişin ve disiplinin kurallarına bağlı olarak hareket edilmek zorundayız.
Diğer yanıyla, uluslar arası emperyalist gericilik ve oligarşi devrimi mücadelesini boğmak, teslim almak için çok yönlü saldırı dalgasını her geçen gün tırmandırıyor. Bu çaba, tırmandırma yeni bir tasfiye sürecinin başarma çabasıdır. Hantal, keyfi, disiplinsiz bir devrimcilikle bu tasfiye dalgasının karşısına dikilmek, mücadele etmek mümkün değildir. Devrimciliğimizi disiplin öğesini esas alan, güçlendiren, gerilikten arındıran bir yaklaşımla yeniden sorgulamak durumundayız. Devrimciliğimizi yeniden masaya yatırma nedenimiz de bundandır. Bu süreç bize güçlü olmayı, devrimci olmayı, mücadele etmeyi, direnmeyi dayatıyor. Ya eğilip-büküleceğiz ya da direneceğiz, arası yok.
Bu süreçte karşımıza çıkan, çıkacak gerilikler:
Yaşamda, değiştirici, dönüştürücü tek unsurun insan olduğunu söylüyorsak, değişmeyi-dönüşmeyi kendi dışımızdan beklemekle, insan unsurunun rolünü yadsıyoruz demektir. İçinde bulunduğumuz mekan, alan ve bunun getirdiği zorluklar, sorunlar ne olursa olsun, amacımızın bilincindeysek, mücadele gücümüz bunların aşılmasında yol ve yöntemleri bize sunmuştur. Gereklerini yerine getirmekten kaçınmak, uzaktan her şeyin düzelmesini beklemek, düzelmediği noktada yakınmak, gayri-memnunluk göstermek, bizleri devrimci kılmıyor. Aksine, devrimcilikten uzaklaştırıyor. Değişmemekte inat, keyfi bir devrimcilik anlayışına sahip olmak, sorgulamaktan kaçınmak, bu süreçte, tüm olumlu gelişmelere karşın önümüze çıkan en büyük engel olacaktır.
Geçmişin, mücadelede ve içimizde yarattığı tahribat bir gerçektir. Ama her şeyi bu tahribatla açıklamak da yetersizliktir. Sorun, geçmiş mücadele sürecinde yarattığı tahribatı tekrarlamak da değildir. Tahribatın giderilmesinde gösterilen çaba ortadadır. Asıl sorun, ideolojik-politik duruşun kavranamamasında yatmaktadır. Ve buna bağlı olarak, nasıl bir devrimcilik anlayışı biçimlendirilmektir. Bunun yetersiz ve çarpık kavrandığı açıktır. Fakat bu çarpık ve geri kavrayışın yarattığı görüntü, daha çok geçmiş olumsuzlukların argüman olarak kullanılması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Ya da geçmişin kuralsız, gevşek ilişkilerine duyulan özlemdir. İdeolojik-politik düşünce sistematiğimizi kavrayamamış unsurlar, her şeyi geçmişin olumsuzluklarıyla açıklamayı bir dayanak gibi görüyorlar. Oysa sorun nasıl bir devrimcilik sorusunun dayandığı zemindir. Devrim olgusuna bakıştır. Düşünceleri net olmayınca, perspektif sağlam olmayınca, değiştirme-dönüştürme iradesi zayıfsa, karma-karışık teoriler üretme ve bunu günlük ilişkilerinde yaşanan sorunlar üzerinde belirtme esas olmaktadır. “Niye böyle?”, “düzelme yok”, ya da “yavaş gidiyor”, “ne aşamadayız?”, “bir şeyler neden olmuyor?” ‘’neden kayıp tutsak veriyoruz’’ vb. sorular, nasıl bir devrimcilik yaptığımızın da sorularıdır.
