GEZİ HAZİRANI DEĞERLENDİRMESİ ÜZERİNE

Aşağıdaki metin, Devrimci Cephe’nin “Haziranları Devrime Evriltmenin Taktik Gerekleri” başlığıyla yayınladığı Gezi Haziranı değerlendirmesi üzerine Devrimci Karargâh tutsağı Fatih Aydın yoldaşımızın bir değerlendirmesidir.  Aslında bu değerlendirme neredeyse bundan iki yıl öncesinde, Ağustos 2014 tarihinde kaleme alınmışsa da sorumluluğu tümüyle Devrimci Cephe’ye ait olan kimi aksaklıklar nedeniyle bundan altı ay kadar önce elimize geçmiş ama yayınlanması için Gezi Haziranı’nın yıldönümünü beklemek bize daha anlamlı gelmiştir.  Yayınlıyoruz.

Yayının gecikmesinden dolayı Fatih yoldaşımızın ve tüm okurlarımızın hoş görüsüne sığınıyoruz.

Saygılarımızla..

DC Editoryası

Haziran 2016

Merhaba Devrimci Cephe (Dergi) Editoryası,

Siz değerli dostları, yazarlarınızı ve tüm okurlarınızı içtenlikle selamlıyor, sevgi ve saygılarımızı gönderiyorum.

Değerli editorya, derginizi düzenli takip edebilme olanağına tam anlamıyla sahip olamasak da internet üzerinden yayın hayatına devam ettiğiniz süre içinde sınırlı da olsa kimi yazılarınızı okuma imkânı buldum. Şunu ifade etmeliyim ki, bu düzenli takip edememenin getirdiği dezavantajlar sonucunda işlenen politik hat bağlamındaki öngörü ve diyalektik gelişime tam olarak hâkim olamadım. Bu duruma rağmen, tespitleriniz, önermeleriniz ve ideo-politik analizlerinizin oldukça ufuk açıcı ve alışılmış statükocu anlayışın çok çok ötesinde olduğunu belirtmeliyim. “Yenilenme” adına kolektif işçiliğiniz TDH (Türkiye Devrimci Hareketi) ve TSH (Türkiye Sosyalist Hareketi) bağlamında kayda değer başarı sağlayacak ve kitlelere ulaşma konusunda imkân ve olanaklar sunacaktır, sunmaktadır.

Aklın günü kurtarmaya yoğunlaştığı, sözün kimlikten ve yürekten kopuk halde ya ağızda asılı kaldığı ya da uçup gittiği günümüz koşullarında hafızasızlık sadece sistem tarafından dayatılsa da artık büyük oranda bir yaşam biçimi ve değersizlik halini aldı. Kapitalizmin bir bütün olarak insanı teslim almaya çalıştığı, “ben”ciliği öne çıkarıp topluma yabancılaştırdığı koşullarda bizim kimliğimiz, söz ve fiili yaşamın diyalektik bağını kurup bu grafiği ve değerlerimizi, kolektif gücümüzü öznellikten arınmış bir ufka dönüştürmek üzere kurulmuştur.

Günümüz koşullarında kapitalizmin bütün bilinç ve yürekleri teslim aldığı, değerlere yabancılaşıldığı bir dönemde pratik süreç ve derginizin bugüne kadarki yayın hayatı oportünizmin, reformizmin ve revizyonizmin çekmiş olduğu statüko zincirini kırabilecek bilinç ve iradeye sahiptir. Bu da kitlede umut ve bilinç sıçramasını getirecektir.

Bu anlamda çalışmalarınız umut verici ve unutturulmaya çalışılan değerleri gün yüzüne çıkarma çabanız oldukça önemli ve kayda değerdir. Statükoculuğun getirdiği atalet haline, Gezi Haziranı’ndan ve devamındaki Soma, 1 Mayıs, vb.. kitleselliklerden gerekli dersleri halen daha ısrarcı bir şekilde çıkarmak istemeyenler, oportünizmin sularında oynamaya mahkumdur. Pratiğimiz içerden dışarıya ve dışardan içeriye her alanda bu bulanık suları arındırmak ve Leninci marksizmin, “madde ve bilincin” kitlelere ulaşması, Meriç’ten Dicle’ye, buradan Ortadoğu’nun tamamını kapsayacak devrimci cephe köprüsünün inşası üzerine olacaktır.

Değerli dostlar, beni bu yazıyı yazmaya sevk eden birinci nokta tanışma olsa da, ikincisi dergimizin editorya tarafından kaleme alınan “Haziran’ları Devrime Evriltmenin Taktik Gerekleri” yazısıdır. Belirteceklerim eleştiri, polemik şeklinde değil, anlama ve daha iyi anlamlandırma üzerine kuruludur.

Gerek Gezi Haziranı, 1 Mayıs, Soma, Okmeydanı; gerekse de “Forumlar Hareketi!”ne dair yapılan tespitler önemlidir ve bu temel üzerinde demokratik siyaset alanında örgütlenme araçlarını yaratma ve toplumun muhalif iradesini statükoya dayatılması karşısında taktik programlarla sisteme alternatif kılınması elzemdir.

 

Bu geçen süreç mücadele tarihimizin öğretici sonuçlarını da bizlere gösterdi. Görenler kendi yeniden yapılanmasını gözden geçirmeye başladı. Görüp de kaçkın siyaset izlemeyi tercih edenler ise bu tür “kendiliğinden” çıkışlara kendini bozuk yapılanmasıyla iliştirmeye çalıştı ve “pasif direniş”*in önünü açarak pratik devrimciliğin önünü tıkamada büyük bir misyon üstlendi. Gezi Haziranı’nda oluşturulan “barikat direnişleri” (yerelde kalsa da Tariş direnişiyle gerçekleştirilen ve büyüyen “barikat savaşları”yla da benzerlik kurulabilir), bu oportünist ve reformist statükoculuğun bataklığına saplanmış tarzların müdahalesizliği ile, daha doğrusu bu kaçkın tarzları kendine içkin kılanların sayesinde süreğenleştirilemedi.

