Nasıl Bir Devrimcilik, Neden Devrimcilikte Israr? – Şemdin Şimşir

 

Devrimcilik iddialı olanların işidir. İddia soyut bir “devrim” iddiası değildir. İddia tüm bir düzeni parçalama, toplumu ve insanı değiştirme, dönüştürme iddiasıdır.

 

Yıllardır kilitlendiğimiz, her defa­sında tekrar tekrar içini doldurduğumuz ve tartıştığımız bir kavram: Devrimcilik.

 

Yenilgi sonralarının ya da bunalım ve tıkanma dönemlerinin ardından içi en fazla boşaltılan kavramlardan biridir aynı zamanda devrimcilik. O nedenledir ki hala nasıl bir devrimcilik sorusuna cevap arıyoruz. Kimi kez kendi eksiklik­lerimizi, yet­mezliklerimizi örtmenin bahanesi ola­biliyor. Kimi zaman her sorunumuzu, buna­lımımızı, tıkanık­lığımızı açıklamanın günahkârı. Kimi kez tüm bunların sonucunda, “böyle devrimcilik olmaz” denerek yapılan bir izah. Ne dersek diyelim, nasıl açık­larsak açıklayalım, bir yerde, bilimsel donanımdan uzak olmanın, devrimi kavramayışın yarattığı bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Çün­kü kavramın karşılığı olan teorik belirle­menin ezbere ve kalıba dökülmüş halini tartışıyoruz. Kavrama uyanlar ve uyma­yanlar me­kanikliğinde, dahası, kavramı kendimiz ne kadar algılamış, kendimize göre ne kadar bilinç düzeyinde kavra­mışsak, o kadar tartışıyor, tez ve anti-tez haline getiriyoruz.

 

Yaşamı, devrimi kavram düzeyinde ele alıyorsak, yanlış yap­maktan, yanlış şekillenmekten kur­tulamayız. Paradoks da burada baş­lıyor. Trajedimiz burada. Toplumsal, sosyal, ekonomik gelişmenin bilimsel tanımı, değerlendirilmesi, yeni bir top­lumsal, sosyal, ekonomik sistemin kurulabilmesinin ön koşuludur. Kapita­list dünyayı anlıyorsak, onun sömürü­ye dayalı sistemini çözümlemişsek, neden yıkılması gerektiğini bilince çıkarmışsak, yerine insanlığın en ideal sistemi olduğuna inandığımız sosya­lizmi geçirmek istiyorsak, bunun doğal ve zorunlu koşulu devrim demektir. İlkin bu bilimsel gerçeğin bilincine varmak, bu uğurda mücadele etmek zorun­luluğunu kavramak gerekir. Devrimcilik zaten bunun üzerine biçimlenen bir olgu olmaktadır. Devrimcilik anlayışımızı tartışırken bu bilimsel gerçeğe uygun mücadele edip, etmediğimizi görebiliriz.

 

Ama onun da ötesinde, genelde hemen her dönemin özgün sorunlarını aşmada belirlenen taktik ve program düzeyindeki kimi görevler, adeta süre­cin bütününü kapsayacak bir tarzda ele alınmıştır ve devrimcilik bu dönemlerin özgün görevleriyle sınırlandırılmış ve dar bir alana hapsedilmiştir. Bu dönem geçip de, yeni bir dönem kendini dayat­tığında yeni bir devrimcilik tanımı gün­deme sokulmuştur. Ve bu zincir­leme süreçler sanki her dönem ve koşula uygun yeni bir devrimcilik tanı­mını ortaya çıkaran çarpık bir anlayışı ge­liştirmiştir. Sürecin devrimci görev­leriyle devrimcilik arasındaki diyalektik bağ, birbirine karıştırılarak, aynılaştırıl­mıştır. Oysa devrimcilik bir yaşam ve mücadele biçimi olarak, sürecin bütü­nünü (anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimden sosyalizme ve komünizme varan bütün evreleri) kapsayan bir kav­ram olmak zorundadır. Süreç kavra­mının bütünsellikten koparılarak içinde bulunulan anı ifade eder tarzda sınırlan­dırılmasının yanlışlığı görülmeli. İşte, yaşanan kon­jonktürdeki devrimci görevlerin yerine getirilmesi ile sınırlı bir pratiği, “sürecin devrimci görevleri” olarak tanımlamanın doğal sonucu, devrimcilik kavramının da darlaştırılmasına yol açmaktadır.

 

Örneğin, ’80 öncesinin devrimci görevleri, faşist saldırılar karşısında, anti-faşist mücadelenin dayattığı bir yükümlülüğü de içeriyordu. ’80 sonra­sının terör ve vahşet döneminde öne çıkan görev, faşist cuntanın teslim al­ma, kişiliksizleştirme politikaları karşı­sında, devrimci değerleri sahiplenme, devrimci onuru koruma üzerine kurulu bir direnişle sınırlıydı. 90’lı yıllarda, sos­yalist sistemin çöktüğü, kapitalizmin yüceltildiği, inançsızlığın yaygınlaştı­rıldığı bir dönemde, sosyalizme olan inancın ve bağlılığın daha bir gür sesle dile getirilmesi, özel bir önem taşıyordu. Ancak tüm bu dönemlerde, devrim­ciliği, yaşanan konjonktürün öne çıkar­dığı bu görevlerin yerine getirilmesi ile sı­nırlamak mümkün müdür? Kuşkusuz hayır. Aksi halde, verilen örneklerin ulaşacağı sonuçlar şöyle olurdu: İktidar perspektifini yitirmiş, devrim hedefini unutmuş, sadece sivil faşistleri hedef almış bir mücadele; adeta mistik bir ruh hali ile sergilenen bir direniş ve elbette “kahramanlık”; yaşanan yenilgiye göz­lerini kapayıp sosyalizm üzerine methi­yeler düzen ama kitleler tarafından dikkate alınmayan bir propaganda yöntemi…

 

