HEGEMONYA KURULUŞUNDA ZOR VE İDEOLOJİ

Ezilenler, sınırları egemenlerce belirlenmiş bu çerçevenin dışına çıkmadıkça değişimi muştulayacak kudrete erişemez, muktedir olamazlar. Egemenlerce çekilmiş sınırlar da zaten ezilenler kudret sahibi olamasın, maddi güce kavuşamasınlar diye çekilmiştir. Bu açıdan ezilenlerin pozitif hukuka rıza göstermesi “kanıksanmış kölelikten” başka bir şey değildir.

“Bil ki kılıç ve kalem, yani devletin askeri ve mülki teşkilat ve memur kadroları devlet sahibinin, devletin idare edilmesi için bir vasıta ve alettir. O, bu iki kuvvetin yardımıyla idare eder. Bununla beraber devlet ilk kuruluş ve hazırlık çağında mülki ve idari kurullarından ziyade ordu teşkilatına muhtaçtır. ’’

Günümüzden 600 küsur yıl evvel yapılan bu belirlemenin yaydığı ışık canlılığını halen koruyor. Marksizm öncesi döneme ait materyalist (hatta “Hanif Marksist”) bir belirleme. İbn-i Haldun genel anlamda hegemonyanın kuruluş evresine ilişkin zor’un oynadığı tayin edici rolü işaret etmiş. Marksizm ise bu rolü kendi argümanlarıyla, “zor’un kurucu fonksiyonu” tezi üzerinden açıklar.

Ancak, ustaların ortaya koyduğu eserlere ve belirlemelere karşın, hegemonyanın kurulumu ve güvenceye alınması evrelerinin izahatinde liberal açıklamaların, idealist tezlerin Marksizm alanına sızmadığını söyleyemiyoruz. Egemen ideolojiye bu bağlamda “belirleyici” rol atfedilmesi bunun en bariz örneğidir.

Hegemonya kurulumunda egemen ideolojinin belirleyici olduğunu savunan ve esasında Marksist tezin dışına savrulan bu idealist yanılsamaya göre egemenler, tahakküm altına alacakları kitleleri evvela “kandırarak… aldatarak… vb.” yanlarına çekerler, kendi ideolojilerini benimsemeye ikna ederler. Yani bir nevi ideolojik kurnazlıkla toplumsal rıza üretirler. Bu bahiste dini, çeşitli inanç sistemlerini, ahlaki vs. birer manipülasyon aracı olarak, kitlelerin zihinlerini bulandırmada araç olarak kullanırlar. Tahakkümü evvela kafalarda-yürekte rızaya dönüştürürler; işlerini gördükleri andan itibaren ise huzursuz yığınları baskı altında tutmak ve egemenliklerini güvenceye almak için “zor” gücüne başvururlar…

Bu, yüzde yüz anti-Marksist bir tezdir… Yanılgı, kaynağını “Aydınlanmacı ideoloji” denilen ve Marksizmi de kötürümleştiren idealist düşünce tarzından alır. Fakat burada aydınlanma ideolojisine girerek konudan sapmayalım. Onu başka bir yazıda daha etraflıca ele almaya çalışacağız.

İdealist savununun aksine Marksizm, İbn-i Haldun’un bıraktığı izi takip eder. Marksizme göre hegemonyanın kuruluşunda ve güvencelenmesinde “zor” belirleyici konumdadır. “Tarihin ebesi” diye öznellik atfedilmesi boşuna değildir.

Sınıflar mücadelesi tarihine, devletlerin-egemenliklerin kuruluş ve gelişim aşamalarına, muktedir olabilmiş ya da olmaya yaklaşmış çeşitli ideolojilerin evveline şöyle bir baktığımızda dahi hegemonyanın kuruluşunda başat rol oynayan faktörün “zor” olduğu görülecektir. Tarihte hiçbir özne yoktur ki zor faktörünü işletmeksizin hasmının üzerinde tahakküm kurabilmiş olsun… (İbn-i Haldun’un Mukaddime adlı eserinden aktaran: Aylık Sosyalist Dergi “Barikat”/ Mart 2006, sayı:39) Keza zor’a dayanmaksızın tarihte muktedir olabilmiş, dönemin politik ortamını şekillendirebilmiş bir tane bile ideoloji yoktur.

