Libya, Yeniden Sömürgecilik, Türkiye

Geçen sayımızdan bu yana Libya’da olayların gelişimi tam da rek-lam sloganlarındaki gibi oldu: Devrimci Cephe ne dediyse, o!.. Devrimci Cephe, Libya’da olaylar daha kendini gösterir göstermez emperyalizmin yeni yeniden paylaşım sürecindeki temel taktiğini gelişmeler içinde yakaladı ve tanımını koydu: Balkanlaştırma ve önemli jeo-stratejik alanların fiili işgali… Devrimci Cephe emperyalizmin bu yeni davranış toplamını daha Amerikan emperya-lizminin 93 yılındaki ilk Irak müdahalesi sırasında yakalamış ve adlandırmıştı: Yeniden Sömürgecilik. Şimdi Libya’da olaylar bu yeniden paylaşım kurgusuna göre gelişiyor. Bizim için el değiştiren kentlerin, yapılan toplantıların, dış işleri yetkililerinin ve medyanın insanlığı alık sanmaktan kaynaklı ve alıklaştırma amaçlı açıklamalarının hiçbir önemi yok. Bizim için tarihin akış yönü ve buna göre güçlerin mevzilendirilmesi önemlidir. 

Libya’daki gelişmeleri bu çerçevede gözden geçirecek olursak;

Libya’da emperyalizmin Kaddafi’nin gitmesi ya da kalması yani rejim değişikliği gibi bir sorunu yoktur. Pentagon’un zaman zaman açıkladığı gibi, emperya-lizm Kaddafi’nin varlığında da bir sonuca ulaşabilir. Onlar için Libya’nın şimdiden yaratılan fiili doğu-batı bölünmesinin statü kazanması önemlidir. Bu çerçevede emperyalizmin işbirlikçisi durumundaki “isyancı muhalif” güçlerin de bütün Libya’yı ele geçirmeleri istenir bir durum olmaz, çünkü bu durumda Libya’da doğrudan emperyalist askeri varlığın ge-rekçesi kalmaz. Özcesi yeniden sömürgecilik aşamasında balkanlaştırma; birbirini imhaya hazır güçler yaratma, bu güçlerin arasına tampon oluşturma amaçlı fiili işgalin önkoşuludur. Libya’daki sürecin askeri seyri bu temelde gelişmektedir, statü sağlanana kadar da bu temelde gelişecektir.

Libya gelişmeleri emperya-list yeniden paylaşımın iç gerilimleri hakkında da bazı bilgilere ulaşmamızı sağlamaktadır. Amerikan emperyalizmi BOP’un merkez egemenliğini elinde tutarak süreci gene de bir “Amerikan yüzyılı” inşası projesine doğru zorlamak amacından esas olarak vazgeçmemiş durumdadır. BOP’u hâlâ kendisinde ve kendi yönlendirmesinde tutarken, bu projenin periferisinden oluşan GOP üze-rinde hak iddiasında bulunmaması, hatta sanki sömürgecilik ve yeni sömürgecilik dönemlerinin paylaşım hukukunu esas alan tarzda Libya işgalini doğrudan Avrupalı emperyalistlerinin üzerine yıkmaya çalışmasından anlaşılmaktadır. 

Amerikan emperyalizmi için esas olan BOP’un realizasyonunu sağlayacak kritik savaş sürecinde bölgesel muhalefeti sindirecek bir emperyalist aske-ri odaklanmanın daha yaratılması ve bundan da öte böyle bir krize enerji imkânlarının daralacak olmasından dolayı karşı çıkan Avrupa’ya güçlü bir petrol istasyonu angaje etmesidir. Fransa daha şimdiden Libya’daki işbirlikçi Bingazi hükümetiyle petrol anlaşmaları yapmaya başlamış durumdadır.

Burada Almanya’nın durumu bir özellik göstermektedir. Bilindiği gibi Libya olaylarının hemen başında Almanya müdahale yanlısı bir tavır koymuştu. Küresel yeniden paylaşım konularında Almanya, kendi tarihinin suçlu ağırlığı altında tavrını sürekli Fransa üzerinden ifade etmeyi bir alışkanlık haline getirmiştir. Dolayısıyla Libya’ya müdahale konusunda Fransa’nın atak politikalarında başlangıçta Almanya’nın tavrını da okuyor olduğumuzu varsaymıştık. Ama BM toplantılarında giderek açığa çıktı ki, Almanya ve Merkel Amerikan-Fransız politikalarından giderek bir açı yapmaya başlamıştır.