Bugün sosyalizmin yenildiği, ka­pitalizmin yüceltildiği, tek egemen güç olarak halklara sunulduğu, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadele­lerinin boğulmaya, teslim alınmaya çalışıldığı yeni bir tasfiye dalgası dönemi geride kaldı. Şimdi sürecin içinde bulun­duğumuz aşamasında, devrimci gö­revlerimiz de işte bu gelişime ve değiş­meye göre kendini taktik ve progra­matik düzeyde ortaya koyarken, dev­rimci­liğimiz, devrimci anlayışımız da içinde bulunduğumuz konjonktürün getirdiği yeni görevlerle yükümlü durumdadır. Ve bunlar dönemsel olarak, nihai hedefe ulaşmamızda, düşmanın karşımıza çı­kardığı engellerdir. Bu engellerin nihai hedefe varmayı ge­ciktiren boyutu or­tadayken, yok sayı­larak bir mücadele sürdürülmesi müm­kün değildir. Bu en­gellerin aşılması, ortadan kaldırılması bu anlamda zo­runludur. Ve devrimci mücadelemizi, bu engellerin aşılmasını da kapsar tarzda örgütlemek zorunda­yız. Anlaşılması gereken budur. Yoksa devrimciliğimizin tüm boyutlarını bu dönemsel görevlerle sınırlarsak, nihai amacımız gölgelenmiş olur. Devrimi ve devrimciliği dar ve dönemsel anlarla sınırlamış oluruz. Bu ise bizi, kaçınıl­maz olarak güncel-dar pratiğin pen­çesine hapseder.

 

O nedenledir ki, yaşanan konjonk­türün devrimci görevleri ile devrimcilik arasındaki diyalektik bağı yadsımadan (ama aynılaştırmadan da) devrimciliğin, devrimci kişiliğin yeniden tanımlanması bizim için bir zorunluluk olmuştur. Ge­rek sürecin bütünlüklü kavranması açı­sından, gerek içinde bulunduğumuz dönemin dayattığı sorunlara çözüm üretme anlamında ve gerekse kimi çarpık kavrayışların ortaya çıkarılıp bu­nu bir eğitime dönüştürmek açısından, böylesi bir tartışma ihtiyacı kendini hissettirmek­tedir.

 

Devrimciliğimizi, devrimci anlayı­şımızı ortaya koyabilmek için, ilkin devrimi tanımlamak gerekiyor. Dev­rimin tanımlanmadığı noktada, devrimcilik de sınırlı bir kavram olmak­tan kurtulamaz. Hatta içi doldurula­mayan, anlamsız bir kavram olur. Devrim, insanoğlunun binlerce yıllık birikimini, modern çağın devrimci sınıfı olan işçi sınıfına devre­derek, insanın özgür-eşit bir toplumsal sisteme doğru yol almasının müca­delesidir. Bu mü­cadele evrimsel geliş­menin bir aşa­masında zor’un devreye girdiği ve eskiyi bütün temelleriyle yık­tığı bir süreçtir. Yani devrim eskinin hızlı ve köklü bir biçimde yıkılışını içeren temel bir değişmedir. Toplumsal devrimi sınıflı toplumlarda devrimci sınıf gerçek­leştirir. Bu devrimci sınıf eski toplu­mun bağrında oluşur. Feodal toplumda devrimci sınıf burjuvazi iken, kapitalist toplumda devrimci sınıf işçi sınıfı ol­muştur. Ve devrimi gerçekleştirecek olan sınıfın (işçi sınıfının) devrimi di­ğerlerinden temelden farklıdır. Çünkü işçi sınıfının sosyalizm hedefli devrimi özel mülkiyeti temelden sarsarak, eme­ğin kolektif üretimine ve bölüşümüne dayanırken, önceki devrimlerin tümü, özel mülkiyet ilişkilerine dokunmak­sızın, sadece sömürü biçimlerinde değişiklik yaratmaktadır.

 

“Daha önceki bütün devrimlerde faaliyet biçimi değiştirilmemiş, sadece bu faaliyetin değişik insanlar arasında yeniden dağıtılması ve yeni bir işbölümü meydana getirilmesi söz konusu ol­muştur. Oysa toplumcu devrim kendin­den önceki faaliyet biçimine karşı yapılır, emek sömürüsüne son verir ve sınıflarla birlikte her türlü sınıf egemen­liğini ortadan kaldırır. Çünkü bu devrimi yapan sınıf artık toplumda bir sınıf sa­yılmayan ve çağdaş toplumlarda bütün sınıfların, ulusal bağlılıkların vb. çözü­lüşünün ifadesi olan bir sınıftır. (Kapital, aktaran Doğan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt 1, S.309)

 

İşte hedeflediğimiz devrimin temel özneleri olan bizler, yani devrimciler, eski köhnemiş düzeni reformlarla değil, kökten sarsan zor’a dayalı bir devrimi savunduğumuz için devrimciyiz. Dev­rimciliğimizi biçimlendiren, her açıdan yönlendiren, bu toplumsal devrimin kendisidir. Böyle bir devrim sadece şiddeti, yani askeri yaklaşımı değil, kültürel, ahlaki, sosyal, ekonomik her alanda değişimi içerir. Bu aynı za­manda devrimci bilinçtir.

 

Devrimci bilinç, devrimin her anın­da, bütün zorluk­larında, koşulların de­ğişimine uygun karar alan, inisiyatif koyan bir bilinçtir. Bu bilinç, salt devrim anıyla sınırlı değil, devrim sonrasının top­lumsal, sosyal, ekonomik, kültürel dönüşümlerini de sağlayan bir öz de taşır. Bir devrimcinin her boyutta ken­dini yetkin kılması, ge­liştirmesi ihtiyacı da bundandır. Devrim sonrasının top­lumsal hayatında, örgüt­lenmesinde oynayacağı rol, devrimin görevlerini yerine getirdiği bugünden hazırlıklı bir yetkinleşme içersinde ol­masını ge­rektirir. Burjuvazinin iktidarına son vermiş, iktidarı ele geçirmiş dev­rimci bir güç, ekonomik-siyasi, sosyal ve kültürel hayatı yeniden biçimlen­direcek kadrolara sahip olmadan ba­şarılı olamaz.