Sormak, tartışmak, cevap bulmak, bir devrimcinin yerine getirmesi gereken bir sorumluluktur. Ama bu sorumluluk, üretmeye, yaratmaya, sorunları çözmeye dönük bir emek süreci taşımıyorsa, anlamsızdır. Soran insan, arayış içerisindeki insandır. Arayış, emek, zorluk, bedel demektir. Bu bedele, bu emeğe katlanmıyor, başkalarının katlanmasını istiyorsak, nasıl devrimci olabiliriz? İçinde bulunduğumuz mekân ve alanlarda, devrimci hareketin bize sunduğu perspektif doğrultusunda bir yaşam kurmuyorsak, bu yaşamın gereklerini yerine getirmede, coşku, moral, kararlılık içerisinde değilsek, nasıl devrimci olabiliriz?
Var olan sorunları çözümleyebilmek için kafa yormuyorsak, kendimizi eğitmek diye bir dert taşımıyorsak nasıl devrimci olabiliriz? Zorlukların, engellerin, sorunların dağ gibi önümüzde durduğunu, mücadele geliştikçe de bu sorunları aşsak ta yeni sorunların karşımıza çıkacağı unutulmamalı. Sorun bunları aşmanın ancak çaba, emek, devrimci kararlılık gerektirdiğini düşünmüyorsak, nasıl devrimci olabiliriz?
Böylesi anlayış sahipleri, küçük burjuvazinin zafer anlarındaki sahiplenici tutumunu benimsiyorlar. Onlar, sorunların yükünü değil, başarılı anlarda atacakları çığlıkların beklentisi içerisindeler. Zafer sarhoşluğu yaşayamadıkları, çığlıklarını dile getiremedikleri noktada, ya düzene övgüler düzerler ya da devrimci saflarda, gayri-memnunluğun teorisini geliştirirler. Her şey kötüdür, ama bulundukları yerden kötüye karşı savaşım gücü göstermezler. O yüzdendir ki, hoşnutsuzluklarına prim verilmediği noktada, hep dayanak ararlar. Kendilerini teorileştirmenin çabasına girerler.
Bugün belki var olan insanlarımızın örgütsel yetenekleri, devrimci deneyimleri eksiktir, yetersizdir ve önümüze aldığımız örgütlenme-kadrolaşma sürecinde bu eksiklikler, yetersizlikler dönem dönem başarısızlıklara neden olacaktır. Bu nedenle özellikle başlangıçta, belli ilişkilerin oturma sürecinde ve giderek pratikteki ilk deneyimlerimizde karşılaşacağımız olası başarısızlıklara, geçici duraklamalara hazır olmalıyız. “Bir adım ileri, iki adım geri”yi yaşayacağımız günlerdir önümüzdeki günler ve biz “neden bir şeyler olmuyor” diye, “çok yavaşız” diye şikâyet edeceğiz. Hedeflerimizin giderek bizden uzaklaştığı gibi bir sanıya kapılacağız. Bunlar da dar pratikçi kafa yapısının belirlediği eksikliklerimizdir, yetersizliklerimizdir. Örgütü, mücadeleyi kavrayamamaktan kaynaklanan anlayış çarpıklıklarımızdır. Bu eksik, yetersiz yanlarımızla, çarpık kavrayışlarımızla hemen sürecin başında bir hesaplaşmaya girmediğimiz, daha da ötesi bunları göremediğimiz takdirde, süreçte geliştirici, ilerletici değil engelleyici rol oynamaya başlarız ve sürecin dışına düşmemiz kaçınılmaz olur.