Bir de kendi yeniden yapılanmasını yıllar evvel geliştirip ve yenilenme ihtiyacını kendinde gören yapılarla harmanlanma şeklinde oluşturulan ve bugünlerin tahlilini o zamandan yapan bütünsellik; devrimci hareketimizin taktik zaaf ve stratejik “eskimişliği”ni gerek ideo-politik, gerekse de askeri-stratejik formasyonuyla ve dört mücadele başlığı olan Teorik Yenilenme, İdeolojik Yerelleşme, Harmanlanma ve Pratik Devrimcilik’le aşıp marksizmin –aslında devrimci hareketimizin- içinde bulunduğu krizi aşmanın yollarını işaretleyen yapılanma var.

Yani bugünden baktığımızda bu tespitle üç gidişat beliriyor. Bu üç gidişat içinde kendini yeniden gözden geçirenleri de bu harmanlamaya katarsak iki yol beliriyor: birincisi; statükoculuğun çarklarında oyalanmaktan vazgeçmeyen oportünist-reformist kendini revize etmeye çalışan solun kendi sarmalında “sivil toplumculuk”, “demokrasicilik”, vb.. oyun hamurlarında kendini var etmeye devam edeceği; ikincisi ise, statükoculuğu parçalamış, ilkesel birliktelikleri oluşturmuş, harmanlanmayı ihtiyaç hissetmiş Leninci marksizmin ışığında proleter devrimci programa sadık, parçacılıkta ısrarı reddeden 70’lerin pratik atılganlığını Yılmazkayacı pratikle bütünleştiren, devrimci tarzı yeniden tarihimize kazandıran öznenin yoludur. Bu “yol”da da gecikmişlik vardır. Ama unutulmamalıdır ki “geç kalma” kendini yeniden yapılandırmanın imkânlarını da içinde barındırmaktadır. Bu da başka bir yazının konusudur.

Ruhunu ve dirençini Bostancı direnişinden alan ve o coşkuyu pratiğe geçirmeye çalışan 2009 devrimci 1 Mayıs’ı sistemin ceberutluğu karşısında ilerleyen yıllarda olağanüstü yönelimiyle geriletilmişse; Gezi Haziranı’nın sistemin zoruna karşı “pasif direniş”te kalmakta ısrarcı olan TSH kendi güçsüzlüğüyle bu edilgenliği Gezi’nin devamındaki 1Mayıs’a, Soma’ya, Okmeydanı’na taşıdı. Yani sistemin ceberutluğuna karşı kendi devrimci zorunu alternatif kılamadı. Kılması da beklenemezdi.

Gezi Haziranı’nın karakteri itibariyle “burjuva” olması (ki aslında birikmişlik neticesinde burjuvazinin desteğini alan küçük burjuva dersek daha doğru olur) bu gerçeği değiştirmemektedir. Zaten burjuvazinin mevzi savaşı araçlarından biri olan “pasif devrim” kendiliğindenci hareketin odak noktasıdır. Oportünist reformist solun bu kanala eklemlenmesi de bu temelde, “sivil toplumu” her türlü zordan muhaf tutan bir yönelimde olmuştur. Bu durum da burjuva demokratizminin radikal” versiyonundan başka bir şey değildir. Elbette sonuç olarak “pasif devrim” direniş bağlamında kalmıştır. Ulaşacağı en uç nokta ise yine reformlarla “burjuva demokrasisi”nin gelişimine hizmettir. Bu tarzın sosyalizm mücadelesi olmayacağı gibi hedefin burjuva demokrasisini geliştirme üzerine kurulu bir programı inşa etmek olması geriletici ve taktik-stratejik bağlamında yanlış yollara sapılmasını beraberinde getirecektir. Bu ”başka sözcüklerle demokratik cumhuriyet programlı bir yığın hareketi örgütlemek demektir”(1)

“Demokratik cumhuriyet programı Kürt özgürlükçülüğünün tarif ettiği gibi sadece ulusal kültürel özerklik kapsamına sıkıştırılmış ve tarihsel içeriğinden sıyrılmış milliyetçi bir çerçeve değildir. Demokratik cumhuriyet programı geri burjuvazinin yarım bıraktığı demokratik devrim görevlerini üstlenen bir işçi-köylü, emekçi yönelimidir.”(2)

Evvela belirtmem gerekir ki kanımca Kürt özgürlükçülüğü demokratik cumhuriyet programını yukarıda belirtilen gibi “sadece milliyetçi bir çerçeve”de ele almıyor. Demokratik cumhuriyet programına içkin olan “radikal demokrasi projesi “ tasarımıyla ele alıp bunun paradigmasını kendi çıkış analizleri gerçekliğinde oluşturuyor. Elbette bu tanımlama yazının ana temasına yine aykırıdır. Ama kastedilen buysa, olguları bu temelde almak daha doğrudur.

Radikal demokrasi ise, postmarksizmin alternatif olarak önerdiği bir toplum tasarımıdır. Demokratik hak ve özgürlüklerin çoklaştırılması ekseninde politika alanı sunar. Toplumsal devrim programına başvurmaksızın “kapitalizmin dönüşümünü” olanaklı gören, sistem içinde birçok nokta eleştirilerek bu noktaların “popüler” siyasal güçle değiştirilmesi ve iyileştirilmesi yoluyla hedeflenen demokrasinin daha da gelişimi, bu temelde “demokratik cumhuriyet” programının hayata geçirilmesidir; bu program çerçevesinde var olan sistemin demokratik anlamda geliştirilerek yönetime katılma amaçlanmaktadır.