 

Devrimin gücü ve devrim sonrasının toplumsal hayatını örgüt­leme yete­neğinin büyüklüğü burada yatmaktadır. Yani, gelişmiş, yetkin kadrolarda… Bu bilince sahip devrim­ciler de içinde bulunduğumuz toplumsal sisteme karşı mücadele ederken, sö­mürüye dayalı sistemin olanaklarını, yaşam biçimini tümden reddetmiş, yerine, devrimin hedeflediği yaşam biçimini ve kişiliğini benimsemiş de­mektir. Bu yaşamın zorlukları, engelleri, sorunları devrimci mücadelenin ve kişiliğinin aşması gereken konulardır. Düzen bütün bir aygıtıyla böylesi bir devrimi engel­lemek, böylesi bir mü­cadelenin öznesi olan devrimcileri vaz­geçirmek için elinden geleni yapmak­tadır. Ya da sis­temi sarsmayacak, sistem için tehlikeli olmayacak yol ve yöntemlerle devrimi saptırma girişim­lerinde bulunacak, dev­rimci unsurları düzenin içerisine çek­meye, entegre etmeye çabalayacaktır.

 

Modern devrimler çağının öğretisi olan Marksist devrim teorisinin tarihi gelişimi bir anlamda bu çatışmanın da tarihidir. Sosyalizm öğretisi yanında, devrim öğretisi de her türlü sapma akımla mücadele içerisinde gelişmiş, sistemleşmiştir. Ama her dönemde bu çatışma sürmüştür. Marksist devrim kuramı, her tıkanmanın sonunda ye­niden masaya yatırılmış, tartışılmış, içi boşaltılmaya çalışılmıştır. Buna bağlı olarak devrimcilik de öyle. Bakunin, Lasal, Proudhon, Bernstein, Kautsky, Plehanov, vb. Bunların tümünde bir yanıyla Marksist devrim kuramını reddeden, kendi devrim kuramlarını işçi sınıfı içerisinde geliştirmek isteyen olduğu kadar, bu kuramı benimseyip, kapitalizmin geliştiği, devrim dalgasının inişe geçtiği aşamada, bu kuramın içini boşaltmak için revize etmeye yöne­lenler olmuştur. Devrimci mücadeleyi de buna göre biçimlendirme anlayışını yaygınlaştırmak istemişlerdir. Fakat her defasında da tarihin yasaları, Marksist devrimin öğretisi onları mahkûm etmiş, işçi sınıfını devrimci mücadeleden saptıramamışlardır.

 

Lenin, Marksist devrim kuramının hem geliştiricisi, hem de pratik olarak gerçekleştireni olarak her türlü sapma akıma karşı verdiği mücadeleyle, işçi sınıfı mücadelesine en büyük katkıyı sağlamanın başında gelmiştir. Ekim devrimiyle birlikte bütün sapma akım­larla arasına bir set çekmiştir. Ama ne Marksizm içerisinde ortaya çıkan sap­ma akımların Marksist devrim kuramı karşısında saldırıları sona ermiş, ne de burjuvazinin bu yöndeki çabaları son bulmuştur. Her defasında, mücadeleyi saptırmak için daha şiddetli saldırılarda bulunmuşlardır. 1950’ler sonrası, Avrupa komünizmi adı altında yay­gınlaştırılan teoriler, bir anlamda Mark­sizme yönelik yeni bir saldırı dalgasıydı. Sovyet re­vizyonistlerinin “barışçıl ge­çiş” tezleri, teorisi, uluslar arası devrim­ci güçler ve partiler içerisinde yeni bir bölünmenin kapısını aralamış, sınıf uzlaşmacılığının yeni adı olmuştur.

 

Tüm bu teori ve saldırıların, devrim mücadelesi içerisinde yankı bulmaması mümkün değildi. Bu sapma akımların ve uluslar arası burjuvazinin bitmez-tükenmez saldırıları 90’lı yıllarda sosya­lizmin çöküşüyle birlikte başarı kazan­mıştır. Bu başarının, devrimci hareketler ve devrim mücadelesi üzerinde olum­suz etkileri tasfiyecilik tarzında dile gel­miştir. Bu konu çok konuşuldu tartışıldı, yazıldı, çizildi. Tartışmaya yazmaya da devam edeceğiz. Na­sıl bir devrimcilik sorusuna cevap arıyorsak, onun dayandığı devrim öğ­retisini ve tarihini bilmek zorundayız. Devrimciliğimizin güçlenmesi, düşün­sel ve pratik bazda yeterli düzeye gelmesi için, yeniden yeniden Marksist devrim öğretisinin gerektirdiği devrimci anlayışı biçimlendireceğiz. Tartışmayı ve öğ­retiyi bilme ve öğrenmeyi ancak böyle geliştirebiliriz. Zira devrim ve devrimcilik kavramları, birbiriyle bağ­lantılı ele alın­dığında ancak bir anlam kazanır. Dev­rimi hedefleyenler, iktidar perspektifli bir mücadelenin kişiliğine sahip olmak zo­rundadır. Bu kişilik, salt iktidarı isteyen ve iktidarı yıkan değil, aynı zamanda istediği iktidarı ve toplumsal sistemi kuran bir yapıdadır. Dar ve sınırlı bir kişilik değil, geniş, zengin bir kişiliktir. Bu anlamda basit, sıradan bir olgu düzeyinde ele alına­maz. Ama ne yazık ki basitleş­tirilen, içi boşaltılan belirsiz bir kavram haline getirilen devrimcilik, hala hırpa­lanmaya devam ediliyor. Burjuvazinin saldırıları yanında, sol saflarda olsun, kendi içi­mizde olsun, yanlış ve çarpık anlayışın yarattığı an­layışlar, devrimci bir kişiliğin yaratılması önünde en büyük engel olmuştur.