Birçok sorunun ve çarpıklığın başladığı, sürecin önünde engel olduğu nokta burada başlamaktadır. Ve sürecimiz boyunca, engelleyici, çalışma tarzlarıyla, çarpık anlayışlarıyla kimi unsurlar, doğal bir ayıklanma yaşanacaktır. Ama devrimci hareket ilke ve kurallarının bu yöndeki zorlayıcılığı, bu doğal ayıklanmayı bir yanıyla hızlandırır. Devrimci hareket, insanlarını, sürece uyanlar ya da uymayanlar, iş yapanlar ya da yapmayanlar gibi bir yaklaşımla, mekanik ve dar bir bakışla değil, sürecin politik görevleri karşısındaki duruşlarıyla, eksik-yetersiz olmalarına karşın, içten ve samimi çabalarıyla birlikte ele alır. Bu yönde çaba sarf eden tüm insanlarımız bu sürecin yükünü esas itibariyle taşıyanlardır. Ve hala da taşımaya devam ediyorlar.
Ancak keyfi davranışları alışkanlık haline getiren, örgütsel sorunlara ve ilişkilere yaklaşımı çarpık, ne istediği belirsiz kimi unsurlar, kendi eksenleri etrafında oluşturdukları yaşam tarzlarını, çarpık devrimcilik anlayışlarını devrimci harekete dayatarak engelleyici konumlarından kurgulamakta ayak diretecektir. Bu kafa yapıları bir düşünce ve anlayış sahibi olmadıkları gibi, söylediklerinin de takipçisi, savunucusu olamazlar. Bulundukları ortamın ve mekanın yetersizliklerini kendilerine dayanak yaparak, kaos ve kargaşa yaratarak, yozlaşma ve çürümenin özneleri temsil ederler.
Devrimci mücadelenin yaşadığı sorunların çözümünde bir emek ortaya koymayan, emeğini disipline etmekten ısrarla kaçınan, devrimci mücadelenin ya da insanlarının kimi eksiklik ve yetersizliklerini kendine dayanak yapan, bu eksiklik ve yetersizlikler üzerinde kendini var eden bir devrimcilik olamaz. Başkalarının emekleri üzerinde kendini yaşatma tarzındaki bu tür asalak bir devrimcilik anlayışına, devrimci saflarında göz yumulmasını kimse beklememelidir.
Devrimci olarak, bu tür unsurlar karşısında, eğitmeyi, sabırla değiştirme ve dönüştürmeyi esas olmalıyız. Ama bu çabasını boşa çıkaracak dayatmalar, keyfi yaklaşımlar, kuralsızlıklar bir kişilik haline geldiği ve artık çürümenin, yozlaşmanın kendisi olduğu noktada ya bu çürüme ve yozlaşma kabul edilecek, ya da reddedilecektir. Bu, niyetlerden bağımsız bir durumdur. Devrimcilik, yaşadığımız sürecin böylesi anlayışlarla çatışarak, kendini güçlendirmesi bir zorunluluktur. Hiçbir devrimci, önünü tıkayan, gelişmeyi engelleyen sorunlar karşısında, kayıtsız kalamaz.
“Bazı zıpçıktı budalalar partiye istediklerini yaptırtmaya çalışırlar. Böylelerinin iç yüzlerini kesinlikle açığa vurmayan ve bunlara tahammül eden parti dağılmaya mahkûmdur.” (Engels’ten Marks’a Mektup, Aktaran, Marks-Engels Düşünceler, Aforizmalar, s. 103)
Bugün devrimci mücadelede kimi unsurlar, bulundukları ortam ve mekânlarda kendi yaşam tarzlarını, disiplinsizliklerini, keyfiyetlerini devrimci mücadeleye dayatarak, bu zemini daha çok, zayıflıklarımızdan almaktadırlar. Buna müsaade edilmediği noktada ise, çarpık devrimcilik anlayışlarının bir sonucu olarak adeta sabotörlük noktasına düşmektedirler. “Ben yoksam işler kötü gitsin, ben yoksam yıkılsın, kaos, kargaşa yaşansın” ruh hali, içinde bulundukları tatminsizliğin bir ürünüdür. Bu ruh hali, güzel olan, iyi olan her şeye adeta düşmanca bir yaklaşımı getirmektedir. Çünkü kötü, onların beslendiği ve kendilerini teorileştirdiği zemindir. Dedikodu, çekiştirme ise, kendini deşarj etmenin malzemesidir. Devrimci mücadele ve insanlarının olası tökezlemelerini bekleyerek “ben demiştim” diyebilmenin intikamcılığını görürüz bu ruh haline kendini kaptırmış kişilerde. Zorlukları, sorunları aşmak için ne düşünceleri ne de sorumluluk duyma gibi bir anlayışları vardır. Sevgi ve saygı, yoldaşlık kavramı devrimci bir öz taşımaz. Bu anlayış, kişiyi düzenin kutsanmasına götürür.
