Devrimcilik Örgütlü Olmaktır…

Devrimciliğin zor bir “meslek” ve zor olduğu kadar da onurlu bir meslek olduğu, daha önce de defalarca vurguladığımız bir olgu. Ancak bunlar tek başına devrimciliğin tanımı değildir ve kimse de “zor” ve “onur” kavramları etrafında bir devrimcilik tanımı yapamaz. Burada amaç dört dörtlük bir devrimcilik tanımı yapmak ve herkesi bu tanımın taşıdığı ölçütleri taşıyıp taşımadığına göre sınıflandırmak değil elbette.

Çok genel bir bağlamda, günümüz devrimciliğinin emperyalist-kapitalist sömürü sistemini (yani “eskiyeni-çürüyeni”) yıkmayı ve bu yıkılanın yerine komünist toplumu hedefler tarzda, sosyalist ilişkilerin inşasını (yani “yeni”yi, “geleceği” kurmayı) hedeflediği söylenebilir. Tarih, bu genel anlamıyla ezilenlerin gerçekleştirdiği devrimlerle bir oya gibi işlenmiştir. Buradan, bu çok genel tanımdan yola çıktığımızda, daha ilk adımlarda devrimciliğin zorluğu kendini gösterir. Zorluk öncelikle şu sorularda ortaya çıkar: Yıkılması gereken “eski” nedir, ne kadar tanıyor-biliyoruz ve nasıl yıkılacaktır; ikincisi ise kurulması hedeflenen “yeni” nedir, kafamızda biçimlendirdiğimiz bu “gelecek” yaşamla, somutla ne derece uyum içindedir?

Bu noktada: Birincisi, kapitalist-emperyalist sistemi ve onun bir parçası olan ülkemizdeki egemen yapıyı ekonomik ilişkileriyle, siyasi-sosyal biçimlenişiyle asgari ölçüde bilmek-tanımak konunun önemli ve olmazsa olmaz bir yanıdır.

İkincisi, bu düzen nasıl yıkılacaktır sorusunun cevabı kafamızda net olmakla kalmamalı bu netlik pratik bir faaliyet olarak kendini göstermelidir. Yıkılır mı yıkılmaz mı ikilemini küçük burjuvaziye bırakıp, hedeflerin, yöntem ve araçların belirlendiği bir programın yaşama geçirilmesinde yer almak gerekiyor.

Üçüncü olarak da, kurmayı hedeflediğimiz toplumsal ilişkilerin tarihsel tecrübeler ve ilkeler ışığında ekonomik-siyasi-sosyal yönleriyle bir model, bir bilinç olarak biçimlendirilmesi ve bu doğrultuda bir yaşam tarzının oluşturulması da devrimciliğin önemli ve olmazsa olmaz diğer yanıdır. Görüldüğü gibi, en genel ve en basit anlamıyla devrimciliğin ilk adımında karşımıza kapsamlı bir bilinç sorunu çıkmaktadır. Yıkmamız gerekenin ve kurmayı hedeflediğimizin ne olduğunu öğrenmemiz gerekliliğinin yanı sıra, bu yıkma ve kurma işlevinin nasıl yerine getirileceği konusunda da net bir anlayışa, programa sahip olmak gerekiyor.

Herkesin böyle bir devrimcilik içinde olması mümkün müdür, bu sorunu idealleştirmek değil midir? Elbette ki burada bir idealleştirme vardır, ama idealleştirmek zorundayız, çünkü gerçekten de devrimciliğimizi bu şekilde biçimlendirmek, içini doldurmak istiyoruz, tutarlı ve sonuç alıcı bir mücadelenin ancak böylesi bir devrimcilikle yürütüleceğine inanıyoruz. Bu bir hedeftir, tek tek kişiler bazında bu hedefe ulaşmamız, dört dörtlük devrimciler olmamız elbette yaşadığımız koşullarda zordur, imkansız diyebileceğimiz uzaklıktadır. Ancak bu hedefimizdir ve biz hedeflerimizi sıradanlaştırma hakkına sahip değiliz. Mütevazılık erdemine sahip olduğumuzu göstermek istiyor olabiliriz ama bunu hedeflerimiz üzerinden yapma hakkımız olmamalıdır.

Burada gözden kaçırılmaması gereken en önemli nokta; devrimciliğin, bir öğrenme ve aynı zamanda bir yapma süreci olduğudur. Bu ise örgütlülük demektir, mücadele demektir. Örgütlülük ve mücadele ise tüm diğer yanlarının yanı sıra ve asıl olarak plan-program demektir, kolektivizm demektir.