 

O yüzdendir ki ilkin devrimi ve dev­rimin yasalarını öğrenmek, sonra devrimle devrimci olmanın arasındaki bağı öğren­mek bir zorunluluk taşır. Oy­sa bizler daha çok devrimi, devrimcilik kavramı içerisinde ele alıyoruz. Ve günlük olay, gelişme ve görevler çer­çevesinde bir darlıkla ele aldığımız için, devrimin muazzam bir alt-üst oluş, değişim ge­rektiren yönü, bizim algıla­yışımızla sınırlanmaktadır. Bu algılayış­sa dev­rimci mücadelenin de örgüt veya par­tinin de kişinin ken­disine, kendi gö­rev ve sorumluluğuna göre biçimlen­mesini istemektedir. Bu durum, ni­yetlerden bağımsız, bir kavrayış biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Oysa devrimcilik kavramını yaratan, insanın toplumsal kavgasıdır. Bu top­lumsal kavganın gerektirdiği kişilik, devrime göre, devrimin yasalarına göre kendini biçimlendirir. O halde, dev­rimcilik kavramı nesnel gerçeğin üze­rinde bir anlam kazanır. Yaşamda kav­ramın gerektirdiği mücadeleye tutkuyla sarılı değilsek, kendimizi ona adama­mışsak, doğaldır ki kavramı kendimize uydurmuşuz ve ona göre bir devrimcilik anlayışı geliştiriyoruz. En büyük  tehlike budur.

 

Toparlanma, örgütlenme ve geleneksel solda kopuş süreci olarak adlandırdığımız sürece başlarken, kendi zeminimizi, ilişkilerimizi, içinde bulunduğumuz ko­şulları tanımlayarak, bu tanımla­manın üzerinde, devrimcilik anlayışımızı da biçimlendirmeye çalışmalıyız. Zira dağıl­mış, bozulmuş, perspektif yitimine uğ­ramış, savrulmuş ilişkilerin toparlan­ması ve bir biçime kavuşturulması için, her şeyden önce zeminin adı konul­malı. Başka bir zemin arayışı yoktur. Zemin devrimci TDH hareketin bugüne kadar savunduğu, ideolojik-politik düşün­celerin ışığında üzerine bastığı zemindir. Bizi süreç, kopuş diyorsak, bunu toparlayacak, biçim verecek olan bu zemin üzerinde dev­rimcilik tanımı da önümüzde duruyordur.

 

“Yeni kopuş derken” önü­müzdeki sorunları ve çözümleri kavra­manın ışığında, devrimciliğimizin he­defini ortaya koyuyoruz.

 

“Bizim “yeni kopuşumuz” bir noktada “ken­dimize dönüş”tür. Yenilgilerin, tasfi­yeciliğin, dağınıklığın, kendiliğinden­ciliğin bulanıklaştırdığı, tanınmaz hale getirdiği asırlara damgasını vuran kim­liğimizi yaşatmaktır, bunu doğrudan yaşama mücadeleye yansıtmaktır. Bu kimlik ezilen halkların yanında olmaktır, sömürü ve baskının karşısında olmak­tır, sömürü ve baskı düzenini temelle­riyle birlikte parçalama mücadelesinin önün­de olmaktır.

 

Kopuş devrimci olmaktır. İlkin sos­yalizm mücadelesinin temel öznesi olabilmek, onun bilimsel kavrayışına sahip olmaktır. Hareket noktamız bura­sıdır. Kendimizi yeniden üretmenin, aşmanın, eksik, çarpık, geri yanları­mızdan kurtulmanın, “yeni kopuş” dediğimiz bir anlayışı biçimlendirmenin temeli de burada başlıyordu.

 

Her şeyin basit, sabırsız bir tarzda hemen biçimleneceği gibi bir anlayıştan uzaktık. Bu sürecin kendi içimizde “bir adım ileri, iki adım geri” tarzında bir seyir izleyeceği, zorluk ve engellerle iler­leyeceği, bu süreçte en büyük sila­hımızın da sabır olacağını iyi kavramalıyız.

 

Görevlerimizin neler olduğu, dev­rimciliğimizin nasıl olması gerektiği, sorumluluklarımızı yerine getirmede, inat ve kararlılığın önemi üzerinde dur­mamızın anlamı da buydur. Geçmişin olumsuz sürecin ardından, bu günün görevlerini belirlenirken, bu görevlerin yerine getirilmesinde, devrimci anlayışımızın belirlenmesi, netleşmesi önemlidir.

 

“Teorik anlayışın aydınlık olması için, insanın kendi yanlışlıklarından, kendi acı deneylerinden ders alma­sından daha iyi bir yol yoktur.” (Engels, Visnevetska’ya Mektup, Aktaran Marks-Engels, Düşünceler Aforizmalar, s.117)

 

Biz TDH ve onun bir parçası olarak yaşadığımız sürecin acı deneylerinden ve derslerinden yola çıkarak, önümüzdeki sürecin mütevazı hedeflerini ortaya koyarken, geçmişin olumsuzluklarına, neden ve niçinlerine bulduğumuz cevaplarla başladık.

 

Kadro anlayışımızdan örgütsel iliş­kilerimize, yoldaşlığımızdan, kültürü­müze, ahlakımıza kadar bir dizi yan­lışlığın, olumsuzluğun acı derslerine vurgu yaptık. Sorunlarımızın sağlıklı bir bakışla ele alınması ve çözümlenmesi için temel bir bakışın aydınlanmasını hedefledik. Perspektif yitiminin yarattığı ve çarpıklığa yol açtığı, bozduğu dev­rimcilik anlayışının tanımlanması bu anlamda öncelikler sıralamasının ba­şında gelmektedir.

 

Devrimcilik iddialı olanların işidir. İddia soyut bir “devrim” iddiası değildir. İddia tüm bir düzeni parçalama, top­lumu ve insanı değiştirme, dönüştürme iddiasıdır. Böyle bir iddiada bulunma güven ve cesareti ise kişinin önce ken­dini değiştirip dönüştürme bilincine sahip olmasıyla ilgilidir. Bu bilince sahip olmayanların, bu bilinçle kendi eksik ve çarpıklıklarının üzerine gidemeyenlerin “devrimcilik” iddiaları samimi olamaz. Onların değiştirme-dönüştürme dina­mikleri kalmamıştır, iddiaları görüntüden ibarettir.

