Her geçen gün derinleşen ekonomik-siyasal krize rağmen, sömürü ve zorbalık düzenine muhalif devrimci önderlik görevini yerine getirememesi, güçlerinin dağınıklığı ve sesinin cılızlığı hemen hemen herkesin dikkatini çeken bir olgu.
Bir avuç hırsızın, katilin, ömrünü biraz daha uzatmasına fırsat tanıyan bizlerin eksik ve yetersizliğinin sonucu olduğu bir gerçektir. Bu mutlu azınlık toplumu adeta teslim almış, sindirmiş herkese saldırıyor, katlediyor, tehdit ediyor. Ama giderek daha da belirginleşen açmazına, çürümüşlüğüne ve emekçilerin içten içe öfkesinin her gün bir kat daha artmasına yol açan halk düşmanlığına rağmen, örgütlü ve güçlü bir direnişle, mücadeleyle karşılaşmayışının nedenlerini bularak çözme görevi yine tüm yakıcılığı ile karşımızda duruyor.
Sorunu bir başka şekilde koyarsak; emekçi halkların sömürü ve zorbalıklar karşısında taşma, patlama noktasına kadar biriken öfke ise, emekçi sınıfların iktidarını adım adım, mevzi mevzi örecek kapasiteye sahip olmasına rağmen mi bu böyledir? Ya da düzene alternatif bir gücü her yönü ile temsil etmemize rağmen, sonuç alıcı adımlar atılmasının önündeki engel her yanıyla tel tel dökülen bu düzen midir?
Bu ülkede emekten yana olup hayatın gerçekliğini soluyan hiç kimsenin bu sorulara olumlu yanıtlar vermesi mümkün değildir. Çünkü işçisinden memuruna, köylüsünden küçük esnafına, öğrencisine, kadınlara kadar hiç kimse yarından umutlu değil. Çünkü geleceğe ilişkin umut sahibi olmak bir yana, yarını konusunda fikir sahibi olmayanların gittikçe çoğaldığı bir süreçte yaşıyoruz. İliklerine kadar çürüyen oligarşi AKP süreciyle birlikte adım adım yaratmaya giriştiği apolitik insan tipini günü birlik yaşama koşullandırmayı başardı. Hala da apolitik, seviyesiz ve alabildiğine yoz bir yaşam tarzını tüm olanaklarını seferber ederek körüklemeyi sürdürüyor.
Kuşkusuz, ekonomik, politik, ideolojik anlamda düzeni sorgulayan insanlar yok değil. Ancak bu güçler ciddi bir potansiyel oluştursalar da, örgütsüzlük, perspektifsizlik nedeniyle etkin ve belirleyici bir rol oynamaktan uzaklar.
Fabrikalarda, okullarda, işyerlerinde, evlerde, yolculuk ettiğimiz taşıtlarda eskiden belirsizliğe, geleceksizliğe mahkûm edilmeye duyulan müthiş bir öfkeye tanık oluyorduk. Şimdi sinmişlik, korku herkesin bir birinden çekindiği, şüpheyle baktığı bir ruh hali hakim. Bir dokun, bin ah işit misali, yaşamın her cephesinde bitip tükenmeyen sorunlarla, işsizlik, eğitim, barınma, sağlık vb. sorunlarıyla boğuşmanın yarattığı bir isyan vardı. Bu koşullar altında hırpalanan, çaresizliğe itilen, çıkar yol bulamayıp bunalımdan bunalıma sürüklenen bir halk gerçeği ile karşı karşıyayız bugün.
Halk kitlelerini kendisine ve emeğine yabancılaştıracak, esir alacak tuzaklar kuruluyor. Ve bu tuzaklar dostluk ve kardeşlik duygularını güçlendirmeye hizmet etmiyor, tarikatlardan, kodamanlarından mafya babalarına kadar kanlı, kirli, kara paranın hükmettiği, döndüğü bir çarkla gençleri, kitleleri uyuşturuluyor. Vatan millet edebiyatı –demagojisiyle-insanların falçatalarla, palalarla, döner bıçaklarıyla dövüşmesine, birbirini boğazlamasına, linç edilmesi, canlı canlı yakılmasına neden olacak kadar özendiriliyor.
