‘‘Eğer bir toplumda, devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa, ama bu toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç yoksa o toplum için için çürümeye başlar…‘‘ (Lenin)
Bugün Türkiye’de artık yönetenler yönetemez, yönetilenlerde bu şekilde yönetilmek istememektedir.
Ülkede darbe ve karşı darbe derken faşist diktatör Erdoğan yeniden yapılanma için, kendisi için her türlü koşul ve olanakları yaratma çabasında. Tüm yasa ve parlamentoyu bir kenara iten OHAL ve kararnamelerle ülkeyi kendisi yönetiyor. Ama tüm iktidar elinde olmasına rağmen korku ve panik sürüyor.
Kendi diktasını oturtmak, tıkanan 92 yıllık cumhuriyeti şeriatçı bir kafa yapısıyla yeniden yapılandırmayı, faşist bir politikayla ele aldı. Faşizmin temel bir kuralı olan tekçilik temel yaklaşımı oldu. Bunu yaparken toplumun en dinamik kesimi olan öncelikle Kürtleri, azınlıkları ve devrimcileri kendisine düşman seçti. Şehirleri yaktı yıktı, her türlü zulüm uyguladı, yetmedi her parçada ve özelliklede Rojava’yı yok etmeyi kendisinin önüne temel hedef olarak koydu. Halkın iradesi derken seçilmişleri tutukladı, halkın seçtiği belediyeleri seçimle alamayacağını çok iyi bildiğinden darbe yoluyla gasp etti.
Bir yandan ülkeyi cehenneme çevirdi, katliamlar, soykırım operasyonları, diğer yandan Suriye’ye girerek bölgesel savaşın adımlarını attı. Ama oda olmadı Suriye müdahalesi ve oradaki çeteleriyle yürüttüğü savaşta onu kurtaran olmaktan çok iyice batağa sürükledi.
Yalancı pehlivan misali yalan demagojiyle çok zayıf olmasına rağmen kendisini güçlü gösterme çabasında. Kendisi gibi Suriye’ye savaş açmış olan herkes Suriye’den kaçışırken o yine esip gürlüyor: Suriye’ye Esad’ın hükümranlığını bitirmek için girdik! Devamında “yakında Şam’a ilerleyeceğiz” diyor ama Putin’in önünde diz çökmekten de geri kalmıyor.
Suriye’de 1 milyon insanın “Esad tarafından öldürüldüğünü” yalanını söylerken kendi günahlarını gizleme derdinde. Çetelere verdiği kimyasal silah, lojistik destek ve bizzat çeteleri yöneten, Rojava, Şengal’e saldırmalarını emreden kendisi olduğunu herkes çok iyi biliyor. Şimdide bir yanda Suriye’de çetelerini kurtarma derdinde, çünkü onlara daha çok ihtiyacı var. Bunun için Halep’te siviler edebiyatı ve yardım çığlıkları atıyor, bunu yaparken siviller zerre kadar umurunda değil onun tek derdi çetelerini kurtarmak. Halep için sokaklara çıkan yandaşları Alevi düşmanlıklarını, Alevilere karşı nefretlerini ortaya koyuyorlar. Taşıdıkları pankartlarda bunu seslendirmekte çekinmiyorlar ve orda getirdiği çeteleri Alevi yerleşim bölgelerine yerleştirerek gelecekteki adımlarının işaretlerini veriyor.
Özelde Kürdistan’a genelde devrimcilere, ezilen sömürülen, muhalif herkese karşı başlattığı savaşta katliam tutuklama ve tüm işkencelerin rağmen başarılı olamıyor. Bunu elde edemediği gibi ülke her geçen gün daha bir karmaşaya çıkmaza doğru hızla sürükleniyor.
Bunun içindir ki diktatör bozuntusu saltanatını ve çürüyen sistemi kurtarmak için seferberlik ilan ediyor, yaverleri boş durur mu; Dışişleri Bakanı da devrimci mücadeleye destek verenleri vatandaşlıktan atmakla tehdit ediyor.
Hâlbuki onlarda çok iyi biliyor ki bizler bu tehditleri yeni duymuyor, ya da yaşamıyoruz. Bugüne kadar kendiside ağababaları da çok denedi, çok savurdular bu tehditleri. Ama anlaşılan kumarbaz, taklitçileri tehdit ve blöf yapmayı bir türlü elden bırakmıyorlar. Bir gün esip gürlüyor hemen ertesi gün büyük bir yüzsüzlükle tam tersi hemen çark ediyor. Kendileri gibi politikalarının da bir ahlakı, ilkesi, kuralı yok. Tek ilkeleri hırsızlık, katillik…
Bu hırsla öyle bir hale gelmişler ki düşmansız yaşayamaz, düşmansız edemezler. Onları tek yaşatan var eden kendilerine sürekli düşmanlar üretmek, düşmanla yatıp kalkmaktır. Bunun içinde halklarımızı bir birine kırdırma, düşman etme bunların en büyük dayanaklarıdır.
Darbe girişiminden kısa süre sonra bakanlar kurulu kararıyla olağanüstü hal (OHAL) uygulamasına geçildiğini duyuran hükümet, OHAL’i üç ay daha uzatmış, bir üç ay daha uzatılabileceği de gündeme getirilmişti. Buda yetmiyor, Erdoğan ‘milli seferberlik’ diyor.