 

Devrimcilik iddiamızı bu bakış açı­sının yol göstericiliğinde sürdürmekteyiz. Sorun sadece bunu belirlemek değildi elbette. TDH olarak beklide tarihimizin hiçbir döneminde, ideolojik-siyasi birikim düzey bu denli yetersiz olmamıştı ve hiçbir dö­nem pratik düzeyde deney ve tecrübe yetmezlikleri içerisinde olunmamıştı. Bugün biz bu dezavantajlarla yola çıktık. Ama tüm bunlara rağmen, devrimi omuzlayan, devrimci mücadeleye sarılan, yeni sürecini aynı amaç doğrultusunda ele alan bir birlikteliğe de sahibiz. Bizi ilerletecek olan da bu birlikteliktir.

 

Her şeyin rahat ve engelsiz yürü­yeceğini elbette ki düşünmüyoruz. Yani iddiamızı sürdürebilmek, eskinin bozulmuş, çarpık, geri yanlarını içimiz­den söküp atmak zorlu bir mücadeleyi gerektiriyor. Bir devrimci hareket, işin kolaycılığıyla değil, zoru başarma inadıyla, eğitme-öğretmeyi esas alarak bu engelleri aşmaya çalışır. Her defa­sında çarpık devrimcilik yeni biçim­leriyle, farklı görüngüleriyle kar­şımıza çıktı, çıkacakta. Ama bunlar her defasında zor da olsa, sürecin önündeki engeller olmak­tan çıkarmayı becermeliyiz.

 

Devrimciliği, kendi eksiklikleri, ye­tersizlikleri, kapasiteleriyle sınırlayan­ların, devrimciliği bu duruma hapse­denlerin, sürecin önünü açmada, üze­rine düşen sorumluluğu yerine getir­mede rol üstlenmeleri mümkün değildi. Sorunu bilme ve bilgi düzeyinde ele alanların da eninde sonunda kendi tıkanıklıklarını yaşamaları kaçınılmazdır. Sorun, bilmekten öte, hayata geçirme sorunudur. İşte bizim önümüze engel olarak bunlar çıkacaktır.

 

TDH içinde yaşanan olumsuz süreçlerin örgütlenme ve insan unsurunun üzerinde yarattığı tahribat yadsınamaz. Bu tahribatın giderilmesi, sabır, emek gerektiriyor. Bu yapılmış, süreç toparlanmada, insan unsurunda, belli bir düzey yakalanarak bir aşamaya gelecektir. Ki bu konuda belirli bir mesafe alınmıştır. Bu mesafeyi ileriye götürmek için yapılması gereken, örgütlenmeyi geliştirmektir.

 

İşte kopuş sürecinin toparlanmasında ya­şanan ve önümüze çıkan, çarpık dev­rimcilik anlayışının iyi sor­gulanması, içimizden sökülüp atılması bu anlamda önemlidir. Önemlidir çünkü ileriye hamle yapmak, kadro ve yöne­ticilerin bu geri yanlarından kurtulma­sıyla direkt bağlantılıdır. Diğer yanıyla, sürecin başarılması, dünün hoş­görülü yaklaşımı, artık yerini disiplinin, kuralın ve işleyişin gereklerini yerine getirme anlayışına terk etmek zorun­dadır. Sabır, hoşgörü, iknayı esas alan yaklaşım yine olacaktır. Ama sür-git bir anlayışla değil, bizleri bir statükoya, geriliğe mahkum eden yaklaşıma taviz vermeyle değil. Artık sürecin ciddiyeti kavranarak, gerekleri yerine getirilerek, işleyişin ve disiplinin kurallarına bağlı olarak hareket edilmek zorundayız.

 

Diğer yanıyla, uluslar arası emper­yalist gericilik ve oligarşi devrimi mücadelesini boğ­mak, teslim almak için çok yönlü saldırı dalgasını her geçen gün tırmandırıyor. Bu çaba, tırmandırma yeni bir tasfiye sürecinin başarma çabasıdır. Hantal, keyfi, disiplinsiz bir devrimcilikle bu tasfiye dalgasının karşısına dikilmek, müca­dele etmek mümkün değildir. Devrim­ciliğimizi disiplin öğesini esas alan, güçlendiren, gerilikten arındıran bir yak­laşımla yeniden sorgulamak durumun­dayız. Devrimciliğimizi yeniden masa­ya yatırma nedenimiz de bundandır. Bu süreç bize güçlü olmayı, devrimci ol­mayı, mücadele etmeyi, direnmeyi dayatıyor. Ya eğilip-büküleceğiz ya da direneceğiz, arası yok.

 

Bu süreçte karşı­mıza çıkan, çıkacak gerilikler:

Yaşamda, değiştirici, dönüştürücü tek unsurun insan olduğunu söylü­yorsak, değişmeyi-dönüşmeyi kendi dışımızdan beklemekle, insan unsuru­nun rolünü yadsıyoruz demektir. İçinde bulunduğumuz mekan, alan ve bunun getirdiği zorluklar, sorunlar ne olursa olsun, amacımızın bilincindeysek, mü­cadele gücümüz bunların aşılmasında yol ve yöntemleri bize sunmuştur. Gereklerini yerine getirmekten kaçın­mak, uzaktan her şeyin düzelmesini beklemek, düzelmediği noktada yakın­mak, gayri-memnunluk göstermek, bizleri devrimci kılmıyor. Aksine, dev­rimcilikten uzaklaştırıyor. Değişme­mekte inat, keyfi bir devrimcilik anla­yışına sahip olmak, sorgulamaktan kaçınmak, bu süreçte, tüm olumlu ge­lişmelere karşın önümüze çıkan en büyük engel olacaktır.