İkinci nokta ise, “… geri burjuvazinin yarım bıraktığı demokratik devrim görevlerini üstlenen…” noktası ne kadar ihtiyaçtır? Ya da yazıldığı gibi mi anlamalıyız?

Bu anlam üzerinden şekillenecektir, bu yazı…

Sosyalizm mücadelesi burjuva devletinin (hangi karaktere sahip olursa olsun) islahını değil, imhasını hedefler. Bu amaç da devrim programının tanımıyla ilişkilidir. Devrim taktik olarak yapılan kimi pratiklerden bağımsız olarak sermaye düzeninin ortadan kaldırılmasıyla, devlet aygıtını ve toplumsal dayanaklarını yıkarak ilerlemenin adıdır. Demokrasi mücadelesi ve devrim mücadelesi arasındaki bağlantı da strateji-taktik ayrımı yapılarak ortaya konur. Sosyalist demokrasi, halk demokrasisinin, radikal demokrasinin, vb stratejilerinde görüldüğü gibi burjuva demokrasisinin gelişkin bir formu ya da geliştirilmesi için bir araç; popülist çoğulculuk temelinde inşa edilmiş bir hali değildir. Demokrasinin sınırlarını, pratik etkilerini genişletecek şekilde taktiksel/taktik esneklik olarak ilerletilmesi gereken istismar alanı olarak kullanılan bir perspektiftir. Yazıda (Haziranları Devrime…) projeleştirilen “Demokratik Cumhuriyet Programı” kuşkusuz KÖH’ün paradigmasal Demokratik Cumhuriyet programından farklıdır.

Sosyalizm mücadelesinin amacı burjuva demokrasisini geliştirmek değil, aradan devrim darbesini indirmektir. Bu anlamda yaratılacak devrim “eksik gedik” de olsa burjuva demokrasisinden yeğdir. Devrimin programı, demokratik devrim-reform süreçlerine katılmak geliştirmek, desteklemek, ondan medet ummak demek değildir. Görev anti pasif devrim/direniş taktik ve stratejileri geliştirip kitleyi devrime yönlendirmektir; devrim yapmaktır. Elbette bu da “an”ın şartlarını stratejiye evriltmekle olanaklıdır.

Kitleselliğin kendiliğinden direnişe geçtiği durumlarda sermaye/egemen güçler gizli silahlarını devreye sokar, tepkiyi maniple etmeye çalışır. Genel anlamda faşizm, dünya savaşları, din ve etnik temelli iç savaşlar ile kimlik çatışmaları sermayenin yedek silahlarıdır. Çelişkileri ortaya çıkarıp, manipülasyonu bertaraf etmek öncü öznenin geliştireceği pratik-politik ve ideolojik silahlarına bağlıdır. Bu durum da oluşan bu kolektif iradenin siyasal temsilcisinin yaratılmasıyla alakalıdır.

Türkiye emperyalizme göbekten bağımlı, “az gelişmiş” kategorisine hapsolmuş ama güney ülkelerinin daha üzerinde ve kendince bunları kendine “bağımlı” kılma iddiasında olan bir konuma sahiptir. Ve kapitalizm öncesi toplumsal ve ekonomik ilişkileri bünyesinde barındıran çarpık ve geri kapitalist bir ülkedir.,

TC devletinin kuruluşu asker-sivil bürokrasinin burjuva adına iktidarı ele geçirip devleti kurması yönünde şekillenmiştir. Bünyesinde barındırdığı “kadim bezirgân orta  Anadolu sermayesi” ticaret ve tarım burjuvazisi olarak 60’lara kadar devam etmiştir. Artık DP iktidarının, oluşturulan “sanayi sermayesi” çıkarlarına ters düşmesi neticesinde ‘60 darbesine ihtiyaç duyulmuş, siyasal üst yapının tarım ve ticaret sermaye birikiminden sanayi sermaye birikimine geçişin ihtiyaçları karşılanmıştır. Bu tarihten sonra daha doğrusu öncesi tarihine kurulan ittifaka ters düşmesi durumunda gelişen ’60 darbesinden sonra “tefeci bezirgân burjuvazi” sanayi burjuvazisiyle ittifak halinde 2000’li yıllara kadar gelmiştir. Buraya gelene kadar da askeri darbelerle sermaye düzenine çeki düzen verilmiştir. Özellikle burada 24 Ocak kararlarıyla 12 Eylül faşist darbesinin iyi değerlendirmek gerekmektedir. Elbette bu darbelerin siyasal-toplumsal alanda oluşan enerjiye dönük etkisini es geçmemek gerekir.

AKP-RTE’nin devamlı olarak tarihselliğini DP ve ANAP’a dayandırması yanlış değildir. Tefeci bezirgân sermayeyi elinde tutan DP ve buna özellikle 24 Ocak kararlarız ve 12 Eylül faşist darbesinin açtığı neo liberal küresel birikimiyle yoğrulan ANAP, Finans kapitalle kodaman tefeci bezirgânlığın ilişki temellerini sağlamlaştırdı.

AKP, 2001 ekonomik kriziyle birlikte küresel entegrasyon projesiyle geliştirilen IMF-Derviş ortaklığı ardından buna da uygun bir siyasal yapılanma ihtiyacıyla ve ABD’nin yeniden yapılandırma adına yürüttüğü projeyi destekleme ve benimseme iddiasıyla ABD’nin de desteğini arkasına alarak geniş yelpazede yer alan ulusal ve uluslararası sermaye fraksiyonlarının ittifakıyla iktidara geldi.