Bu teze Hristiyanlığın muhtevası ve ulaştığı nokta üzerinden itiraz edilmesi muhtemeldir. Çünkü Hz. İsa ve ilk 300 yılın Hristiyanlığı zor’u yadsıyan bir ideolojik çerçeveyi benimsedikleri halde günümüzün en yaygın ideolojisi olmayı başarmıştır. Lakin şöyle kategorik bir fark var: İlk 300 küsur yılın Hristiyanlığı, muktedir olamamış ve her daim ezilen konumunda yer almıştır. Yani günümüzde egemen olan Nasıralı İsa’nın 300 yıl boyunca bastırılan Hristiyanlığı değildir. O, mazlum halkların vicdanında ücra köşelere tıkıştırılmıştır. Egemen olan Hristiyanlık, despot Roma imparatorluğunun içererek aştığı, başkalaştırdığı Hristiyanlıktır; egemenliğini de Roma’nın zor’una borçludur. Öte yandan zor’un kurucu fonksiyonu sadece despotların egemenlik süreçlerinde işlev kazanmamıştır. Tarihte mazlum halk yığınlarının, ezilen sınıfların dönemlerine damga vuran devrimci çıkışlarında, kudret elde edişlerinde zor’un belirleyiciliği öne çıkmaktadır. Spartaküslerden İslamiyet’in doğuşuna, Karmatilerden Hasan Sabbahlara, Babailerden, Şeyh Bedreddin’e, Celalilerden, Patrona Halil İsyanına, Paris Komünü deneyiminden Sovyetler ve Küba Devrimlerine dek ayaklanma ve devletleşme örneklerinin tamamında zor’un merkezi rolü olduğunu görebiliyoruz.

Özetle söyleyecek olursak; zor’u işletmeksizin etkileyici bir güce kavuşan, veyahut iktidar olabilen hiçbir ideoloji veya devlet yoktur. Hegemonya kuracak ölçüde gelişen, somut bir güce kavuşan tüm sınıflar, dinler, şoven-milliyetçi-ırkçı ideolojiler, Marksizm, Anarşizm… Gelişkinliklerini, ulaştıkları kudret düzeyini zor faktörüyle kurdukları stratejik ilişkiye borçludurlar. Tersinden, zor faktörünü benimsememiş tüm anlayışlar tarihin her döneminde ya hep ezilmiş ya tamamen silinip gitmiş ya da ezenin kapıkulu rolünü oynayarak parazit gibi bir yaşamda varlığını sürdürmüştür.

İdeolojinin Rolü

Zor’un merkezi işlevine bu denli vurgu yapınca ideolojinin teşkil ettiği önemi ıskaladığımız sanılmasın. İdeoloji de yadsınamaz bir öneme sahiptir. Ancak bu önemin, hegemonyayı “pekiştirici, tamamlayıcı, destekleyici ve ikincil” düzeyde olduğunu şimdiden belirtelim. Egemenler kurdukları hegemonyanın mümkün olduğunca çabuk şekilde güvenceye alınmasını, başka bir ifadeyle “statükoya kavuşmasını” hedefler.

Burada “zor’un işletilmesi”nden kasıt, onun an be an aksiyon halinde olması değildir. Öznenin sahip olduğu toplam maddi güce kaynaklık etmesi ve bu maddi gücün korunup geliştirilmesinde temel zemin ve dayanak noktası oluşu, ihtiyaç hallerinde devreye girmesidir. Fakat bu yalnız çıplak zor’a dayanılarak gerçekleştirilemez. Çünkü kitleleri çıplak zor’u sürekli uygulayarak sonsuza dek tahakküm altında tutmak hem pratik açıdan “mümkün”, hem de “güvenli” değildir. Çünkü baskı bir noktadan sonra nesnesini radikalleştirici, özneleştirici bir unsurdur.

Öyleyse hegemonyanın pekişmesi için toplumsal rızanın oluşturulması, kitlelerin yaşamında, düşünce ve inancında egemenlerin kabul ve red ölçülerinin (yani egemen ideolojinin) yerleştirilmesi gerekir. Bu nedenle çıplak zor’u egemenin ideolojik müdahaleleri takip eder. Kitleler de egemenlerin çıplak zor’una sürekli maruz kalmamak için (karşı koyma iradesi ve kudretinin sergilenmediği durumlarda) ya tahakkümün gerekliliğini, haklılığını, meşruluğunu kendi meşrebince mantığa bürüyen rızayı üretirler ya da tahakküme karşı bayrak açmak üzere uygun şartların oluşmasına dek pasif tutum alırlar. Ama her iki durumda da egemen ideoloji ezilen kitlelerce yeniden üretilir.