Böylesi kişiliklerle ve anlayışlarla bir devrimci mücadeleyi güçlendirmek, ilerletmek, mücadelede, örgütlenmede nitelik dönüşümü sağlamak mümkün değildir. Bu tür kişilik ve anlayışlarla mücadele etmek, devrimci mücadele saflarında doğru bir devrimcilik anlayışını egemen kılmak, bir eğitim sorunudur. Bu eğitime önem vermek, devrimci mücadelede içinde yer alan insanlarının da görevidir. Eğer ilerlemek istiyorsak, gelişmek istiyorsak, bizi çürüten, yozlaştıran tüm yanlarımızdan arınmak zorundayız. Devrimcilik gönüllülüğü ve yaşam tarzını içerir. Kimsenin devrimciliğine engel olunmadığı gibi, devrimciliği de elinden alınmamaktadır. Yeter ki, devrimciliği bir yaşam tarzı olarak, doğru kavrayıp, hayata geçirmenin çabası içinde olalım. Yetersizliklerimiz, eksikliklerimiz, yanlışlıklarımız mücadele sürecinde giderilecek, gelişmemiz, ilerlememiz bu zemin üzerinde sağlanacaktır.
Unutmamalıyız, devrimciliği bir yaşam biçimi olarak belirliyorsak, bu yaşam biçiminin bir prensip üzerine oturduğunu da kabul ediyoruz demektir. O yüzdendir ki devrimci insan salt bir eylem insanı değil, belirli bir ahlaki ve kültürel değerlere sahip insandır. Bunu disiplin öğesiyle birleştiren geliştiren insandır. Her davranışında, her sözünde, büyük bir sorumluluk ve fedakârlık vardır. Bencillikten uzak, kolektif emeği, çalışmayı esas alan, devrimci mücadelenin sorunlarını, engellerini bu esas üzerinden çözümleyen insandır. Sorunlar karşısında ezilen, kaçan değil, sorunların çözüm gücü olduğunun bilinciyle onları ortadan kaldırandır. Hazırcı, tüketici bir kişilik değil, üreten, yaratan, katan bir kişiliktir. Moralman çökmüş, yılgın, çaresiz, düzenin saldırıları karşısında boyun eğen değil, daha güçlü karşı koyandır. Yaşamda bedeller yoksa, fedakarlık yoksa, devrimcilik de yoktur. Bu böyle bilinmelidir.
O halde, sürecimizin özgün gelişimi de göz önünde bulundurularak, hedefi, programı olan, sonuç alıcı çalışma tarzı, alanlarımızda, birimlerimizde, kurumlarımızda hayata geçirilmelidir. Kişi olarak, kurum olarak, alan olarak, statükoya kendimizi hapsetmeden, sürekli ilerleme hedeflenmeli. Her şeyin hazır, olanakların yeterli olduğu bir koşulda devrimcilik yapma gibi çarpık bir devrimcilik olamaz varsa da içimizden sökülüp atılmalıdır. Bu hazırlopçu mantık terk edilmedikçe, her şeyin yukarıdan beklendiği, verildiği ölçüde işlerin yürüdüğü, verilmediğinde olduğu gibi bırakıldığı bir anlayış devrimci ilerlemeyi sağlayamaz. Üretme, olanak yaratma, bunu geliştirme hedefimiz olabilmelidir. Elbette ki devrimcilik tüm alanları, birimleri, kurumları olanaksızlıklarla boğuşmakta, yetersizlikler barındırmakta. Devrimci hareket, tüm alan ve kurumların yaşadığı sıkıntıyı gidermede üzerine düşeni yapmalıdır. Ancak bizim üzerinde durduğumuz nokta, bunun bir anlayış olarak saflarımızda benimsenmemesidir. Yaratma, üretme yanımızın zayıf olmamasıdır. Yoksa devrimci yanımız hep zayıf olacaktır.