ABD’nin küresel emperyalizm işbölümünde ve bölgede kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için “koçbaşı” olarak şekillendirdiği AKP, finans kapitalin de isteklerine tam teslimiyet gösteren, siyasal reformlarla bu istekleri “istikrarlı” bir yapıda oluşturanın da adı oluyordu. Bir yandan da kendi sermaye şekillenişini hazırlıyordu.

“istikrar” adına denetimi altına aldığı tüm kurumlarıyla hızla özelleştirmeler yapacak, sağlık-eğitim konusunda kamusal üretimleri sermayeye devredecek ve devasa bir sektör yaratacak, kentsel dönüşümle yoksul kentlerin üzerinden geçerek müteahhitlere alan açacak, ülkeyi AVM’lerle ve “port” adı altında güzellemelerle talan edecek, orman-kamusal arazi demeden satacak, piyasanın kaynağa sıkıştığı oranda kara para vb. desteğini sunacak, vs..vs.. Sermayeye daha kolay elde edeceği alanlar açılacak.. Bu güne kadar kazan+kazan ilişkisi içinde küresel güçlerin de desteğini “istikrar” adına arkasına alarak geldi. Zaman zaman frekansların tutmayışında çatışmalı bir görüntü verilse de “istikrar” adına tölere edildi.

Artık kendi iç dengelerini ve yeniden yapılanmasını gerçekleştiren AKP bu desteklere ihtiyaç olmadan kendi vizyon”unu hayata geçirmeye başlamıştır. İki sermaye arasındaki çelişkiler, Ortadoğu ‘da izlenen siyasal- ekonomik başarısızlık AKP’nin gerilediğini gösterse de iki sermaye blokundan, özellikle 17 Aralık operasyonunun da gösterdiği gibi AKP-RTE’nin baskın çıkarak yön belirlemesi ve yeni Türk burjuvazisinin daha etkin olması ve diğer etkenlerle AKP-RTE’nin siyasal hattını belirledi.

Neo-liberal-yeni muhafazakâr ittifakına dayanan AKP-RTE iktidarının siyasal kimliği açıkça otoriterliktir. Dolayısıyla burjuva demokrasisi diyebileceğimiz bir olgudan da uzaklaşmıştır. Bizim bu süreçte yapacağımız, nedenlerden daha çok sonuçlar üzerinden etkin olma adına pratik geliştirmek, devrimin programını kurmak olmalıdır.

Lenin’in “Devlet ve Devrim” katkısı da gözden kaçırılmamalıdır. Burjuva devletinin tam olarak demokratikleştirilemezliği, bu yüzden ortadan kaldırılması gerektiği bahsi önemlidir.

‘70’lerin TKP çizgisi düzen içi sol çözümlere kaymış “ulusal demokratik cephe”, “ileri demokrasi”, “anti-tekel mücadele” gibi başlıklarla sağcı bir program hayata geçirmiştir. Ve giderek hareket noktasını “ önce demokrasi, sonra sosyalizm” olarak belirginleştirmiştir.

Konu bağlamındaki tartışma ne bir sosyalist devrim ne de bir MDD veya demokratik halk devrimi tartışmasıdır. Özellikle günümüz konjonktüründe bu tür tartışmalar oldukça gerekliliğini yitirmiş öznel tartışmalardır. Ülkenin yasal karakteri ve coğrafi, jeopolitik konumunun ön plana çıkardığı yapısallığı elbette bir devrim modeli tarifi yapmaya ihtiyaç duyar hale getirir. Bu ihtiyaç da tarihsel gelişimine üretici güçler dengesine, ekonomik-sosyal konumuna, toplumsal formasyonuna göre ülkeye özgü bir devrim tarifi ortaya çıkarmıştır. Bu anlamda zaten kaynaklarımız ve kolektif bilinç gerekli stratejik tespitleri yapmaktadır.

Burada önemli olan bir nokta stratejik hedefe gidişte taktiksel yönelimlerin veya taktik esnekliğin stratejiye hizmet etmesi noktasıdır. Strateji aleyhine “demokratik taktik” lehine çubuk bükme, burjuva demokrasiciliği ile müttefiklik ilişkisine girme “sosyalizm programımızın tarihsel bir silahını” elinden almak, taktik gereği stratejik hedefimizi karartmak ve devrim programında şüphe yaratmaya kadar gidebilecek bir noktadır. Stratejik merkezden kopuk bir taktik esneklik, devrimci pratiğin tasfiyesini beraberinde getirir. Burada hemen şu soruyu sormak gerekmektedir: Burjuvazinin yarım bıraktığı demokratik devrim görevlerini (3) üstlenmek stratejinin taktiğe eritilmesi değil midir?

***

Gezi Haziranı proleter kimlikli bir ayaklanma değildir. Doktorlardan mühendislere, sanatçılardan gazetecilere, öğrencilerden genç işçilere modern toplumun küçük burjuvazisi AKP/RTE iktidarına karşı uluslararası ve yerel büyük burjuvazinin tanıdığı meşruiyet içerisinde, onlarca yılın biriktirilmişliği ve yarattığı öfke birikimiyle Gezi alanlarına aktı. Tam da tarif edildiği gibi (kentli, laik, eğitimli, modernist kesimlerin ideolojik, siyasal başkaldırısıydı) genel kitlenin iktidara karşı tahammül sınırının aşılıp açığa vuran itiraz üzerine şekillenmişti. Bu kalkışı salt iktidar-hükümet karşıtlığından çıkaracak ve siyasal ayaklanmayla taçlandıracak siyasal önderlik ihtiyacı belirginleşmişti.