Bu açının ne anlama geldiğini şu aşamada somut olarak belirleme imkânımız yok, ama ihtimaller üzerine konuşmak mümkündür. Bir olasılık, Merkel’in iç politik dengeler nedeniyle bu tavrı almak zorunda kalmış olmasıdır , çünkü bilindiği gibi kimi eyalet seçimle-rinde sosyal demokratlar önemli kazanımlar elde ederek parlamentoda hükümeti zorlayacak bir ağırlık kazanmaktadırlar ve “savaş karşıtlığı” sos-yal demokratların en önemli propaganda araçlarından biri durumundadır. Aynı durum Merkel’in partisi olan Hıristiyan Demokrat birliği ile hükümet koalisyonu oluşturan liberal parti için de geçerlidir. Hür Demokrat Parti’nin lideri Westerwelle de aynı şekilde Almanya’nın Libya krizine ortak olmasına karşı çıkmıştır. Siyasal kanatlardaki ikincil mevzilenmeler itibariyle liberallerin simetriği olarak değerlendirilebilecek Sol Parti’nin de şiddetli bir “savaş karşıtı” tavır içinde olması liberalleri bu tür bir tutuma itmiş olabilir. Almanya’nın tavrının iç politik gerekçelerden kaynaklanabileceğine dair veriler, Libya’dan imtina ederken Afganistan’daki durumu güçlendirmesiy-le ve iktidar partilerinin kendi içlerinden de bu tavra karşı ciddi itirazlar gelmesiyle desteklenmektedir. 

Keza iç politika bağlamında değerlendirilebilecek bir diğer konu Euro bölgesini kuşatan ve her an daha büyük patlamaların tehdidi altındaki ekonomik kriz halidir. Yunanistan ve İrlanda kriz-lerine ek olarak İspanya, Portekiz krizleri kapıda beklemektedir. Sonuçta Libya, 73 petrol krizinin kaynak ülkesidir ve orada başlayacak bu tür bir krizin Euro’yu sarsacak tarzda Alman ekonomisini bir maceraya sürükleme ihtimali hiç de göze alınabilecek bir durum değildir.

Bir diğer olasılık, her yeniden paylaşım sürecine yapısal olarak içkin olan emperyalistler arası çelişkinin dışa vurumu olabilir. Bilindiği gibi Almanya, BOP sürecine her zaman mesafeli bir tutum sergiledi. Hatta W.Bush dönemi politikalara açıktan muhalefet etti. Neocon’lar Almanya’nın başında olduğu eğilimi “yaşlı Avrupa” olarak aşağılamaya ve karşılarına almaya kadar götürdüler işi. Bush/neocon hükümetinin başarısızlığı Obama üzerinden Atlantik’in iki yakasındaki emperyalist güçleri daha bir ortak paydada buluşturma projesine olanak tanıdı. Şimdi Amerikan politikasını içerden takip edebilen kimi yorumcular  Libya sürecinin Oboma’yı zorlayan bir neocon dayatma olduğunu yazmaktadırlar. Neocon politikalara daha yatkın olduğu ve doğulu halklara bakışta onlarla aynı ideolojik kabullere sahip Sarkozy’nin henüz ortada müdahale netliği yokken uçaklarını Libya üzerinden uçurmaya başlaması gibi zorlamalarla sürecin yırtılarak fiili bir duruma dönüştüğü hatırlanacak olursa, bunun çok da yabana atılır bir yaklaşım olamayacağını söylemeliyiz.

Okurlarımız, Mavi Marmara olayının Devrimci Cephe tarafından, tam da yukarıdaki yaklaşıma uygun düşen tarzda, bir neocon/siyonist inisiyatifin giderek emperyalist politikalarda dayatmalar yoluyla yeniden belirleyici olmaya başlayacağı bir sürecin işareti olarak değerlendirildiğini hatırlayacaklardır. Dolayısıyla Merkel’in tavrının, Almanya’da neocon politikalara karşı Bush döneminde sürdürülen karşıtlığın hâlâ katı bir şekilde varlığını sürdürdüğünün bir belirtisi olduğu düşünülebilir. Almanya bu tavrıyla Rusya, Çin, Brezilya ve Hindistan’dan oluşan BRIC ülkeleriyle aynı safta yer almış olmaktadır. BRIC, yapılanması içinde Brezilya gibi bir Latin ülkesi olmasına karşın esas olarak emper-yalizmin doğulu yayılmacılığına karşı muhalif politikalar zemininde kendini gösteren bir oluşumdur ve yeni Türk burjuvazisinin de çok üzerlerine yönelindiğinde batılı güçleri, içine katılmakla tehdit ettiği bir alternatif diziliş taşımaktadır. Almanya BRIC’le fiili yan yanalığıyla sanki bundan önceki yeniden paylaşımlarda olduğu gibi dünya emperyalist güçlerine kendini doğrudan karşı bir grup olarak dayatan geleneksel yeniden paylaşım politikalarına yöneliyor gibi gözükmektedir. İlk iki büyük savaşta doğrudan yeniden-paylaşım sürecinin inisiyatifini kullanan Alman finans kapitalizmin kolektif bilinci, yeni süreçlerde kendini göstermeden yol almak düzeyinde oluşturulmuştur. Bütün zorluklarına karşın AB ve Euro projelerinin altına girmesi Almanya’nın bu yaklaşımı nedeniyledir. Konjonktürün bölgesel temelde stratejik bir kaosa doğru yuvarlandığı bu evrede de Merkel tarafından dile getirilen bu tavır Almanya’nın iki büyük savaş sonrasında çıkardığı sonuç itibariyle “emperya-lizmin loş gücü” (Kıvılcımlı) olarak yol alma politikasına dair bir veri olabilir. İzleyip göreceğiz.

