En az herkes kadar korkuyorum ben de bu virüsten.
Arkadaşlarımız sevdiklerimiz ve kendimiz muhtemel risk grubundayız çoğunlukla.
Yaş olarak risk grubunda değiliz(!) belki ama kötü yaşam koşulları; yetersiz ve dengesiz beslenme, düzensiz uyku, yaşam koşulları ve sigara kullanımı sebebiyle virüsün en çok etki edebileceği guruba giriyoruz.
Sevdiklerimizi kaybetme korkusu ve kaybedişe bizim de sebep olma duygusu belki de ilk defa kendi canımızdan endişe etme sebebimiz oldu. Bu zor süreci virüsten korunmaya çalışarak geçirdiğimiz kadar akıl sağlığımızı da koruyarak atlatmamız gerekiyor.
Yüzümüzü dünyaya çeviriyoruz; karantinaya alınan şehirler, binlerle ifade edilen ölüm vakaları, çöken sağlık sistemleri, tıp biliminin çaresizliği, hala kendini düşünen şirketler..
Belki de kapitalizm ilk kez bu kadar çaresiz kaldı. Dört gözle ve umutla yaz aylarını bekliyor.
Virüsün ülkemizde olduğunun resmi kabulünden bu yana endişe ve telaşımız daha da arttı. Yıllardır sağlık sistemini övenleri bile telaş aldı. Sorgulamaları başladı. Gece 23.00’da Bakan Bey’in günlük yapacağı vaka sayısı ve ölüm haberlerine ayarladık saatlerimizi. Bir de 21.00’daki sağlıkçılara destek alkış saatlerine. Bu iki farklı saat dışında zaman da hayat da durmuş durumda!
Her gece Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın verdiği rakamları dinleyip, dehşete kapılıyoruz. Çünkü yıllardır bize güven vermeyen iktidara hala güvenmiyoruz. Resmi rakamlar bunlarsa, gerçekler çok daha vahimdir duygusu hâkim hepimizde. Yine de içimizde sadece bu kadar olsun umudu ile her gece beklemeye devam ediyoruz.
Evet biliyoruz süreç iktidar tarafından şeffaf yürütülmüyor. Tespit edilen bilmem kaç vaka ya da ölüm bizim mahallede mi? Bilmiyoruz. Bu durum endişelerimizi daha da artırıyor.
Hani Çernobil sonrası çıkıp ekran karşısında çay içerek “Radyasyon yok” diyen kahramanlarımız vardı ya; artık o kahramanlar bile yok. Cumhurbaşkanı bile kendini karantinaya almış durumda. Bakanlar, işadamları… Biz böyle bir toplum değildik ki! Mutlaka birileri çıkıp virüse meydan okumalıydı!
Günlerce sarayına kapanan Cumhurbaşkanı’nın nihayet ekranlara çıkacağını duyunca tam 4 saat televizyon karşısında bekledik. Bu bile bizim için tarihi bir ilkti. Açıklamalarının ardından yaşadığımız hayal kırıklığı aslında hiçbir şeyin değişmediğine delaletti. Biz de Sağlık Bakanı’nın kibarlığına aldanıp, “Acaba mı?” demiştik, en azından düşünmüştük.
Aslında yıllardır beklentilerimiz oldukça düşmüştü. Zaten haberlerde “zirveye” bizden saydığımız DİSK, KESK, TTB gibi örgütlerin çağrılmayışını duyduğumuzda sonuçların bizi ilgilendirmediğini anlamıştık.
Zirveden bizim payımıza yine sabır çıktı. Biz alışığız bir halk olarak sabretmeye. Tam da hazır virüs yüzünden işsiz kalmışken ya da zorunlu izne çıkarılmışken şöyle 500 bin liraya kendimize bir ev bakalım demiştik. Evi bulup sonra Anadolu Jet ile tatil yörelerine akma planımız vardı. Ne de olsa konaklama vergisi gelmeden son tatil fırsatı. Beleşi seven bir milletiz ya!
Dünya Sağlık Örgütü, Türk Tabipler Birliği sürekli olarak “Olabildiğince fazla insana test yapın” diye yaygara koparıyor. Bakan Bey’in her gece açıkladığı sayılara göre hala bir iki bin kişiye test yapılıyor. Acaba daha fazla test yapılsa sayılar korkunç mu olur?
Umreden gelenlere bile sahip olamayan bir iktidarın bütün bir halka test yapmasını beklemesek mi acaba?