Arap baharı denen ve sonbaharını yaşayıp kışa evrilen K. Afrika ve Ortadoğu’nun birçok bölgesini saran genel ayaklanmaların karakteri de bir proleter kimlik taşımıyordu. Siyasal önderlik yokluğu kendiliğinden ayaklanmayı doğal olarak diyalektik seyri halinde en fazla reform düzeyine getirebilir. (Aydınlanmacı-ilerlemeci mantık işçi sınıfının olgunlaşmamasına bağlayabilir siyasal önderliğin yokluğunu. Zira onlar açısından işçi sınıfının başat rolü, burjuva devrimi ve modern sanayinin gelişimiyle belirginleşir. İşçiler şalteri indirir ve ertesi güne halk devrime uyanmış olur(!)).

Ayaklanmanın içinde genç işçilerin, öğretmenlerin, doktorların vb. emekçi kesimin olması ayaklanmaya proleter bir kimlik biçmez. Fakat siyasal önderlik misyonu yüklenen öncü devrimci örgüt tam da proleter öncülüğü, proleter devrimcilik saikiyle kitleyi siyasal başkaldırışına yönlendirir. Sınıf bilinçli bir kalkışma proleter devrimciliğin bilimsel ve ideolojik bir muhtevada hareket etmesini sağlar. Proletaryanın somut olarak yokluğu veya varlık gösterememesi bu sınıf ideolojisini boşa çıkarmaz. Aksine kitleyi bu bilinçle siyasal teşhirler neticesinde ayakları yere sağlam basan bir başkaldırıyı hazırlar ve proletaryanın toplumsal dönüşümü sağlamada müttefik gücünü yaratır. Proletaryanın yokluğu da kitlenin karakter yapısına siyasal önderliği tabi kılmaz; proleter devrimci bir siyasal önderliğe kitleyi tabi kılar. Elbette bu bilinç ve ideolojiyle şekil almış, “madde ile bilinci” bütünleştirmiş siyasal önderlik için geçerlidir.

***

“Marksist sınıf teorisi” bahsinde yazıda geçenler bilimsel olarak doğrudur. Bu anlamda “oportünistler, modern küçük burjuvaziyi, özellikle hizmet sektörü çalışanlarını, yeni sınıf olarak tanımlayan Avrupa merkezli post modern sınıf teorileri üzerinden Gezi Haziranı’na proleter bir kimlik vermede zaman yitirmedi.”(4) Oportünistler kendi sınıf karakterine göre böyle pozisyon alır. Bu doğru tespiti “marksist sınıf teorisi ile açıklamak yerindedir. Fakat bu açıklama “dar” sınıf bakışını beraberinde getirmiştir.

Günümüzde yaygın bir söylentidir “orta sınıf”ın kademe olarak düşüşü. Weberci yaklaşımla “sınıfı tüketim ilişkileri üzerinden” tanımlayan bu yaklaşım üniversite mezunu, banka görevlisi, vb.. görece yüksek ücretli, ağırlık olarak da hizmet sektöründe beyaz yakalı diye tabir edilen mühendis, avukat, doktor, yönetici, vb.. kesimin işçi sınıfı içerisinden ayırarak kategorileştirir. Bu ne yeni bir sınıf tanımıdır ne de sınıftan ayrı tutulabilecek bir klasmandır. Hizmet sektörünün toplumsal gelişimle ve kapitalizmin gelişimiyle beraber emek-sermaye çelişkisine eklenimi işçi sınıfının/proletaryanın salt sanayi işçisinden ibaret olmadığını göstermektedir. Görece yüksek ücret alması, içinde bulunduğu çelişkiyi, karşıtlığı ortadan kaldırmayacaktır. Emeğiyle edindiği mülk ise onun ancak geçim araçlarına sahip olma seviyesini belirler.

Proletarya tanımı bugün oldukça gelişmiş ve alt kategorilerini oluşturmuştur. Sınıf sadece “artı değer üzerinden açıklamak sosyolojik olarak da, marksizmin sınıf teorisi olarak da yetersizdir. Bu anlamda “dolaysızca artı değer üretimi sürecinin içinde bulunmayan ücretli çalışanları bizzat işçi sınıfı üyesi olarak değerlendirmek mümkün” (5)dür.

Artı değeri kim üretir? Modern sanayi işçisi.. işçi sınıfının salt modern sanayi işçisinden oluştuğu bir yanılsamadır. İşçi sınıfı salt maddi meta üretimi –yani kol emeği- kategorisinde değerlendirilemez. Marx, “maddi nesneler üretimin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerine emek harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretmen fabrikasına yatırmış olması hiçbir şey değiştirmez” (6) der.

Yani ister maddi üretimiyle ister diğer şekliyle emeğini satanlar işçi olarak tanımlanır. Ağır sanayiden hizmet sektörüne, enformel sektör çalışmalarından AVM çalışanlarına, çağrı merkezi çalışanlarından tersane çalışanlarına, tekstil atölyelerinden mevsimlik ve inşaat işçilerine, vb.. daha da geniş bir yelpazeye sahip sınıf içi katmanların bugün sistem ile çelişkileri had safhaya çıkmıştır. Mesela hamallar ve şoförler “nakliyat esnafı” mıdır? Tüketim alışkanlıklarında hayat tarzlarında vb farklılık aramak ancak burjuva sosyal bilimlerin işidir. Önemli olan kaygıları güvencesizlik ve geleceksiz olan bu katmanları işçi sınıfının kategorisine sokmak ve bir parçası haline getirmektir.  Sömürücüyle olan ilişki biçimleri (sosyolojik vb..) bu katmanlara gidilecek programlarla belirlenebilir.