Yasalarda seferberlik şöyle tanımlanıyor; “Devletin tüm güç ve kaynaklarının, başta askeri güç olmak üzere, savaşın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde hazırlanması, toplanması, tertiplenmesi ve kullanılmasına ilişkin bütün faaliyetlerin uygulandığı; hak ve hürriyetlerin kanunlarla kısmen veya tamamen sınırlandırıldığı haldir.”
Ülkemizde seferberlik cumhuriyetin kuruluşundan sonra 2’inci Dünya Savaşı sırasında ilan edilmişti.
Erdoğan her fırsatta savunmada kalmayacağını duyuruyor. Milli seferberlik ilan ediyorum dedi. Sanki bugüne kadar halklarımıza karşı yürüttüğü başka şeydi. Sürekli saldıran kendisi, her türlü hak ve özgürlüğü kısıtlayan yok eden başkası sanki…
İşte bundan dolayı cihatçı örgütlerin ve militanların dahi yenilgilerini kabul ettikleri ve Suriye devletine teslim oldukları bir ortamda, sivil edebiyatıyla onları kurtarma derdinde.
Su çok açık bir gerçeklik, Türkiye devleti yaşadığı tıkanıklığı yeni yapılanmayla aşma çabasını rotası belli: faşist kafa yapısı, katliam, zulüm, baskı üzerinedir.
Bir yanda uluslar arası sıkışmışlık, bir yanda ülkedeki ekonomik siyasal kriz korkularını iyice büyütmüş. Bunu tek başına Erdoğan’nın hırsı vb ile açıklamak mümkün değil, mümkün olmadığı gibi gerçeklikte bu değil. Ülkede ki hâkim sınıfları, oligarşinin bu politikanın bir parçası ve destekçisi olduğudur. Yeni Osmanlıcılık hayali salt Erdoğan’nın hayali değil Türkiye oligarşisinin hayali aynı zamanda.
Bizler açısından süreç giderek daha karmaşıklaşıyor ve çetinleşiyor. Bu sürecin gerek ülkemiz gerekse de bölge halkları açısından Suriye’de olduğu gibi daha büyük yıkımlara doğru gittiği açık ortada. Ama bizlerin veya muhalif dediğimiz kesimler bunu ne kadar bilince çıkardığı ise soru işareti olmaktan öte açık ortada. Sinmişlik, suskunluk, ufak tefek açıklamalarla günü kurtarma çabaları. Kürdistan’da yaşanan savaş ve orada uygulanan zulüm karsısında Kürt özgürlükçüleriyle daha sıkı bir birlikteliğe gitme yerine her fırsatta sistemin ağzıyla oraya saldırmak. Bu yaklaşımla bırakın diktatörlüğü yıkmayı burjuva anlamada ciddi bir muhalefet olmak bile söz konusu olamaz.
Artik çok daha net ve açık durmak gerek, yok hele eski söylem ve eskisi gibi duruluyor, davranılıyorsa burada ciddi bir samimiyet sorunu var demektir. Sisteme karşıtlık adı altında sistem içine hapsolup kalmak, onun şemsiyesi altında yaşama çabası, kendine yer edinen çabasıdır.
‘‘Eğer bir toplumda, devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa, ama bu toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç yoksa o toplum için için çürümeye başlar…‘‘ (Lenin)
Ya kazanacağız, toplumu değiştirme, dönüştürme becerisini göstereceğiz, ya da Leninin’de ifade ettiği gibi hep birlikte büyük bir çürümenin içine sürükleneceğiz. Bunu başaramadığımız noktada sadece çürüyen değil geleceğin lanetlileri olacağımız kesin. Ama bunu söylemek yetmiyor, gelecek zaten herkesi hak ettiği yere oturtacak ya lanetleyecek, ya da hak ettiği onur yerini verecektir. Ama halklarımıza karşı sorumluluk duymak ve insan olmanın vicdanıyla bunun arkasına saklanamayız. Onun içindir ki benleri bir yana bırakıp savaş düzeninde tek cephede, yan yana mevzilenmek zorundayız. Ayrılıklarımızı değil, aynılıklarımızı öne çıkarıp bu faşist diktayı hak ettiği çöplüğe yollamak olmalıdır.
Bu konuda sorumluk tek tek hepimizindir, bu sorumluğu salt örgütlere örgüt önderliklerine yüklemekte sorundan kaçıştır. Tek tek her birimiz bu konuda dayatıcı ve inisiyatif alan, inisiyatif koyan olmak zorundayız.
Tarihsel ve siyasal anlamda haklı olan biziz, halklarımızın kardeşçe, özgür bir birliktelik temelinde, birlikte yaşama taleplerini yerine getirecek olan bizleriz.
Tarihin bizlere öğrettiği gibi, zalimlerin yıkılmaz olan hiç bir saltanatı yoktur, olmamıştır da. Dün ezilenler, baldırı çıplaklar denenlerin nasıl onları yerle bir ettiyse, bugün yaşadığımız coğrafyada bu tarihsel sorumluk bizlerin omuzlarındadır.
Başarmalıyız, başaracağız, biz kazanacağız!.. Yeter ki tek tek, birey olarak, kurum olarak, insani ve siyasal sorumluğumuzdan kaçınmayalım…
Faşist Erdoğan en üst perdeden tehditler savuruyor. Biz de diyoruz ki; ‘’Yürü be hızır paşa, senin de çarkın kırılır… Ferman padişahınsa dağlar bizimdir’’ , demeyeceğiz. Bu ülke dağlarıyla, sokaklarıyla, meydanlarıyla bizimdir, bizimle özgürleşecek…
Şemdin Şimşir
16 Aralık 2016