İnsanın, doğaya ve canlılara yabancılaşması uzun bir tarihsel sürece dayanmaktadır. Bu süreç, kapitalist sistemle birlikte gittikçe derinleşmiştir. Günümüzde tekelci kapitalist sistemin, doğa ve canlılar üzerindeki tahribatı had safhaya ulaşmıştır.
Tekelci kapitalist sistem, daha fazla kar uğruna doğayı sınırsızca sömürmeye devam etmektedir. Doğanın, insan tarafından sınırsızca sömürülmesinin incelemesini yaptığımızda, sorunun esas noktasının yabancılaşma olgusu olduğu görülecektir. Bu durum, insanın kendisine, emeğine, doğaya ve canlılara yabancılaşması olgusuyla ilişkilidir. Yabancılaşma, bir kez açığa çıktığında kaçınılmaz olarak güç ve iktidar olgusu vuku bulur. Yabancılaşma ilişkisinin belirleyici olduğu zaman ve mekan içerisinde özne-nesne ve etkin-edilgen ilişkisinin açığa çıkıp kendisini yaşamda var etmesi kaçınılmaz hale gelir. Doğa ve canlılar sözkonusu olduğunda, insan merkezli bir bakış açısıyla insanın kendisini özne ya da etkin, doğa ve canlılarıysa nesne ya da edilgen olarak anlamlandırılması kaçınılmazdır. Bu ilişki içerisinde, özne (insan) nesneleri (doğa ve canlılar) kendi ihtiyaçları, arzusu ve hırsı için sınırsızca kullanıp tüketmeyi kendi tasarrufunda görür. Özne ve nesne, etkin ve edilgen ilişkisi, sadece insan ile doğa ve canlılar arasında açığa çıkmaz. Bu ilişki, aynı zamanda insanlar arasında da yaşanır. Egemen sınıf-ezilen sınıf, egemen ulus-ezilen ulus, erkek egemen sistem-kadınlar ve LBGTİ+’lar arasında bu ilişki berrak bir biçimde gözlemlenmektedir. Yukarıda üzerinde durduğumuz, hal ve durumların bizahati yabancılaşma olgusuyla ilişkisi kilit önemdedir.
Doğa ve canlılar üzerinde her türlü tasavvur hakkını insanın kendisinde bulmasının, evrensel yanını yabancılaşma ilişkisi belirlerken, bu ilişkinin çeşitli özgüllüklerle beslendiğini de göz ardı edemeyiz. Örneğin, tek tanrılı din olgusu üzerinden meseleye yaklaştığımızda şu çıplak gerçeklikle karşılaşırız: Mevcut durumda Hristiyanlık, Musevilik ve İslamiyet doğada var olan bütün canlıların ya da cansız maddelerin insan için yaratıldığı argümanına dayanır. Dünya üzerinde yaşayan insanların esas kısmını oluşturanlar, bu dinlerin argümanlarının etkisi altında olduğundan, insanın doğa ve canlılar üzerindeki bu tek yanlı tasavvuru “normalleştirilir.”
Tam da bu noktada, yabancılaşmanın özgül boyutlarından bir tanesi olan savaş ve savaş politikaları ekseninde, Türkiye ve K. Kürdistan coğrafyasında yaşanan orman yangınları noktasında doğanın ve canlıların cendereye alınarak sıkıştırılması ve katliamlardan geçirilmesi olgusu üzerinde durulmalıdır. Türkiye ve K. Kürdistan’da yıllardır süregelen bir savaş gerçekliği yaşanmaktadır. Türk egemen sınıfları, Kürt ulusuna devletin kuruluşundan bu yana inkar ve imha siyasetiyle savaş açmıştır. Bu inkar ve imha savaşının ezilen ulusa mensup insanlar üzerindeki etkisi oldukça yıkıcıdır. Sistemin, savaş politikalarından milyonlarca insan etkilenmiştir. Katliamlar, köy yakmalar ve boşaltmalarla dayatılan zorunlu göçler ve asimilasyon politikalarıyla imha siyaseti senelerdir gündemde olmaya devam etmiştir. Savaşlar, insanlar arasında yaşanmaktadır; ancak bu savaşların cereyan ettiği bir de mekan vardır. Bu mekan, bütün canlı ve cansız öğeleriyle insanların da içerisinde yaşadığı uzay ve daha özgül anlamda Dünya’dır. Çoğu zaman, savaşın insan üzerindeki etkisi esas olarak gündemimizde olan ve tartışılan boyutudur. Bu noktada, çoğu zaman savaşların gerçekleştiği doğa ve doğanın bir parçası olan canlılar üzerindeki etkisi ya tamamen göz ardı edilir ya da geri plana itilir.
Türkiye Cumhuriyeti, savaş politikaları söz konusu olduğunda, her türlü yolu ve yöntemi kullanmakta beis görmeyen bir devlettir. Sistemin yıllardır savaşın aktif olarak yürütüldüğü Kürdistan coğrafyasında, planlı bir biçimde ormanları yaktığını ve kimyasal silahlar kullandığı bilinen bir olgudur. Türkiye Cumhuriyeti, dünya üzerinde sürdürülen tekelci kapitalist sistemin özgüldeki karşılığıdır. Dolayısıyla, karşımızda insana, doğaya ve canlılara yabancılaşmış bir sistem bulunmaktadır. Yabancılaşmış sistemler, insanı gözetmediği gibi doğa ve canlıları da gözetmezler. Bu noktada, savaş politikaları ekseninde Kürdistan coğrafyasının devlet eliyle katledilmesi bir hayli uzun ve sonuçları bakımından yıkıcı bir sürecin kendisidir. Türkiye’nin dayattığı haksız savaşa karşı senelerdir mücadele eden ve kendisini ekolojik ve devrimci/demokratik bir hareket olarak niteleyen Birleşik Devrim Hareketi ise, kendi söylemine ve iddiasına aykırı olarak bu yaz süreci boyunca Türkiye’nin çeşitli yerlerinde orman yakma “eylem”leri gerçekleştirdi. Yapılan açıklamalarda bu “eylem”ler sahiplenilip savunuldu.