Egemen ideoloji, egemenliği kuranların ezilenlere dayattığı kabul ve red ölçüleridir. “Şunu yapacaksın-yapmayacaksın.. Bunu benimseyeceksin-reddedeceksin” demiş olur mealen ve bunları da anayasalarla, yazılı kanunlarla, yönetmeliklerle resmi kararname ve genelgelerle (tüm bunlara literatürde “pozitif hukuk” deniyor) belli kurallara bağlar. İdeolojinin katkısıyla pozitif hukukun statüko kazanması, rejimin içeride güvenceye alınması anlamına gelir. Öte yandan egemenler, ezilenlere dayattığı hukuku başı her sıkıştığında daha da daraltmaktan, çiğneyip rafa kaldırmaktan geri durmazlar. Rejimlerinin güvencesi sarsıldığında her daim hazır kıta bekleyen zor aygıtı, rolünü oynamak üzere yeniden öne çıkar. Bu gerçeği Marx şöyle ifade etmiştir: “Her pozitif hukukun sınırı bir doğal hukuk tarafından, güç ilişkisinin bir belirtisi olan devletin zor aygıtı tarafından belirlenir. Zor aygıtı zaten var olmak yanında ‘ideolojik aygıtın’ açmazla karşılaştığı her an kısa devre yaparak devreye girer. Zor aygıtı fiziksel formda maddi bir güçtür ve maddi güç ancak maddi güçle yenilir. ’’

Hiç uzağa gitmeyelim. Yakın geçmişte ülkemizde yaşananlar bile Marx’ın bu belirlemesindeki isabetliliği kanıtlar niteliktedir. 12 Eylül faşist cuntası da, 15 Temmuz sonrası yaşananlar da bu yerinde belirlemeyi teyit etmiştir. İdeolojik aygıtın açmaza düştüğü bu momentlerde “doğal hukuk” (yani “sınıf mücadelelerinin tunç yasaları” veya halkımızın deyimiyle “orman kanunları”) kısa devre yapmıştır.

Sınırlara Tabi Olmak

Egemenlerin her şeyden önce zor yoluyla kitleleri kontrol altına aldıklarını belirtmiştik. Bu doğal hukuku, pozitif hukukla makyajlayarak ezilenlerin tabi olacakları sınırları çizerler; rejimlerini bununla güvenceye almak isterler. Ezilenler, sınırları egemenlerce belirlenmiş bu çerçevenin dışına çıkmadıkça değişimi muştulayacak kudrete erişemez, muktedir olamazlar. Egemenlerce çekilmiş sınırlar da zaten ezilenler kudret sahibi olamasın, maddi güce kavuşamasınlar diye çekilmiştir. Bu açıdan ezilenlerin pozitif hukuka rıza göstermesi “kanıksanmış kölelikten” başka bir şey değildir.

Ayrıca sorun sadece “lafla” pozitif hukukun dışına çıkmak da değildir. Egemenler, konjonktürel uygunlukta pratiğe dökülmemiş itirazları, “komünist” lafazanlıkları, ideolojileri çoğunlukla tolere etme eğilimindedirler; yeter ki zor ile aralarına kategorik mesafe koysun ezilenler. Örneğin bu ülkede 2000’lerin başına dek yasalara göre “komünist” sıfatıyla parti açmak, seçimlere katılmak yasakken, dönemin iktidarının inisiyatifiyle çark-çekiç’li TKP tabela asmakla kalmadı, 2000 sonrası seçimlere dahi katıldı. Ancak aynı günlerde (ve de tarih boyunca) zor’u bir karşıtlık biçimi olarak benimseyenlerin başına neler geldiğini, tek kişi bile olsa gözünün yaşına bakılmadığını hepimiz biliyoruz.

Hatta ileri burjuva demokratik rejimlerde görüleceği üzere, yeri geldiğinde egemenler maddi-manevi bir dizi fonksiyonel varlığı-kurumu ezilen kesimlerin temsilcileriyle paylaşabilirler; hükümet ortaklıkları kurulup bakanlıklarda yumuşak koltuklar verildiğine bile tanık olunur. Fakat sıra zor tekeline geldiğinde akan sular durur. Paylaşılamayacak yegane faktördür. Nedeni gayet basit: zor tekeli, egemenliğin temel ve alternatifsiz dayanağıdır, güvencesidir. Şayet zor tekeli kırılır veyahut paylaşılırsa egemenliğin kurumsal ve ideolojik bütünlüğü yapı-bozuma uğrar. Bu, egemenler aleyhine otoritenin zayıflığı, iktidar boşluğunun oluşması ve bunun hasımlarca doldurulması riski anlamına gelir. Bilakis, bu bahiste Engels’in burjuva egemenliği üzerinden söylediği gibi: “Devrimde burjuvazi muzaffer olur olmaz halkı ve işçileri silahlarından arındırmayı kendine ilk iş bilir.” Bütün egemenliklerin refleksi böyledir.