Buradan şu sonuç çıkar; eğer devrimcilik yapmak istiyorsak, tarihsel konumumuzu, misyonumuzu ve hedeflerimizi kavramış ve bu doğrultuda örgütlü-programlı bir çabanın içinde olmak durumundayız.

Devrimcilik Örgütlü Olmak, Programlı Çalışmaktır

İlk anda teknik bir sorun olarak görünse de, örgütlü ve programlı olmanın bugün devrimciliğimizin tanımlanması açısından özel bir önemi vardır. 12 Eylül sonrası özel politikalarla geliştirilen bireyci düşünce ve tavırların (yenilgiden de güç alarak) solda yarattığı sonuçlar, az çok herkes tarafından biliniyor ki bunlar 90’lı yıllardan itibaren kendini göstermeye başlamış ve 2000’li yıllarda varacağı son noktaya ulaşmıştır. Örgüt düşüncesinin ve programlı-hedefli çalışmanın reddine varan yaklaşımların değişik biçimlerde kendilerini ortaya koydukları günümüz koşullarında bu konuyu biraz daha ayrıntılı ele almak durumundayız.

Sınıflar mücadelesi çok yönlü, çok boyutlu ve örgütlü bir güçle belli bir program çerçevesinde yürütülür. Bu genel kuraldır ve herkes açısından geçerlidir. Bunun ne denli önemli bir kural olduğunu en iyi kavrayan ise tarihsel süreç içinde burjuvazi olmuştur. Burjuvazi, yediği tarihsel darbelerden, ağır yenilgilerden oldukça önemli dersler çıkarmıştır diyebiliriz. Bu nedenledir ki, burjuvazi her dönem örgütlenme ve mücadele düşüncesini yok etmeye çalışmış, bu kavramları dünyanın tüm dillerinden silip atmak istemiştir.

Burjuvazi her zaman sistem alternatifi olan güçlerin örgütsüz olmalarını, plan ve programdan yoksun olmalarını, kısacası güdülecek bir sürü gibi iradesiz, ve kaos-kargaşa, panik içinde olmasını ister. Eğitimi, kültürü, ahlakı bu hedef doğrultusunda yeniden biçimlendirir. Bütün kurumlarıyla, yasaları, cezaevleri ve şiddetiyle bunu sağlamaya çalışır. Burjuvazi tarafından uygulanan baskı ve zorun yanı sıra çeşitli kurumları ve yasaları aracılığıyla sürdürdüğü denetim ve yönlendirme çabaları ilk sonuçlarını her dönem küçük burjuva anlayışlarda yaratmıştır.

Küçük burjuvazi sınıf mücadeleleri tarihi boyunca ezilenlerle egemenler arasında, güçler dengesine bağlı olarak sallanan bir salıncağın üzerindedir. Her tarihsel dönemde bu misyonla ortaya çıkmıştır. Umutsuz ve çıkışsız kaldığı, düzenin ona bir şey vaat etmediği dönemlerde o ezilenlerin yanındadır, çoğu kez ön saflarda ve en keskin haykırışların sahibidir. Yenilgilerde, bozgunlarda ise safları ilk terk eden odur. Terk etmekle kalmaz, geride hiçbir şey bırakmamak için elinden geleni yapar.

Yenilgiye rağmen hala ayakta kalan, bir değer, bir anlam ifade eden her şey bu kez küçük burjuvazinin pişmanlık darbeleriyle yok edilmeye çalışılır. İdeoloji hedeftir, politikalar hedeftir ve örgüt hedeftir. Öylesine darbeler vurulur ki, sonuçta ideolojik-politik çizgi savunulamaz hale getirilirken, örgüt-örgütlenme-mücadele düşüncesi karikatürize edilip ortada bırakılır.

12 Eylül sonrasına baktığımızda bu trajediyi (veya komediyi) açıkça görürüz. Önce “ideoloji” sorgulanmış, herhangi bir ideolojik-siyasi çizgiye sahip olmayanlar “ideolojimiz yanlıştı” deyip Marksizm-Leninizm’i mahkum etme yolunu seçmişlerdir. Sonra sıra “örgüt”e gelmiş, Leninist örgüt anlayışını savunmadıkları gibi kavramaktan da uzak olanlar, yenilgi ve çaresizliklerini Leninist örgüt anlayışı ile açıklamaya çalışmışlardır. Silahlı mücadeleye her zaman uzak duranlar, yenilginin ağırlığını ve düşmanın azgın şiddetini silahlı mücadelenin sonuçları olarak gösterip “silahlara veda” çağrıları çıkarmıştır.

Ancak yaşam onları doğrulamamış Kürt ve Türk halklarının hak ve özgürlük mücadelesi 12 Eylül’ün tüm politika ve uygulamalarına karşın, 80’lerin ikinci yarısından itibaren yeniden yükselişe geçmiştir.