Aytaç Yalman ismindeki eski bir komutanın virüsten öldüğünü duyuyoruz. Ama bu ölüm resmi verilerle uyuşmuyor. Korku ve endişedeki haklılığımızın ortaya çıkması bile ilk kez bizi sevindirmiyor.
Sabahtan akşama kadar ellerimizde telefon var. Whatsapp gruplarından gelecek yeni bilgileri bekliyoruz. Güney Kore’nin COVID-19 salgını karşısında nasıl az kayıp verdiğini yine böyle öğreniyoruz. İlk andan itibaren şeffaflık asıl formülmüş. Cep telefonu uygulamalarına indirilen haritalardan hangi bölgede kaç vaka var, görülebiliyormuş. Acaba uzayda mı yer alıyor Güney Kore diye düşünüyoruz.
Neyse bırakalım Güney Kore’yi. Anladık o kadarı fazla bize. AKP iktidarı da bu işi beceremeyecek gibi. Ama bu sefer bu beceriksizliğin sonunda bizi bekleyen açlık, sefalet, yoksulluk değil ölüm!
O zaman biz ne yapmalıyız?
Kendimizi nasıl anlamlandıracağız?
60 yaş üzeri insanların market alışverişlerini yapabiliriz. Sosyal medyadan gelen bilgileri teyit edip kendi topluluklarımızla paylaşabiliriz. Böylece kirli bilgi dolaşımının önüne geçeriz. Kendiliğinden gelişen dayanışma ağlarını güçlendirebiliriz. Her gece 21.00’da sağlık emekçileri için bir dakika ellerimiz patlayıncaya kadar alkış yapabiliriz.
Evlerinde oturanlarımız biraz daha şanslı. Virüsün bulaşma şansı daha az. İşe gitme zorunda olanlarımız daha endişeli. Virüs nereden gelecek diye panikteler. Mali müşavirler bile kendilerini bakanlığa zincirledi. Beyanname için işyerlerine gitmek istemiyorlar.
Ama ne yaparsak yapalım, hala yaşam hakkımızı güvenceye alacak bir formül yok elimizde. Bana göre sosyalist bir akıl lazım bize. Eşitlikçi, şeffaf, dayanışmacı, bilimsel… Kelimeler ne kadar hoş geliyor değil mi?
Mesafeli sosyalleşebiliriz çağrıları var her yerde. Kucaklaşmadan da dayanışmayı büyütebiliriz deniyor. Bu sürecin sonunda siber fiziksel alanların, dayanışmayı ve isyanı büyüten en büyük alanlar haline geleceğini görmemek mümkün değil. Annem bile bu alanlarda cirit atar hale geldi. Belki de en büyük tartışmamız olan, “Şu gençleri anlamıyoruz” söylemlerini eriteceğimiz tarihsel anları yaşıyoruz. Gençleri en iyi anlayacağımız zamanlardayız. Bunu iyi değerlendirmemiz gerekmez mi?
İktidara güven problemi yaşıyorsak eğer her gece 23.00’ı beklemek yerine kendi enformasyon ağlarımızı kurmamız gerekmez mi? Bunun için de tüm muhaliflerin bir araya gelmesi, güçlenmesi gerekmez mi?
Şeffaflığı iktidardan beklemek yerine, hazır hepimiz telefon başında ve mahallemizdeyken; en gerçekçi, en doğru bilgileri yeni ağlar oluşturarak sağlamamız gerekmez mi?
Dayanışmayı sadece kucaklaşarak değil de, mahallede, konuda komşuda birlikte yeniden inşa etmemiz mümkün değil mi?
1980’li yıllar sonrası yeniden hortlayan stokçulara, karaborsacılara karşı yeni bir mücadele biçimi başlatmamız gerekmez mi?
Yıllardır özelleştirilen kamunun mallarının yeniden kamuya geçmesini en yüksek sesle talep etmek için daha ne bekliyoruz. Hastaneler, bankalar bir an önce kamulaştırılsın! Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma parasız olsun diye neden duvarları yazılamıyoruz hala!
Kredileri, kredi kartlarını nasıl ödeyeceğiz diye kara kara düşünmek, boynumuzu öne eğmek yerine, “Ödemiyoruz kardeşim!” dememizi ne engelliyor?
Sanırım tarih bize cüretkâr olmamız için bir fırsatı sunuyor.
Koronavirüs değil cesaretimiz bulaşsın insanlığa!
İnsanlar değil kapitalizm ölsün artık!
Sıla Soyaslan
23 Mart 2020
Sendika.org