Emperyalizmin kendi iç akıntıları itibariyle yeniden paylaşım süreçlerinin bu tür yapısal gerilimlerini, BOP’un pe-riferisindeki toz duman ortadan kalkıp esas merkezdeki hedefler daha net açığa çıktığında daha yoğun bir şekilde görmek ve tespit etmek mümkün olacaktır. Ancak bölge halkları açısından bilinmesi ge-reken, hangi renkteki bayrağıyla gelecek olursa olsun emperyalizmin mutlaka doğu kapısını fiili ve askeri tarzlarla zorlayacağı ve ona göre devrimin de kendi direniş bloklarını oluşturması gerektiğidir. 

Yemen’den Bahreyn’e şii nüfusu ilgilendiren karışıklıklar varken İran’ın sessizliği; İsrail’in, İran’ın vurulmasına yönelttiği güncel ajitasyonuyla dünyanın Libya gündemine göreli ilgisizliği; Gazze’ye yapılan saldırılara karşın Hamas’ın İsrail’e karşı resmi tavırsızlığı, dünyaya asıl büyük belanın küçük Ortadoğu’da çatılmakta olduğunu çok güzel gösteriyor.

Hal böyleyken Türkiye küçük burjuvazisi ve onun sosyalizmleri, yaklaşmakta olan bölgesel fırtınayı görememekten ötürü bu fırtınanın itkisiyle kendi atmosferlerinde oluşan iç savaş basıncını da hissedemez durumdadırlar. AKP’nin bir yandan “sahiller” denilen moder-nist, aydın kentli sınıflar tarafından, diğer yandan Kürt illerinde özgürlükçü Kürt halkı tarafından kuşatılmasından mutlu ve son dönemlerde iyice açığa vurulduğu şekliyle emperyalistler tarafından sınırlandırılmasından umutlu bir şekilde yazla birlikte ülkeye yeni bir demokrasi ikliminin geleceği beklentisi içinde bulunuyorlar. Hatta emperyalist burjuvazinin Libya saldırısında alacağı katılımcı tavırdan dolayı islamcı tabandaki ayrışmanın bu beklentiyi kuvvetlendirici bir faktör olacağını da düşünüyorlar. Doğrudur, ama ya sonra?..

Ayağının altındaki halının giderek daha kuvvetli çekildiğini hisse-den Erdoğan’ın emperyalizmin Libya saldırısına ortak olması, hele ki daha önceki gibi bir aksiliğe kesin imkân vermemek için katakullilerle tezkereyi güvenceye alması, artık Erdoğan’ın bölgesel aktör olmaktan kaynaklı en ufak bir irade dayatma gücünün kalmadığını göstermektedir. Yeni Türk burjuvazisi siyasi ikbalini büyük efendi ABD emper-yalizminin hık deyiciliğinde bulmaktadır. Erdoğan, bölge halklarına yapılan emperyalist saldırının “insani” demagojisini doğrulamak üzere TC hükümetinin “islami” kimliğini emperyalist saldırının “gavur” kimliğini kamufle edici tarzda kullanıma açmış durumdadır. Emper-yalizm şii nitelikli “radikal islam”a karşı sünni nitelikli “ılımlı islam”ı kendine koç başı, olmadı ittifak kılma operasyonunu bütün yönleriyle devreye sokmuş durumdadır. Hatta görünen o dur ki, Yemen olaylarına ilişkin kullandığı “Kerbela” söylemi ve ardından Hz. Ali türbesini ziyaretiyle ılımlı Şiiliği de bu hatta doğru çekme çabası vardır. Irak’taki komünist potansiyele karşı ta ‘50’lerden beri emperyalizmle haşır neşir olmaya alışık Sistani’yi ziyareti de bu kategoriden kayda geçirilmelidir. Ama açıktır ki bunlar nafile hamlelerdir. Erdoğan’ın, bölgesel dengelerin tümüne hitap etmek üzere takındığı “sıfır sorunlu” islami şal, tam da yeni Türk burjuvazisinin bölgedeki siyasal payına uygun olarak küçük geliyor; bir yerini örtse öbür tarafını açıkta bırakıyor. Bu nedenle sünni islamın Vahabi merkezi tarafından uluslararası alanda yöneltilen “yeni Osmanlıcılık” eleştirileri Erdoğan’ın Cidde’de, İslam Ülkeleri Ekonomik İşbirliği toplantısında savunma yapmasını gerektirecek kadar bir ağırlık taşıyor. Türkiye ve yeni Türk burjuvazisi, üstünde gezindiği hayal bulutlarından bölgesel paylaşımın gerçeklerine ayaklarını basmak üzere artık yere doğru inmeye başlamıştır. İstihbaratçı polis şefinden sonra Ergenekon davalarının uyduruk savcısını da görevden almıştır. Hem de “İmamın Ordusu” adlı kitap için büyük basına baskınlar düzenleyecek kadar gözü dönmüşken Gül ve Gülen tarafından eleştirildikten sonra…