Bunun içindir ki ilişkilerimize nitelikli, kurallı, disiplinli bir sistematik kazandırmak zorundayız. Hareket ettirme, eyleme sevk etme, kendiliğindenci değil, maddi bir gücü, ortak bir ruh halini ve davranışı barındıran bir öz taşımalıdır.
Tembel, keyfi, bir şey olmaz rahatlığıyla değil, canlı, hareketli, coşkulu ve moralli bir ruh haliyle devrimci görevlere sarılmalı, yerine getirmeliyiz. Her olanağı, ilişkiyi, gelişmeyi, haberi devrimci harekete aktaran bir uyanıklık içerisinde olabilmeliyiz. Görevlerimizde, sorumluluklarımızda kesinlikle bir ciddiyet olmalıdır. Yerine getirmede, heyecan ve şevk duyulmalıdır. Başarmanın mutluluğu, sevinci, coşkusu devrimci saflarda yaygınlaştırılmalıdır.
Bir eksiklik, yanlışlık, olumsuzluk, neden ve niçinleriyle cevaplandırılabilmeli, tekrar etmemek üzere bilince çıkarılabilmelidir. Hataları neden yapıyoruz? Sonuç neden alamıyoruz. Veya neden başarılı olamıyoruz? Tüm bu sorulara, yaşamda, mücadelede, görev sürecinde mutlaka cevap bulmalıyız. Bunları yeniden yeniden bir eğitim, kendimizi geliştirme ve yetkinleştirme süreci olarak görmeli, bilince çıkarabilmeliyiz.
Zorlu bir sürecin eşiğindeyiz demek belki çok iyimser bir yaklaşım olacak, çünkü zorlu süreç çokta başladı. Günü değil geleceği kazanmak istiyoruz. Güncelin var ettiği bir yapıyı ve devrimciliği değil, geleceğin yapısını ve devrimci kişiliğini kazanmak zorundayız. Nasıl bir devrimcilik sorusu güncelin yarattığı problemlere hapsolmayla değil, dedikodu-çekiştirmeyle değil, politikayı, taktik ve program düzeyinde pratik yaşamda var etmeyle cevaplandırılabilir. Nereden başlıyoruz? Nereye varmak istiyoruz? Devrimciliği kavrayış ve hayata geçiriş sürecimiz ne tür olumsuzluklar ve zaaflar taşıyor? Devrimci yapılarımızı, kişiliğimizi güçlendiriyor muyuz? Yoksa var olan haliyle devam mı ettiriyoruz? İnadımız, hırsımız, kararlılığımız hedeflerimize varmada yeterli mi? Yoksa bunlara sahip mi değiliz?
Nasıl tartışıyoruz? Nasıl konuşuyoruz? Üretmeye, güçlendirmeye mi dönük, yoksa soyut laflar yığını mı?
Kendimize çeki düzen vermenin zamanıdır. Artık üretmenin, disiplinin, kurallı olmanın zamanıdır. Silkinmenin, kendimizi yeniden gözden geçirmenin zamanıdır.
Yaşam, düşündüklerimizi beklemiyor. Yaşam düşündüklerimizi kendiliğinden gerçekleştirmiyor. Bizim dışımızda birileri her şeyi düzeltmeyecektir. Sorunlar bizlerle var, çözüm de bizlerle…
Şemdin Şimşir
24 Ağustos 2017
Kaynak Komün Gücü http://komungucu.com/