Açıklamaların kendisini dayandırdığı temel argüman ise, genel olarak Kürdistan coğrafyasında Türkiye’nin yaktığı her bir ağaca, meşeye ve ormana karşılık batıdaki ormanlık alanların misliyle yakılacağı üzerinden şekillendirildi.
Kürdistan’daki savaş politikalarının ve katliamların organizasyonunu yapan egemen sistemin, doğayı ve canlıları esas alan ekolojik bir yaklaşımı yoktur. Türkiye Cumhuriyeti gibi kapitalist ve egemen bir devletin sadece savaş politikaları noktasında değil, aynı zamanda kendi kapitalist mantığına uygun olarak doğayı ve canlıları kar uğruna sömürmektedir. Son zamanlarda Hasankeyf, Munzur ve Kaz dağlarında yaşanan doğa talanı bu anlamda sistemin kar ve rant siyasetine uygun düşen örneklerdir. Kapitalist sistemden doğayı ve canlıları gözeten bir yaklaşım zaten beklenemez; ancak kendisini devrimci/demokratik ve ekolojik bir hareket olarak niteleyen Birleşik Devrim Hareketi ve ulusal hareketin çizgisinden beslenen Ateşin Çocukları İnisiyatifi’nin doğayı ve canlıları katleden bir sisteme karşı aynı yaklaşıma girip batıda ormanları hedef almasının anlaşılır hiç bir yanı yoktur. Kürt ulusal hareketinin yaptığı açıklamalarda devletin kirli politikaları üzerinden kendisine meşruluk ve haklılık yaratma çabası dikkat çekicidir.
Sınıfsal gerici sistemin, Kürdistan’da yürüttüğü kirli politikalardan ve doğayı katleden pratiklerinden hareketle Birleşik Devrim Hareketi ve Ateşin Çocukları İnisiyatifi’nin geliştirdiği karşı hareketler meşru değildir, olamaz. Yakılan ormanlar ve bu ormanların içerisinde yaşamlarını sürdüren kurt, tilki, sincap vb. hiçbir canlı bu savaşın bir tarafı değildir. Canlılar ve doğa, egemen ya da ezilen bir sınıf, egemen ya da ezilen bir kimlikten yana olmadıkları gibi, daha genel anlamıyla şu ya da bu tarafın saflarında yer almazlar. Bu doğrudur; ancak daha doğru olan bir şey daha vardır; canlılar ya da doğa, savaşın ve mücadelenin bir tarafı değildirler, ama insanların oluşturduğu politikalardan tek taraflı etkilenirler ve bizzat insanlar tarafından savaşın bir parçası haline getirilirler. Kendisini ekolojik ve devrimci/demokratik bir siyasal hareket olarak nitelendiren Birleşik Devrim Hareketi ve Ateşin Çocukları İnisiyatifi’nin, canlıların savaşın bir tarafı olmadığını unutmuş olması mümkün müdür? Yapılan açıklamalarda kendisini “Ateşin Çocukları İnisiyatifi” olarak nitelendiren oluşumun “Ormanları kül edeceğiz” açıklamasıyla meydan okuması da hayli problemli bir yaklaşımdır. Kime ve neye karşı meydan okunmaktadır? Doğaya, sincap, kurt, tilki ya da tavşanlara mı meydan okunmaktadır? Siyasal meydan okuma, insanı, doğayı ve canlıları sömüren ve katleden sisteme karşı, devrimci dönüşümü ve ekolojik yaşamı esas alan politikalarla ancak mümkün olabilir. Bunun yerine karşısındaki faşist, katliamcı ve kapitalist devletle özdeşleşmek devrimci dönüşümü hedefleyen meydan okuma siyaseti değildir.
Bu yaşananlar, yabancılaşma ilişkisi içerisinde sıklıkla karşılaştığımız bir durumdur aslında. Ezilenler bir yandan kendisi üzerinde tahakküm kurmuş olan güce karşı mücadele ederler ama öbür yandan ezilenlerin bütünlüğü bölünmüş ve parçalanmıştır. Ezilenler, bu ezme-ezilme ilişkisinde bir yandan özgürleşme mücadelesi verirken öbür yandan kendisini ezen ve sömürenlere öykünürler. Birleşik Devrim Hareketi’nin senelerdir kendisine her türlü kirli savaşı dayatan sisteme karşı mücadelesi ve orman yakmaları üzerinden dışa vuran siyaseti ve pratiği bize ezen-ezilen ilişkisindeki özdeşliği ve ezilenlerin onu ezen güce benzemesinin tipik bir örneğini sunmaktadır. Devrimciler, bu noktada yaşamı, insanı, doğayı ve canlıları esas alan doğa ve canlı merkezli yaşamın devrimci ve ekolojik dönüşümünü sağlayan praksisten hareket ederler. Sosyalist Öğrenci Hareketi, doğa ve canlı merkezli siyasal bir harekettir. Doğayı ve canlıları sömüren ve katleden politikalar kimden gelirse gelsin, Sosyalist Öğrenci Hareketi, doğa ve canlı merkezli bakış açısını boşa çıkaran bütün siyasal anlayışlara karşı mücadele eder. Yabancılaşma olgusunun yaşandığı bütün olaylara, hal ve durumlara karşı devrimci, doğa ve canlı merkezli mücadelesine kesintisiz devam eder.
Sosyalist Öğrenci Hareketi
27 Ağustos 2019