Kendisini “sol” olarak tanımlayan bazı kurumlar ve sözde “sosyalist aydınlar” –ki bunlara ne sol, ne de aydın demek mümkündür– en büyük handikaplarından biri olan şeye, yani kendi gücüne, kendi ideolojisine ve halkının özgücüne güvenmemeye devam ediyorlar. Bu güvensizlik, onları sürekli dışsal referanslara yaslanmaya, başka coğrafyalardaki gelişmeleri kendilerine malzeme yaparak varlıklarını meşrulaştırmaya itiyor. Oysa devrimci bir kurumun ya da sosyalist iddiasında olan bir aydının varlık nedeni, kendi toplumsal gerçekliğinde ve kendi halkının mücadele dinamiklerinde saklıdır. Dışarıdan ithal edilecek bir “model” ya da “örnek başarı” değildir.
Ne zaman dünyada bir seçim sonucu “sol” etiketli bir parti kazansa, hoduk solcular hemen sahneye çıkar. “Bizim de sıramız geldi”, “Türkiye’nin Syriza’sı biziz” gibi hamasi laflarla kendi iddiasızlıklarını maskelerler. Oysa Yunanistan’da Syriza’nın iktidara gelişinin ardından yaşananlar, solun düzen içi yollardan devrim yaratamayacağını açık biçimde gösterdi. Halkın beklentisi emperyalist tahakküm zincirlerini kırmakken, Syriza bu zincirlere yeni halkalar ekledi. AB sermayesi karşısında diz çöktü; halkın direnişini parlamentonun duvarlarına gömdü. İşte o zaman, dün “Türkiye’nin Syriza’sıyız” diyenlerin sesi kısıldı. Çünkü taklit ettikleri şeyin çürümüşlüğü apaçık ortadaydı.
Bugün aynı zihniyet, ABD’de bir belediye başkanının seçilmesini “solun zaferi” diye alkışlıyor. New York’ta bir adayın kazanmasını, burada kendisine moral kaynağına dönüştürmeye çalışıyor. Oysa emperyalizmin kalbinde, sistemin sınırları içinde elde edilen bu tür “zaferler” devrimci bir kazanım değil, düzenin kendini yeniden üretme biçimlerinden biridir. Kapitalist sistemin temelini sarsmadan, yalnızca vitrinini süsleyen bu sonuçlardan umut devşirmek, bu “solcuların” ideolojik çürümesinin açık göstergesidir.
Hoduk solculuk, kendi ülkesinde örgütlenmekten, halkın içinde kök salmaktan korkar. Emekçiye güvenmek yerine burjuvazinin onayını bekler. Halkın yaratıcı gücünü harekete geçirmek yerine, dışarıdan gelen her gelişmeye “biz de öyle olabiliriz” diyerek avunur. Bu, ideolojik bir ezikliktir. Çünkü gerçek devrimcilik, kendi coğrafyasının gerçeğinden filizlenir; ithal umutlarla değil, yerli direnişle yeşerir.
Unutulmamalıdır ki, devrim ne Yunanistan’dan ithal edilir, ne de Amerika’dan taşınır. Devrim, kendi halkının yüreğinde, kendi sınıf mücadelesinde mayalanır. Halkına güvenmeyen, kendi örgütlü gücüne inanmayan ve kendi teorisini kendi pratiğiyle sınamayan hiçbir hareket gerçek bir dönüşüm yaratamaz.
Bugün solun görevi, emperyalizmin vitrininde parlayan sahte umutların peşine takılmak değil; kendi ülkesinde sömürüye, eşitsizliğe ve baskıya karşı gerçek bir halk hareketi inşa etmektir. Hoduk solculuğun “başkalarında güç arama” hastalığı aşılmadan, bu topraklarda ne devrimci bilinç derinleşir ne de halk kendi kurtuluşuna inanır.
Gerçek solculuk, başka ülkelerdeki “başarı hikâyelerine” öykünmekte değil; kendi halkının tarihini, direnişini ve kültürünü devrimci bir potada yeniden yoğurmaktadır. Çünkü kurtuluşun adresi New York’un belediye binasında değil, bu topraklarda sömürüye karşı ayağa kalkan halkın yüreğindedir.