 

Geçmişin, mücadelede ve içi­mizde yarattığı tahribat bir gerçektir. Ama her şeyi bu tahribatla açıklamak da yetersizliktir. Sorun, geçmiş mücadele sürecinde ya­rattığı tahribatı tekrarlamak da değildir. Tahribatın giderilmesinde gösterilen çaba ortadadır. Asıl sorun, ideolojik-politik duruşun kavranama­masında yatmaktadır. Ve buna bağlı olarak, nasıl bir devrimcilik anlayışı biçimlendiril­mektir. Bunun yetersiz ve çarpık kav­randığı açıktır. Fakat bu çar­pık ve geri kavrayışın yarattığı görüntü, daha çok geçmiş olumsuzlukların argüman ola­rak kullanılması biçiminde ortaya çık­maktadır. Ya da geçmişin kuralsız, gevşek ilişkilerine duyulan özlemdir. İdeolojik-politik düşünce sistematiğimizi kav­rayamamış unsurlar, her şeyi geç­mişin olumsuzluklarıyla açıklamayı bir dayanak gibi görüyorlar. Oysa sorun nasıl bir devrimcilik soru­sunun dayan­dığı zemindir. Devrim olgu­suna bakıştır. Düşünceleri net olma­yınca, perspektif sağlam olmayınca, değiştirme-dönüş­türme iradesi zayıfsa, karma-karışık teo­riler üretme ve bunu günlük ilişki­lerinde yaşanan sorunlar üzerinde be­lirtme esas olmaktadır. “Niye böyle?”, “düzelme yok”, ya da “yavaş gidiyor”, “ne aşamadayız?”, “bir şeyler neden olmuyor?” ‘’neden kayıp tutsak veriyoruz’’ vb. sorular, nasıl bir devrim­cilik yaptığımızın da sorularıdır.

 

Sormak, tartışmak, cevap bulmak, bir devrimcinin yerine getirmesi ge­reken bir sorumluluktur. Ama bu sorum­luluk, üretmeye, yaratmaya, sorunları çöz­meye dönük bir emek süreci taşı­mıyorsa, anlamsızdır. Soran insan, ara­yış içerisindeki insandır. Arayış, emek, zorluk, bedel demektir. Bu bedele, bu emeğe katlanmıyor, başkalarının kat­lanmasını istiyorsak, nasıl devrimci olabiliriz? İçinde bulunduğumuz mekân ve alanlarda, devrimci hareketin bize sunduğu perspektif doğrultusunda bir yaşam kurmuyorsak, bu yaşamın ge­reklerini yerine getirmede, coşku, mo­ral, kararlılık içerisinde değilsek, nasıl devrimci olabiliriz?

 

Var olan sorunları çözümleyebilmek için kafa yormuyorsak, kendimizi eğit­mek diye bir dert taşımıyorsak nasıl devrimci olabiliriz? Zorlukların, engel­lerin, sorunların dağ gibi önümüzde durduğunu, mücadele geliştikçe de bu sorunları aşsak ta yeni sorunların karşımıza çıkacağı unutulmamalı. Sorun bunları aşmanın ancak ça­ba, emek, devrimci kararlılık gerektir­diğini düşünmüyorsak, nasıl devrimci olabiliriz?

 

Böylesi anlayış sahipleri, küçük burjuvazinin zafer anlarındaki sahip­lenici tutumunu benimsiyorlar. Onlar, sorunların yükünü değil, başarılı anlarda atacakları çığlıkların beklentisi içeri­sindeler. Zafer sarhoşluğu yaşayama­dıkları, çığlıklarını dile getiremedikleri noktada, ya düzene övgüler düzerler ya da devrimci saflarda, gayri-mem­nun­luğun teorisini geliştirirler. Her şey kö­tüdür, ama bulundukları yerden kö­tüye karşı savaşım gücü göstermezler. O yüzdendir ki, hoşnutsuzluklarına prim verilmediği noktada, hep dayanak arar­lar. Kendilerini teorileştirmenin çaba­sına girerler.

 

Bugün belki var olan insanlarımızın örgütsel yetenekleri, devrimci deneyimleri ek­siktir, yetersizdir ve önümüze aldığımız örgütlenme-kadrolaşma sürecinde bu eksiklikler, yetersizlikler dönem dönem başarısızlıklara neden olacaktır. Bu ne­denle özellikle başlangıçta, belli iliş­kilerin oturma sürecinde ve giderek pratikteki ilk deneyimlerimizde karşıla­şacağımız olası başarısızlıklara, geçici duraklamalara hazır olmalıyız. “Bir adım ileri, iki adım geri”yi yaşayacağımız günlerdir önümüzdeki günler ve biz “neden bir şeyler olmuyor” diye, “çok yavaşız” diye şikâyet edeceğiz. Hedef­lerimizin giderek bizden uzaklaştığı gibi bir sanıya kapılacağız. Bunlar da dar pratikçi kafa yapısının belirlediği eksik­liklerimizdir, yetersizliklerimizdir. Ör­gütü, mücadeleyi kavrayamamaktan kaynaklanan anlayış çarpıklıklarımızdır. Bu eksik, yetersiz yanlarımızla, çarpık kavrayışlarımızla hemen sürecin ba­şında bir hesaplaşmaya girmediğimiz, daha da ötesi bunları göremediğimiz takdirde, süreçte geliştirici, ilerletici değil engelleyici rol oynamaya başlarız ve sürecin dışına düşmemiz kaçınılmaz olur.

 

Birçok sorunun ve çarpıklığın başladığı, sürecin önünde engel olduğu nokta burada başlamaktadır. Ve sürecimiz bo­yunca, engelleyici, çalışma tarzlarıyla, çarpık anlayışlarıyla kimi unsurlar, doğal bir ayıklanma yaşanacaktır. Ama devrimci hareket ilke ve kurallarının bu yöndeki zorlayıcılığı, bu doğal ayıklanmayı bir yanıyla hızlandırır. Devrimci ha­reket, insanlarını, sürece uyanlar ya da uymayanlar, iş yapanlar ya da yap­mayanlar gibi bir yaklaşımla, mekanik ve dar bir bakışla değil, sürecin politik görevleri karşısındaki duruşlarıyla, eksik-yetersiz olmalarına karşın, içten ve samimi çabalarıyla birlikte ele al­ır. Bu yönde çaba sarf eden tüm insanlarımız bu sürecin yükünü esas itibariyle taşıyanlardır. Ve hala da taşımaya devam ediyorlar.