Kapitalizmin neo-liberal saldırıları karşısında işçi hareketinin gerek örgütlenme ve mücadele biçimleri gerekse de algısı yeni gelişen bu sürece ayak uyduramamaktadır. Bunun için siyasal-ideolojik bir işçi hareketinin yaratılmasının bir gereği olarak öncelikle işçi sınıfının kapsamını ve bileşimini açığa çıkaracak girdilerle süreci ele almak gereklidir. Bunu yaparken de “gerici-ilerici” ayrımlarının, “sünni Türk”, “alevi”, vb kültürel kimlik ve inançsal ayrımlardan kaçınılmalıdır. Kimliksel ve kültürel saiklerle kitleye yöneliş ve bu yönlü belirleme yine programın içinde yer alan bu alana özgü çelişkilerle açıklanabilir.

Proletaryanın devrimci potansiyeli konusunda batı marksizmi tarafından aşılanan umutsuzluk, sınıftan kaçışla beraber “yeni toplumsal hareketler” biçiminde alternatif sınıf biçimi yaratmıştır. Proletaryanın tarihsel rolünü başka biçimlerle yayma anlayışı kapitalist devleti “demokratikleştirme”, “halkçı” yaklaşımlarla sosyalizme “barışçı ve demokratik” geçişin sağlaması yollarını önüne koymuştur. Başka bir deyişle “halk ittifaklarıyla” sosyalizme demokratik yollardan varılması…

Bir başka yaygın algı ise marksizmi ve onun felsefesini salt bir iktisat teorisi olarak algılanması sonucu gelişen anlayıştır. Verili alanda proletaryanın sadece ekonomik çıkarları doğrultusundaki hareketi yeterli görerek sınıfın önünün tıkanmasını getiren, salt işçi hareketi ile iktisadi savaşım içerisine giren, kendiliğinden gelişen iktisadi harekete boyun eğip toplumsal yığınların gelişimini yadsıyarak “ekonomik savaşım” kavramı neticesinde şekillenmiştir.

***

Evet, “…toplumsal yayılım itibariyle Gezi Haziranı genişliğinde ama sınıfsal karakteri itibariyle Gezi’ye baskın, yani proleter karakterli yeni bir halk muhalefetini, devrimci halk hareketini örgütlememizin önü açılmış durumdadır.” (7) Bu anlamda forum hareketlerine biçilen misyon kayda değerdir. Ve yaygınlaştırılarak yerelliklerden merkezileştirilmesi sağlanmalıdır. Gezi Haziranı beraberinde birçok “küçükburjuva” diyebileceğimiz oluşumları açığa çıkardı. Siyasal forumlardan, sosyal forumlara kadar küçük çapta oluşumlar, devrimci muhalefetin bir parçası halin getirmek, karakter olarak sınıfsallıktan uzaklaşmış bu oluşumları sınıf hareketinin mevzilerine sokmak ve siyasal başkaldırıda yer almalarını sağlamak Gezi’nin boşluğunu tamamlamak veya Gezi’nin küçük burjuva karakterini devrimci karaktere büründürmek için şarttır.

Ama tüm bu olguları gerçek kılabilmek için “demokratik cumhuriyetçi bir programı iktidar kılabilmek” (8) ve burjuva demokratik devrimini tamamlamak neden gereklidir? Ya da burjuva demokratizminin radikal bir versiyonu mu ön plana çıkarılmaktadır? Ki bu da post marksizme içkindir.

“..Marx’ın devrim kavramı sadece kapitalizme uygulanır bir kavram mıdır? Yani marksizm bütün insanlık tarihini açıklayabilen bir büyük teori değil de, kapitalizme ait bir ekonomi politik ve ondan çıkışa ait bir politik teori midir? Elbette böyle değildir ama marksist toplumsal dönüşüm kavramını ve onun merkezindeki üretici güçler kapsamını klasik kapitalizmin sağladığı bir bakışla kavrarsanız geleceğiniz nokta burası olur” (9)

Tarih boyunca burjuvazinin en büyük başarısı, kendi politik çıkarlarını halkın genelinin politik çıkarları gibi göstermesi olmuştur. Var olan kavga egemenlik düzeninin nasıl sürdürüleceğinin kavgasıdır. Burada devrimcilere düşen görev halkın politik çıkarlarını devrim programının çıkarlarına dönüştürecek taktikleri geliştirmektir. Ve ana stratejik hedefe yönelimde/gidişte değerlendirmek ve örgütlemek olmalıdır. Bu anlamda HDK-P süreci demokratik alanda önemli pozisyonda durmaktadır.

Bilindiği üzere TDH çok uzunca bir süredir kendi çizgiselliğini ülke siyasetini işleme iradesini ve gücünü geliştirememiş ve bu bin çok olguyu beraberinde getirmiştir. HDK-P içinde yer alan Türkiye siyasetine ait yapıların da gerçekliği budur. Bu karaktere “devrim cephesi”, vb. tanımları katmak gerçekliği değiştirmez ve gittikçe daha çok düzen içine saplanmayı beraberinde getirir. Nesnel gerçeklik görülerek tanımlamalar doğru yapıldığı müddetçe ileriye doğru sağlam adımlar atılabilir. Bu anlamda Devrimci Cephe sitesinde yayınlanan HDK-P yazısı ve geçmiş külliyat çok önemli ve yol gösterici perspektif sunmaktadır. Bu oluşumun tehlikesi halen daha iradesini ve gücünü ülke siyasetine işletememe tehlikesidir. Bu böyle olduğu müddetçe düzen içine kayma kaçınılmaz olur ve “devrim cephesi” vb. tanımlamalar bunu kurtarmaya yetmez.