Artık TC oligarşisinin İstanbul dukalığı da Er-doğan’a kafa tutacak kadar cesaretlenmiştir. TÜSİAD’ın hazırladığı anayasa teklifinde başkanlık sistemine yer yoktur, vb… Bu kadar dizleri üzerine çökertilmiş Erdoğan’ın uluslararası emperyalizme kayıtsız şartsız memur kılınmasından daha kolay ne olabilir ki? Ve bu kadar köle edilmiş Erdoğan’ın emperyalizm açısından önümüzdeki yakın süreçte de yerini korumasını sağlamaktan emperyalizm açısından daha akıllıca ne yapılabilir ki? Önümüzdeki seçimler AKP iktidarını rakamların hassas dengelerine mahkûm edecektir. AKP ve yeni Türk burjuvazisi asıl özgürlüğüne işte o andan itibaren kavuşacaktır. İktisadi ve siyasal varlığını tümüyle bağladığı emperyaliz-min bölgesel hâkimiyeti onun varlığının önkoşulu olacaktır. 

İçeride, emperyalist politikalara karşı muhalefet yürütmeye çalışan bütün devrim ve demokrasi güçleri, dışarıda bu yayılmacılığa direnen halklar, menzilin-de olduğu sürece tabya komutanlığını AKP’nin yaptığı TC’nin ateşi altında tutulacaklardır.

En başta, CHP desteğiyle de güçlendirilmiş bir iktidar aygıtı eliyle, Kürt halkının yüksek taleplerini PKK’siz bir çözüm doğrultusunda bastırmaya yöneleceklerdir. Kürt halkı ve öncüsü bu tarz yönelmelere karşı tepkisinin Dev-rimci Halk Savaşı olacağını ilan etmiş ve hazırlıklarını çoktandır bu stratejiye göre geliştirmektedir.

Peki, Türkiye emekçilerinin, devrim ve demokrasi güçlerinin hazırlıkları ne durumdadır?

Gündemdeki tartışmalardan anlaşılmaktadır ki, Türkiye sosyalizmi artık 2015 seçimlerini öngören “ileri görüşlü” bir planlama içinde devrimci zeminden tümüyle çıkarak burjuva parlamenter sisteme entegre olmanın arayışı içindedir. Alman Yeşiller’inde ya da Joshka Fisher’de, bugünün en kızgın satüko sosyalistinin geleceğini görmeniz mümkündür.

Küçük burjuva statüko sosyalizminin kendi ikbal ve istikbal hesaplarına katmadığı bir şey var: Türkiye Devrimci Hareketi ve onun çekirdek gücü; Türkiye Devrimci Gençliği…

Mağrip dalgası, Türkiye siyasal tarihindeki yeri zaten belli olan gençliğin halkların direnişindeki yerini bir kez daha açığa çıkarttı. Türkiye devrimci gençliği, emperyalizmin, sömürge demokrasisinin ve statüko sosyalizminin emekçi halkların ve kendisinin geleceğini bloke etmesine müsaade etmeyecektir. 

Hele ki Devrim, küresel emper-yalizme ve yerel işbirlikçilerine karşı bölgesel özgür alanlarda birikmeye başlamışken… ‮!٨‬

kadiryilmaz@devrimcicephe.org

 
Önceki İçerikFırtına Konjonktüründe İlerlerken
Sonraki İçerikYDD’nin ve BOP’un Çöküşü (Ya da Tarihin Sonunun Sonu)