 

Ancak keyfi davranışları alışkanlık haline getiren, örgütsel sorunlara ve ilişkilere yaklaşımı çarpık, ne istediği belirsiz kimi unsurlar, kendi eksenleri etrafında oluşturdukları yaşam tarz­larını, çarpık devrimcilik anlayışlarını devrimci harekete dayatarak engel­leyici konumlarından kurgulamakta ayak diretecektir. Bu kafa yapıları bir düşünce ve anlayış sahibi olma­dıkları gibi, söylediklerinin de ta­kipçisi, savunucusu olamazlar. Bulun­dukları ortamın ve mekanın yetersiz­liklerini kendilerine dayanak yapa­rak, kaos ve kargaşa yaratarak, yozlaş­ma ve çürü­menin özneleri temsil ederler.

 

Devrimci mücadelenin yaşadığı sor­unların çözü­münde bir emek ortaya koymayan, emeğini disipline etmekten ısrarla ka­çınan, devrimci mücadelenin ya da insan­larının kimi eksiklik ve yeter­sizliklerini kendine dayanak yapan, bu eksiklik ve yetersizlikler üzerinde kendini var eden bir devrimcilik olamaz. Başkalarının emekleri üzerinde kendini yaşatma tarzındaki bu tür asalak bir devrimcilik anlayışına, devrimci saflarında göz yumulmasını kimse bek­lememe­lidir.

 

Devrimci olarak, bu tür unsurlar karşısında, eğit­meyi, sabırla değiştirme ve dönüştür­meyi esas olmalıyız. Ama bu çabasını boşa çıkaracak dayatmalar, keyfi yak­laşımlar, kural­sızlıklar bir kişilik haline geldiği ve artık çürümenin, yozlaşmanın kendisi oldu­ğu noktada ya bu çürüme ve yozlaşma kabul edilecek, ya da red­dedilecektir. Bu, niyetlerden bağımsız bir durumdur. Devrimcilik, yaşadığımız sürecin böylesi anlayış­larla çatışarak, kendini güçlen­dirmesi bir zorunluluktur. Hiçbir devrimci, önünü tıkayan, gelişmeyi en­gelleyen sorunlar karşı­sında, kayıtsız kalamaz.

 

“Bazı zıpçıktı budalalar partiye is­tediklerini yaptırtmaya çalışırlar. Böyle­lerinin iç yüzlerini kesinlikle açığa vur­mayan ve bunlara tahammül eden parti dağılmaya mahkûmdur.” (Engels’ten Marks’a Mektup, Aktaran, Marks-En­gels Düşünceler, Aforizmalar, s. 103)

 

Bugün devrimci mücadelede kimi unsurlar, bulundukları ortam ve mekânlarda kendi yaşam tarzlarını, disiplinsizliklerini, keyfiyetlerini dev­rimci mücadeleye dayatarak, bu zemini daha çok, zayıflıklarımızdan almak­tadırlar. Buna müsaade edilmediği nok­tada ise, çarpık devrimcilik anlayış­larının bir sonucu olarak adeta sabo­törlük nokta­sına düşmektedirler. “Ben yoksam işler kötü gitsin, ben yoksam yıkılsın, kaos, kargaşa yaşansın” ruh hali, içinde bulundukları tatminsizliğin bir ürünüdür. Bu ruh hali, güzel olan, iyi olan her şeye adeta düşmanca bir yaklaşımı getir­mektedir. Çünkü kötü, onların beslen­diği ve kendilerini teori­leştirdiği ze­mindir. Dedikodu, çekiş­tirme ise, ken­dini deşarj etmenin mal­zemesidir. Dev­rimci mücadele ve in­sanlarının olası tökezlemelerini bek­leyerek “ben demiş­tim” diyebilmenin intikamcılığını görürüz bu ruh haline kendini kaptırmış kişiler­de. Zorlukları, sorunları aşmak için ne düşünceleri ne de sorumluluk duyma gibi bir anlayışları vardır. Sevgi ve saygı, yoldaşlık kavramı devrimci bir öz taşı­maz. Bu anlayış, kişiyi düzenin kutsan­masına götürür.

 

Böylesi kişiliklerle ve anlayışlarla bir devrimci mücadeleyi güçlendirmek, iler­letmek, mücadelede, örgütlenmede nitelik dönüşümü sağlamak mümkün değildir. Bu tür kişilik ve anlayışlarla mücadele etmek, devrimci mücadele saflarında doğru bir devrimcilik anlayışını egemen kılmak, bir eğitim sorunudur. Bu eğitime önem vermek, devrimci mücadelede içinde yer alan insanlarının da görevidir. Eğer ilerlemek istiyorsak, gelişmek istiyorsak, bizi çürüten, yoz­laştıran tüm yanlarımızdan arınmak zorundayız. Devrimcilik gönüllülüğü ve yaşam tarzını içerir. Kimsenin devrim­ciliğine engel olunmadığı gibi, devrim­ciliği de elinden alınmamaktadır. Yeter ki, devrimciliği bir yaşam tarzı olarak, doğru kavrayıp, hayata geçirmenin çabası içinde olalım. Yetersizliklerimiz, eksikliklerimiz, yanlışlıklarımız müca­dele sürecinde giderilecek, gelişmemiz, ilerlememiz bu zemin üzerinde sağ­lanacaktır.