***

Kapitalist sömürü ilişkileri (ekonomik-zor) ile bunun yoğunlaşmış ve kristalize olmuş bir biçimi olan kapitalist devleti (siyasal zor) ortadan kaldırmak yerine şiddeti tahammül edilebilir sınırlar içinde tutmayı öngören bir siyaset kendini ne diye tanımlarsa tanımlasın devrimci olmayıp reformisttir., Oportünizm bunu hayata geçirmek için uğraşmaktadır. Onlar için hükümet ile halk arasındaki çelişkilerin demokrasi yoluyla giderilmesi kâfidir. Türkiye devrimci siyaseti legalinden illegaline buraya kaymaya başlamıştır. Bu yüzdendir ki gelişen toplumsal gerilimler kapitalizmin vahşi sömürü ve yağma mekanizmalarından kaynaklandığı halde sosyal ve siyasal çatışmalar sınıf karakterine bürünememektedir. Tepkiyi, sermaye düzeni yerine sadece hükümet karşıtlığıyla ve bir kısım devlet yöneticilerine yöneltenler, bu durumdan başarı sağladıkları takdirde özgürleşeceklerini sanmaktadırlar. (Bunun panzehri bizleriz, harekettir. Devrimin karargâhını zulmün her noktasında kurmaya çalışanlardır) Devrimci siyaseti sınıf mücadelesinden yalıtan bu anlayış işçi sınıfının bu siyasetin gerçek ilerici öznel olarak boy göstermesinin de önüne geçmektedir.

Bu nasıl olmaktadır?

Türkiye işçi sınıfının “kendi içinde sınıf” durumundan “kendisi için sınıf” durumluna ekonomik-sendikalist çıkarlarından siyasal çıkarlarına, ücret mücadelesinden sınıf mücadelesine geçişi sağlayamamayı birinci neden olarak görürsek; ikincisi de işçi sınıfının öncü gibi düşünmek zorunda olması gerektiği yanılgısına girmekle açıklanabilir. Bu yanılsamanın perçinlediği nokta ise işçi sınıfına inanç ve kültürel aidiyetler üzerinden bakmaktır. Ve bunun getireceği nokta ise AKP’nin neden özellikle ekonomik ve sosyal programıyla işçi sınıfının hayatına müdahale ettiği bölgelerde sandıktan yüksek oyla çıkması noktasındaki açıklamadaki başarısızlıktır.

“Burjuvazi yalnızca zorla tutmaz, belki yığınların göreneklerine bağlılığı, cesaretsizliği ve bitkinliği, bilinç, örgüt yokluğuyla da tutunur.” (Lenin)

Soma’daki “kara proletarya” maden katliamına, taşeronlaştırmalara, özelleştirmelere vb.. işçinin çıkarına olmayan olgulara ve ağır bedeller ödemesine rağmen “emek-sermaye” çelişkisini (elbette salt bu çelişkiyle değerlendirilemez) atlayıp dini duygular dolayımıyla AKP sandıklarına yönelmesi o kitlenin “gericiliği”ni değil, sınıf bilinci taşıyacak olan öncü “keşif kolu”nun yokluğunun kanıtıdır.

Soma ve benzer yerlerdeki benzer durumda olan, kısaca Anadolu yoksulları, kent yoksulları “gerici” olurken (verdikleri oyun rengine göre) CHP’ye oy veren kitlelerin ikircikle atfedilmesi statükoculuktan kopuşamamış aydınlanmacı, Kemalist-laisist, küçük burjuva modern kesimin “burjuva sosyalizmi”nin öne süreceği bir tezdir. İşçi sınıfının çıkarları nedeniyle siyaset belirleyememesi ve bu nedenden ötürü mevcut iktidarla kurulan ilişkiler dolayımıyla gericilik atfedilmesi yanlıştır, geriye düşüştür. “Kara proletarya”nın kent yoksullarının “devlet dini” ile kuşatılmış olması nedeniyle bu kesime gerici tespiti yapmak ne kadar doğru ve gerçekçidir? Mevcut iktidara bu şekilde bağlanılması ancak ve ancak öncü öznenin yokluğu ve üretimsizliği ile alakalı bir durumdur.

Sistemin cumhuriyet tarihi boyunca halkın üzerinde çok iyi işlediği “devlet baba” geleneğinin yaratılmasıdır. Bunun sonucu “tevekkülün isyana tercihi”dir. Türk işçisinin yaratılmasında milliyetçilik kullanılarak “ulusal” çıkarlar uğruna işçileri etnik ve dinsel düzeyde birbirine kırdırdı. Bugün de benzeri politikalar sistem tarafından işçileri ve ezilenleri inançsal ve etnik farklılıkla birbirine düşürmeye çalışıyor. Kısaca toplum kutuplaştırılıyor. Evet, kutuplaşmadan korkulmamalıdır. Sonu “iç savaşa” varsa dahi bu kaostan devrimsel çıkışın yollarını siyasal öncü önderlik bulup çıkarır. Külliyatımız bu çabayı harcayanlara aittir.

Yazının da özünü oluşturan işçi sınıfının/proletaryanın sistem karşısına dikilmesi bilinç+ eylem taşıyıcılığıyla olabilir. Bu bilinç de asıl olarak “gerici” bir düzlemde değerlendirilen proletarya için geçerlidir. “Kara proletarya”nın kentli modernlerle kapsanabileceği şeklindeki bir önerme proleter devrimcilikten “halkçılık” pozisyonunda bir geri düşüşü getirir. Burada “halkçılık” tanımını oportünistlerden ayrı tanımlamak bu gerçeği değiştirmez. Diyalektik bir mücadele tarzı olarak “halkçılık” nedir? Leninci marksizmin özü proleter devrimciliktir. Köylü ve küçük burjuvazi proletaryanın çevresinde zaman zaman niteliği değişen bir yedek güçtür. Niteliği müttefikliğini belirler.