Bu, ibreyi bir anda tersine çevirebilmiştir. Devrimci Sol’un ve PKK’nin yürüttüğü mücadelenin yarattığı sonuçlar solun neredeyse tümünü “gerillacılığa” itmiştir. Kimi şehirleri, kimi kırları gözüne kestirmiş, Devrimci Sol ve PKK yaptığına göre biz de yapabiliriz düz mantığıyla gerillacılık ve silahlı mücadele basit bir teknik sorun düzeyine indirgenmiştir. Bu dönem, örgütsel varlığını sürdüren hemen her yapının bu doğrultuda girişimlerde bulunduğu bir dönemdir. Ancak bu hayaller de fazla sürmemiş, sosyalizmin dünya çapında yaşadığı yenilgi ile bir anda tuzla buz olmuştur. Bu, ütopik de olsa hayallerin sonunu getirmiştir. Gerillayı, mücadelenin yükseltilmesini, devrimi konu alan bu hayaller, devrimcilerin, ezilen halkların burjuvazi karşısında sağladığı psikolojik üstünlüğün ürünüydü.

Sosyalizmin çöküşünü, ideolojilerin ölümünü ilan eden emperyalist sistem, halkların umudunu, irade ve bilincini yok etmeye, ellerinden “örgüt”ü almaya, beyinlerinden örgütlenme düşüncesini silmeye çalışmış, onları iradesizleştirmenin, hedefsizleştirmenin çabası içinde olmuştur. Devrimcilerin içinden çıkan yenilmiş, yılgın, dönek, kaçkın unsurlar özellikle başlangıçta bu saldırının vurucu gücü görevini üstlenmişlerdir. Elbette ki, hedef tüm örgütlenmelerin dağıtılması olmamıştır; bunun başarılamayacağını burjuvazi de çok iyi bilmektedir. Hedef, örgüt olmayan “örgütler”dir; amaç kimliksiz, programsız, günlük ve dağınık bir çalışma tarzı temelinde yükselen, devrimi hedeflemeyen bir “devrimcilik”tir…

Gelinen aşamada her yapı kendini bu noktalarda bir gözden geçirmek zorundadır, çünkü bugün içinden geçtiğimiz süreç devrimciler ve ezilen halklar açısından yeni bir atılımın dinamiklerini barındırmaktadır. Özellikle devrimciler bu sürecin görevlerine karşılık vermekle yükümlüdür.

Gezi Haziran ayaklanması süreci ve bugün evet-hayır’la toplumda ortaya çıkan saflaşma ve bu saflaşmada evet’cileri etkilemek ve hayır cephesini toplumsal muhalefete dönüştürmek bunu mücadelenin öznesi haline getirmek önemlidir. Yaşanan Gezi Haziran sürecinde “en iyi bizdik, biz biz..” yaklaşımı yerine o dönemi iyi okuyarak referandum sonucu ortaya çıkacak çatışmalı ortama da hayır cephesine sağlıklı yaklaşımı da getirecektir.

Diğer yandan, emperyalist politikalara karşı dünya çapında bir mücadelenin örgütlenmesi bugün dünkünden daha acil bir sorundur. Ancak bu görev, her ülke özgülünde yürütülecek mücadele temelinde yükselmek zorundadır. Tek tek ülkelerdeki mücadeleden beslenmeyen, böyle bir temele sahip olmayan enternasyonal dayanışma ve mücadelenin sonuç yaratmasından ve sürekliliğinden söz edilemez. Bu konuda Rojava’da ortaya çıkan tam da buna hizmet eden bir olgudur. Bunu geliştirmek, pratikte bir olguya çevirmek açısından ciddiyetle ele alınması gereken bir fırsattır.

 

Gelen Günler Bizimdir, Hazır Olmalıyız…

Rojava devriminin yaratığı moral ve üstünlük AKP-DAİŞ’in saldırılarını, katliamlarını, bir kenara bırakırsak, bizim önümüzdeki dönemin atılım dinamiklerine ilişkin öngörümüz, sürecin, tarihsel tecrübeler ışığında dünü ve bugünüyle ekonomik, siyasal, sosyal boyutlarda bir değerlendirmeden geçirilişiyle ilgilidir.

Temel hareket noktamız bilimsel bir kesinliktedir: Emperyalizmin nihai zaferinden, halkların kesin yenilgisinden söz etmek mümkün değildir. Tarihin yasaları, toplumsal gelişmenin kuralları bunun tersinin doğru olduğuna işaret etmektedir. Emperyalizm de bunu çok iyi bilmekte ve bu nedenle temel saldırılarından birini bilime, akla ve tarihe yöneltmektedir. Akıl, bilim ve tarih güvenilmez ilan edilmiştir, çünkü emperyalizmin kaçınılmaz yenilgisini kanıtları ve kayıtlarıyla ortaya koymaktadır.