İkinci milli kurtuluş savaş, vatan millet demagojisiyle, sokaklara saldığı itleri, devşirme ve yandaş medyasıyla adeta nefret, kin kusuyorlar. Kendisine Kürt halkını temel düşman ve her türlü saldırıyı hak eden olarak empoze ediyor. Yandaş medya da Kürtler Kürt seçilmişleri, Aleviler, farklı yaşamların ve inançlar hakkında fetvalar veriyorlar, çetelerine linç emirleri yağdırılıyor. Orta sınıf dediğimiz, laikler, akademisyenler, liberaller, herkes bu saldırı dalgası karşısında durup direnme, yaşamına sahip çıkma yerine imkânı olanlar ülkeyi terk ediyor. Diğer yanda Kürde düşmanlık geçer akçe olmuş, bu iktidara yaşananlara “muhalif” olduğunu söyleyen bir çok kesim sistemin açık hedefi olamamak için ve ağır basan şövenist yanları nedeniyle Kürde düşmanlıktan da geri kalmıyor, bundan bir rahatsızlık duymuyor.
Tüm televizyon kanallarında, özellikle son günlerde sıkça rastlanan “masumane” yarışma programlarının tümünde her fırsatta ırkçılık, sövenizim kini kusuluyor.
Peki, insanı insana, emeğine yabancılaştıran bu tablo nasıl değişecek? Günlük hayatta olumsuz etkileri ile dolaysız biçimde hemen herkesin karşılaştığı bu somut gerçekliği kimler değiştirecek? Yakıcı ve çözüm bekleyen sorular işte bunlardır.
Oligarşinin planlı, bilinçli bir şekilde ürettiği suni gündemini aşıp geçerek, emekçi halkların gerçek gündemini belirleyen, olguları alternatif tarzda ele alıp çözmesi gereken devrimcilere bu tarihsel kesitte çok ciddi sorumluluklar düştüğü açıktır.
Öncelikle, mevcut tabloyu değiştirebilmenin yolu, oligarşinin kendi sınıf çıkarlarını dayatılma politikalarına karşı, ezilen halkların çıkarlarını temsil edecek, ideolojik-siyasal-kültürel anlamda sınıf tavrını soyutlayacak olan örgütlülüğün, hayatın her alanında kendini hissettirecek bir düzeye ulaşmasından geçiyor.
Yenilgi psikolojisinin düzene yedeklenmeye kadar götürülmek istendiği, yılgınlığın ve teslimiyetin çeşitli yöntem ve kanallarla neredeyse toplumun tüm kesimlerine taşındı, koşulları hazırlandı. Bütün bu engelleri aşmak kuşkusuz kolay olmayacaktır. Yaşanan erozyonu, daha da pekiştirilmek istenen güvensizliği ve ufuklardaki daralmayı hesaba katmayan bir devrimciliğin yeni yeni hayal kırıklıkları yaratmaktan öteye gidemeyeceği bilinmek zorundadır. Nesnel durumu yok saymadan, görmezden gelmeden, ama bu nesnelliğe teslim olmadan, bilinçli bir çabayla onu değiştirmeye çalışmalıyız. İdeolojik-siyasal netliğe sahip olmayan, mücadelenin canlandırılıp yükseltilmesi doğrultusunda gerekli adımları atamayanların bu yolda istenen mesafeyi alması da mümkün değildir.
Bir çırpıda yerine getirilemeyecek kadar zorlu görevlerle karşı karşıya olduğumuz gerçeği bilince çıkarılmadan, bir sistematiğe sahip olmayan, süreklilik göstermeyen yaklaşımlarla, basit ve sonuç almaktan uzak müdahalelerle üzerinde güçlü atılımların yükseleceği temel inşa edilemez.
Devrimciliğin iman gücü ile ele alındığı, ömür törpüsü olarak görüldüğü, kolektif, üretken bir mecraya akıtılamadığı koşullarda, ağırlaşmış bir zeminde, değil koşmak, adım atmak, yürümek dahi çok zordur.
Tozun dumana karıştığı, gözün gözü görmez olduğu bir ortamda ve kuşatılmışlığa rağmen çevremizdeki potansiyeli görebilmek, en basitinden en önemlisine bütün olanakların, ilişkilerin farkına varabilmek öncelikle doğru bir perspektife sahip olmaya ve görüş alanımızı genişletmeye bağlıdır.
Bu ise kapkaranlık bir yolda dahi yolumuzu aydınlatarak yürümemize olanak tanıyacak, önümüze ışık tutacak devrimci ideolojinin, Marksizm-Leninizm’in kavranmasına bağlıdır.