Toplumun küçük burjuva diye nitelenen kesimlerini örgütlenecek kitle olarak görüp kara proletaryayı ikinci plana itmek, bunu onların “gericiliği”ne bağlamak kemalizmle soslanmış küçük burjuva devrimciliğini doğurur ve aynı zamanda ideolojik yerelleşme hedefini dıştalar ve aydınlanmacı çizgide hareket edildiğini gösterir. Bu düşünceye göre “islamın” her biçimi genel bir “din” başlığı altında değerlendirilip, bunların sınıf mücadelesindeki pozisyon farklılıkları gözden kaçırılmış olunur. Egemenin islamı ile halkın islamı aynı kategoride değerlendirilebilecek bir olgu değildir.

Elbette öncü örgüt “işçi partisi” değildir, olmamalıdır. Bu yolda hareket edemez. Geniş yığınları kapsama yeterliğini gösteren, bu bileşkeleri proletaryanın müttefiki kılabilen “devrim partisi”dir. Kapitalizm ve organları Leninist deyişle “nerede zulüm ekip kin biçer”se devrimciler orada olmalıdır.

“Öncünün devrimci eylemi ‘kendisi için sınıf’ bilincine dönüştürücü katkılar üzerinden sınıfı-kitleyi ayaklanmaya taşıyacak zorunlu bir öncülük tarzıdır. (…) Eylemin kendisi yığının egemenleriyle arasındaki hegemonik duvarları yıkan, onların sosyal varlıklarına içkin ama toplum-tarihsel kurgularla baskı altında tutulan kolektif aksiyon zembereğini boşaltmaya yarayan kendisi için varlık-sınıf olma düzeyine sıçratan bir bilinç taşıma işlemidir” (10)

Üzerinde yaşadığımız toprakların güncel ve tarihsel gerçekliği göz ardı edilemez. İdeolojik yerelleşme bahsinde geliştirilen de bu gerçeğin kavranmasıdır.

***

Türkiye’de proletarya 1905’i mi yoksa 1917’yi mi yaşamalıdır?

Eğer bir benzetme yapılacaksa elbette 1917’yi yaşayacaktır. Ara uğraklara başvurmadan “demokrasi”yi (burjuva demokrasisini) atlayarak devrime ulaşmak mümkündür.

Ekim devrimi, bağrında eski yaşanmış deneyimleri var ederek ve diyalektik seyrini bilimsel olarak analiz ederek gerçekleşmiştir. 1848 devrimleri, Paris Komünü ve 1905’e evrilen bir sürecin sonucudur, Ekim devrimi..  Sovyet özelinde 1905 ve Şubat geçişli Ekim devrimi yalnızca Rus devriminin değil, bu ara uğraklardan yararlanmasını bilen bütün dünya işçi ve emekçilerinin de değerlerini içeriyordu. Özcesi bu ara uğraklardan alınan dersler bütün dünya proletaryası için bir “prova”ydı. Türkiye proletaryası da bu provaları önüne alıp deneyimlerden dersler çıkararak ara uğraklara ihtiyaç kalmadan devrimi zafere ulaştıracaktır (11)

 “Kimya bilimi öğrenenler (…) en son bilim yöntemlerine göre hareket ederler.”

Sonuç olarak ara uğraklara başvurmaksızın “atlama” gerçekleştirilmezse nerede kalır marksizmin diyalektik materyalist felsefesi.. Aydınlanmacı-ilerlemeci mantık marksizmin özüne işte bu yüzden terstir.

“Haziranı Devrime Evriltmenin Taktik Gerekleri” yazısı önemli nüanslar sunmaktadır. Türkiye devrimci siyasetine taktik ileri sıçrayışları geliştirecek önermeler hayranlık vericidir. Yazı çok iyi irdelendiğinde “Demokratik Cumhuriyet Programı” legal alan siyasetinde açığa çıkan dinamik güçleri bu program ekseninde bütünleştirmek olarak beliriyor. Fakat bir çelişki olarak da ortaya çıkan “burjuvazinin yarım bıraktığı demokratik devrim görevleri..” eksenindeki belirlemedir. Taktik gereklilik derken aslında yazı bütünlüğüyle stratejik gereklilik olarak belirginleşiyor. Hâlbuki belirmesi gereken stratejiyi açık alandan besleyecek bir “taktik gereklilik” esnekliğidir. Bunu yaparken de kullanılan kavramlarda özenli olmak gerekmektedir.

Ağustos 2014

Fatih Aydın

(*) Kavram olarak Pasif Devrimi tarif eder. Kitlesel dinamizmi soğurup devrim tehlikesini bertaraf etmede son derece etkili olan bu tanım burjuvazinin başlıca mevzi savaşlarından biridir.

1-     Devrimci Cephe, Editorya, “Haziranları Devrime Evriltmenin Taktik Gerekleri”, Haziran 2014

2-     D. Cephe, Editorya, age..

3-     (3) Devrimci Cephe, Editorya, age..

4-     (4) Devrimci Cephe, Editorya, age..

5-     (5) D. Cephe, Editorya, age..

6-     (6) K. Marx, Kapital Cilt1, s484, 9 baskı, 2009, sol yay.

7-     (7) D. Cephe, age..

8-     (8) D. Cephe, age..

9-     (9) “Yeni Bir Çıkışın Eşiğinde..”

10-   (10) “Türkiyeli Bir Devrim İçin Ne Yapmalı”

11-   (11) Dr.  Hikmet Kıvılcımlı, Yol 1, Bibliyotak Yayınları

Önceki İçerikHBDH: ”Gümüşhane’de 6 rütbeli asker öldürüldü. Hatay’da Askeri Birlik vuruldu”…
Sonraki İçerik‘Rojava devrimi kadın ile özdeşleşen kalıpları parçaladı’