 

Unutmamalıyız, devrimciliği bir ya­şam biçimi olarak belirliyorsak, bu ya­şam biçiminin bir prensip üzerine oturduğunu da kabul ediyoruz demektir. O yüzdendir ki devrimci insan salt bir eylem insanı değil, belirli bir ahlaki ve kültürel değerlere sahip insandır. Bunu disiplin öğesiyle birleştiren geliştiren insandır. Her davranışında, her sözün­de, büyük bir sorumluluk ve fedakârlık vardır. Bencillikten uzak, kolektif eme­ği, çalışmayı esas alan, devrimci müca­delenin sorunlarını, engellerini bu esas üzerinden çözümleyen insandır. Sorun­lar karşısında ezilen, kaçan değil, so­runların çözüm gücü olduğunun bilin­ciyle onları ortadan kaldırandır. Hazırcı, tüketici bir kişilik değil, üreten, yaratan, katan bir kişiliktir. Moralman çökmüş, yılgın, çaresiz, düzenin saldırıları kar­şısında boyun eğen değil, daha güçlü karşı koyandır. Yaşamda bedeller yok­sa, fedakarlık yoksa, devrimcilik de yoktur. Bu böyle bilinmelidir.

 

O halde, sürecimizin özgün gelişimi de göz önünde bulundurularak, hedefi, programı olan, sonuç alıcı çalışma tarzı, alanlarımızda, birimlerimizde, kurumla­rımızda hayata geçirilmelidir. Kişi ola­rak, kurum olarak, alan olarak, sta­tükoya kendimizi hapsetmeden, sürekli ilerleme hedeflenmeli. Her şeyin hazır, olanakların yeterli olduğu bir koşulda devrimcilik yapma gibi çarpık bir dev­rim­cilik olamaz varsa da içimizden sökülüp atılmalıdır. Bu hazırlopçu mantık terk edilmedikçe, her şeyin yukarıdan beklendiği, verildiği öl­çüde işlerin yürüdüğü, verilmediğinde olduğu gibi bırakıldığı bir anlayış dev­rimci ilerlemeyi sağlayamaz. Üretme, olanak yaratma, bunu geliştirme hede­fimiz olabilmelidir. Elbette ki devrimcilik tüm alanları, birimleri, kurum­ları olanaksız­lıklarla boğuşmakta, ye­tersizlikler barındırmakta. Devrimci ha­reket, tüm alan ve kurumların yaşadığı sıkıntıyı gidermede üzerine düşeni ya­pmalıdır. Ancak bizim üzerinde durdu­ğumuz nokta, bunun bir anlayış olarak saf­larımızda benimsenmemesidir. Ya­ratma, üretme yanımızın zayıf olma­masıdır. Yoksa devrimci yanımız hep zayıf olacaktır.

 

Bunun içindir ki ilişkilerimize nitelikli, kurallı, disip­linli bir sistematik kazandırmak zorundayız. Hareket ettirme, eyleme sevk etme, kendiliğindenci değil, maddi bir gücü, ortak bir ruh halini ve davranışı barın­dıran bir öz taşımalıdır.

 

Tembel, keyfi, bir şey olmaz ra­hatlığıyla değil, canlı, hareketli, coşkulu ve moralli bir ruh haliyle devrimci gö­revlere sarılmalı, yerine getirmeliyiz. Her olanağı, ilişkiyi, gelişmeyi, haberi devrimci harekete aktaran bir uyanıklık içerisinde olabilmeliyiz. Görevleri­mizde, sorumluluklarımızda kesinlikle bir ciddiyet olmalıdır. Yerine getirmede, heyecan ve şevk duyulmalıdır. Başar­manın mutluluğu, sevinci, coşkusu dev­­rimci saflarda yaygınlaştırılmalıdır.

 

Bir eksiklik, yanlışlık, olumsuzluk, neden ve niçinleriyle cevaplandırıla­bilmeli, tekrar etmemek üzere bilince çıkarılabilmelidir. Hataları neden yapı­yoruz? Sonuç neden alamıyoruz. Veya neden başarılı olamıyoruz? Tüm bu so­rulara, yaşamda, mücadelede, görev sürecinde mutlaka cevap bulmalıyız. Bunları yeniden yeniden bir eğitim, kendimizi geliştirme ve yetkinleştirme süreci olarak görmeli, bilince çıka­rabilmeliyiz.

 

Zorlu bir sürecin eşiğindeyiz demek belki çok iyimser bir yaklaşım olacak, çünkü zorlu süreç çokta başladı. Günü değil geleceği kazanmak istiyoruz. Güncelin var ettiği bir yapıyı ve devrim­ciliği değil, geleceğin yapısını ve dev­rimci kişiliğini kazanmak zorundayız. Nasıl bir devrimcilik sorusu güncelin ya­rattığı problemlere hapsolmayla değil, dedikodu-çekiştirmeyle değil, politikayı, taktik ve program düzeyinde pratik yaşamda var etmeyle cevaplandırıla­bilir. Nereden başlıyoruz? Nereye var­mak istiyoruz? Devrimciliği kavrayış ve hayata geçiriş sürecimiz ne tür olum­suzluklar ve zaaflar taşıyor? Devrimci yapılarımızı, kişiliğimizi güçlendiriyor muyuz? Yoksa var olan haliyle devam mı ettiriyoruz? İnadımız, hırsımız, ka­rarlılığımız hedeflerimize varmada ye­terli mi? Yoksa bunlara sahip mi de­ğiliz?

 

Nasıl tartışıyoruz? Nasıl konuşuyo­ruz? Üretmeye, güçlendirmeye mi dönük, yoksa soyut laflar yığını mı?

 

Kendimize çeki düzen vermenin za­manıdır. Artık üretmenin, disiplinin, kurallı olmanın zamanıdır. Silkinmenin, kendimizi yeniden gözden geçirmenin zamanıdır.

 

Yaşam, düşündüklerimizi bekle­miyor. Yaşam düşündüklerimizi kendi­liğinden gerçekleştirmiyor. Bizim dışı­mızda birileri her şeyi düzeltmeyecektir. Sorunlar bizlerle var, çözüm de bizlerle…

 

Şemdin Şimşir

24 Ağustos 2017

 

Kaynak Komün Gücü http://komungucu.com/

 

Önceki İçerikKBDH’den direnişçilerin anılarına bağlılık sözü
Sonraki İçerikHBDH: Faşizme karşı birlikte mücadele ertelenemez bir görevdir