Politika ve Maddi Güç

Genel olarak söylemek gerekirse fikirler, -tek başlarına- hiçbir şeyi iyi bir sonuca vardıramazlar. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir* (Marx-Engels/ Kutsal Aile) Pratik güç bağlamında soyut olan (fikirler) ile somut olan (güç sahibi insanlar) arasındaki farka dikkat çekmeleri çok önemli!

Politika, maddi güç sahibi öznelerin hükmünün geçtiği, eyleyişlerle devinen, karşıtlıklardan oluşan ve bu karşıtlıkların birbirleri üzerinde hegemonya kurmaya çalıştıkları pratik sahadır. Bu sahada maddi gücü olmayanların fikirlerinin-duyguları belirleyici bir karşılığı yoktur. Çünkü ancak maddi güç ile politikada var olunur.

Keza politika, özne olmayı amaçlayan ve bunun için maddi güce erişip gelişmek isteyen ideoloji sahibi aktörlerin an’da söyledikleri fiili tavrın ve aldıkları pozisyonun adıdır. Maddi güç ise düzeyi-etkisi yere ve zamana göre sürekli değişebilen, belli ekonomik değerlerin sahipliğini, zor araçlarını, bunları kullanacak yapılanmaları, insan-kitle desteği ve varlığını vb. somut faktörleri içeren imkânların tamamıdır. Ezilenler, ezilen konumundan kurtulabilmek ve kendi hegemonyalarını kurabilmek açısından maddi güce kavuşmak zorundadır. Maddi güç, amaca ulaşmak için gerekli olan değiştirme kudretidir ve bu kudretin yaldızlı devrim cümleleriyle, kusursuz analizlerle, Marksizm külliyatını ezberlemekle elde edilemeyeceği aşikârdır.

Ezilenler bunu yalnızca politika sahasında eyleyerek elde edebilirler ve bu da zor’un stratejik düzeyde benimsenmesiyle ancak mümkün olabilir. Çünkü zor, hayatın gidişatının belirlendiği politika sahasında ezilenlerin omuz darbeleriyle kendisine yer açması, egemenlerin varlık zemini ve dayanağı olan zor tekelinin kırılması, oyunun kurallarını kendi lehine değiştirmesi işlevi görür. Tam da bu nedenlerle ezilen öncülüğü her şart altında devrimci politikanın olanaklarını gözetmek durumundadır.

Ezilenler açısından zor, egemen yapılanma ve düşüncelere dönük pratikleştiğinde egemenler tarafından dayatılan esaret ve sömürü koşullarını değiştirme inanç, cüret, irade ve gücüne sahip olduğunu gösterir. Böylece, bunu bekleyen, arayış içinde olan, isteyen fakat çeşitli nedenlerle harekete geçemeyen yığınlara harekete geçme olanağı sunar. Ezilenin devrimci ideolojisi kitleler arasında bu şekilde yaygınlaşır. İşte bu da -yani ideolojik girdiler- gücünü, ezilenin zor yoluyla kendisine alan açmasına borçludur. Öyle “en doğru fikirleri, ideolojiyi bilmiş olmasıyla değil”. Politikada böylesi varoluş, eyleyiş tarzı, maddi güç oluşturma ve geliştirmede tek seçenektir.

Kuşkusuz ezilenlerin zor’u benimseyip pratikleştirmeleri, egemenlerin karşı zor’u ile cevaplanır ve bu durum ezilenlerin daha fazla baskıya maruz kalmalarına, hatta belki de uzun yıllar boyunca başlarını kaldıramayacakları kadar sindirilmelerine yol açabilir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Fakat yukarıda da belirttiğimiz üzere değiştirme kudretine ulaşmaları, politikada özneleşmeleri ve hegemonya kurabilmeleri için başka bir alternatifleri yoktur.

Cemal Bozkurt

Mart 2020

Önceki İçerikİşte cenazeler kaldırıma böyle gömüldü
Sonraki İçerikCOVID-19: BÜYÜK RESMİ YA DA DEKADANS…