Ancak yaşanan sürecin de açıkça ortaya koyduğu gibi, emperyalist-kapitalist sistem sadece akıl, bilim ve tarih karşısında değil, hemen her konuda başarısız olmuştur. Reel sosyalizmin çöküşüyle bir nefes alma döneminin ardından, yeni ve daha keskin krizlerin eşiğine gelmiştir. Böyle olması da kaçınılmazdı, çünkü emperyalizm, ortadaki kurbandan bir parça daha fazla koparabilmek uğruna sürekli hırlaşıp dalaşmanın adıdır; emperyalizm bu anlamda bir kurtlar sofrasıdır ve bu sofranın özelliği ortadaki kurbandan çok, kurbanı paylaşmaya çalışanların kan kaybetmesidir.

Dünyayı kurtlar sofrasının ganimeti olarak gören ve en büyük, en tatlı parçayı kendine ayırmak için hırlaşıp dalaşan emperyalistler, gelinen aşamada kurbandan kapacakları en tatlı parçaları bir yana bırakıp, sofrada tutunmanın ve bir diğerini sofradan kovmanın çabasına girişmişlerdir. Sofra giderek kalabalıklaşmış, kurban herkese yetmemektedir. Asıl önemlisi de, kurban gözlerini açmış, yediği darbelerin etkisinden sıyrılıp durumunu kavramaya başlamıştır.

Tam da bu noktada, yaşananlar içerisinde devrimcilerin, ezilen halkların konumuna bakmak gerekiyor. Uzun yıllar devrimciler ve ezilen halklar açısından hiç de olumlu geçmediği bilinen bir olgudur. Yenilgi en büyük etkisini ideolojik-siyasi platformda göstermiş ve sol büyük bir savrulma yaşamıştır.

Solun böyle bir savrulma içinde olması en önemli etkisini ezilen halkların bilinç ve özlemlerinde yaratmış, ezilen halklar ile sol arasında, emperyalist politika ve taktiklerle de körüklenen bir kopuş yaşanmıştır. Gelinen aşamada gerek solun savruluşu, gerekse de ezilen halklar ile sosyalistler, devrimciler arasındaki kopuş son noktasına ulaşmıştır. Daha ötesi yoktur. Sürecin bundan sonrası savruluşların yarattığı tahribatı gidermeyi ve ezilen halklarla devrimciler, sosyalistler arasında oluşan kopukluğu gidermeyi hedefler bir tarzda yeniden biçimlendirilmelidir.

Bu bir yanıyla ideolojik bir canlanmayı gerektirir. Savrulmaların yarattığı tahribatı gidermenin ötesinde, savrulmalara karşı oluşturulan savunma mevzilerinden çıkıp ideolojik-politik bir saldırıyı başlatmak gerekiyor. Güncel gelişmelere politik-taktik düzeyde cevapları da barındırması gereken bu saldırı aynı zamanda ideolojik-politik yenilenmenin, netleşmenin tek yoludur.

İkinci yan ise, pratik görevler noktasındadır. Ezilen halklarla aramızda oluşan kopukluğu gidermenin ilk adımı örgütlülüğün bir biçime kavuşturulup güçlendirilmesidir. Emekçi halklara politikalarımızı götürebilmek için bu olmazsa olmaz bir şarttır. Bu noktada ikinci adım kişi olarak devrimciliğimizin, yaşam biçimimizin ve çalışma tarzımızın yeniden gözden geçirilmesi, yenilenmesidir.

Nasıl yaşıyoruz, nasıl çalışıyoruz ve nasıl üretiyoruz? Bu türden soruları bugünden başlayarak kendimize sorup ortaya çıkan olumsuz tabloyu hedeflerimiz ve misyonumuz açısından yargılayabilmeliyiz. Ortaya çıkan olumsuz tabloyu yargılama cesaretine sahip olamadığımız, örgütlü-programlı bir mücadelede gereken irade gücünü gösteremediğimiz noktada savruluşların, kendiliğindenciliğin derinleşmesi kaçınılmazdır.

Evet, önümüzdeki süreç önemli gelişmelere, fırsatlara gebe ve biz yapı olarak da, kişi olarak da bu sürece hazır olmalıyız.

 

Şemdin Şimşir

02 Mart 2017

Önceki İçerikHAYIRDA HAYIR VARDIR
Sonraki İçerik6 Mart Katliamını unutmadık, unutmayacağız…