Günlük heyecanlara, gelişmelere endeksli, gel-gitleri sıklaşan devrimciliğin yoksun olduğu da budur.
Bizleri geleceğe taşıyacak, sosyalizm umudunu canlı tutacak dinamiklerle buluşma ve bütünleşme zemininin giderek güçleneceği, sağlam temeller atmaya uygun koşulların şekillendiği derli toplu bir tarzda görev ve sorumluğu yerine getirmektir.
Bu anlamda mücadeleye katkı sağlamayan, devrimci yaşama ait olmayan, üzerimizde yabancı ve eğreti duran yanlarımızdan süratle kurtulmak zorundayız.
Umut ve beklentilerini açıkça ifade eden insanlarımız da, yeni yeni buluştuğumuz insanlar da önderlik görevi yerine getirilmesine bağlı olarak dikkate değer adımlar atabiliyorlar. Bu adımların sıklaşmasının bizim performansımızla doğrudan bağlantılı olduğu, çabalarımızla paralellik arz edeceği bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır.
Emek harcanmadan elde edilecek hiçbir şeyin gerçek anlamda bir değer taşımayacağına inanıyorsak; başkalarının emekleri üzerinden kendimizi yenileyemeyeceğimizi, geleceği öremeyeceğimizi biliyorsak tüm yaşamımızı buna uygun düzenlemeliyiz. Emek verildiğinde, kafa yorulduğunda bugün önümüzde aşılmaz görünen engellerin kolayca aşılabildiğini de görürüz.
Düşüncede ve eylemde, programda ve taktikte, üretimde ve değerlendirmede daha fazla yoğunlaşan beyinlere ihtiyacımız olduğunun, olacağının altını çizmek zorundayız.
Doğru yerde ve zamanda inisiyatif geliştiren, sahiplenen, Devrimci mücadele yeteneğini nasıl daha fazla artırabilirim düşüncesine kafa yoran, yaşamını bu düşünceye uygun olarak biçimleyen insanlara ihtiyacımız var.
Bugün, Devrimci mücadelenin, bizden beklenenlere cevap olabiliyor muyuz sorusunu daha ciddi biçimde kendimize sormanın tam zamanıdır. Görev ve sorumluluklarımızı ne kadar yerine getiriyoruz, ne öğreniyoruz ve ne öğretiyoruz? Gelişmelere, çalışmalara olumsuz etkimiz, ya da katkımız ne boyuttadır? Programımız nedir? Önümüze hangi hedefleri koyduk ve bunların hangilerini yerine getirdik? Nerede ve niçin başarısız olduk?
Bu ve benzeri soruları her gün ve daha da çoğaltarak kendimize sormalıyız. Bütün bu soruların öncelikle kendimizi ikna edici cevaplarını bulmalıyız. Yaratıcı ve dönüştürücü yanlarımızı geliştirmek için büyük bir çaba içerisine girmeliyiz.
İşin kolayına kaçmadan, bir emekçinin sabrı ve becerisiyle eksikliklerimizi, yanlışlarımızı onarmalı, geleceğe doğru, emin adımlarla yürümenin heyecan ve güvenini tüm benliğimizde yaşamalıyız.
Devrimcilik en özlü tanımıyla olmazları olur kılma iradesidir. Bunun en güzel göstergesinin mihenk taşı pratiğin ta kendisidir. Bunun için eksik ve yetersizliklerimizi hızla gidererek, değişme, dönüşme, dönüştürme mücadelesine asılmalıyız. Yoksa bugün ülkenin ve halklarımızın içine çekilmek istendiği umutsuzluk, karamsarlık hepimizi kapsayacak, sarmalayacaktır.
Bunun için kendimizi eğitmeli, hata, eksik ve zaaflarımızdan arınarak değişip dönüşmeli ve var gücümüzle mücadeleye asılmalıyız.
Faşist diktatörlüğün oyununu bozmak bu karamsarlık, umutsuzluğu parçalamak biz devrimcilerin görev ve sorumluğu olduğunu bir an bile unutmamalıyız…
Değişmek, değiştirmek ve dönüştürmek geleceğe, yarınlara yanıt olmak bizlerin görev ve sorumluğu, olmazsa olmazımız olduğu gerçekliğiyle yaratılmak istenen, üzerimize örtülmeye çalışılan karanlığı parçalamak bizlerin görev ve sorumluğudur.
Unutmayalım ki onların gücü bizlerin zayıflığının sonucudur…
Şemdin Şimşir
12 Ocak 2017