Devrimcilik bir kültürdür, kültür ise yaşamın kendisidir!

Devrimcilik bir kültürdür, kültür ise yaşamın kendisidir!

Birçok yaratılan “değer” ve kavram gibi, “devrimcilik” kavramı da içeriğinden boşaltılarak kolayca telaffuz edildiğine tanık oluyoruz.  “devrimciyim” demenin somut yaşamda ifade ettiği nitelikten uzak tutum ve davranışlara hiç de az rastlanılmıyor. Hatta denebilir ki, kimileri gerçek yaşamda demokrat tutarlılığı ve karakteri bile gösteremiyor. Veya düzene karşı şu ya da bu şekilde bir tepki göstermenin adı devrimcilik sanılıyor. Ya da “aktivistlik” ile “devrimcilik” birbirine karıştırılıyor, aynılaştırılıyor.

Ülkemizin küçük burjuva diyarı olması, bir başka deyişle ülkemizdeki devrimciliğin küçük burjuva potansiyel karakteri, bu durumun nesnel temelini oluşturuyor. Küçük burjuvazinin düzene karşı tutarlıktan ve istikrardan yoksun bölük pörçük tepkileri, iki arada bocalayıp durmasından kaynaklanan bunalımları, gerçek muhtevasına yabancılaşmış, yozlaşmış ve şekilci bir devrimciliği üretiyor. Tablo böyle olunca herkesin kendine göre bir devrimcilik anlayışı ortaya çıkıyor.

Sınıfsal karakteri düşünüldüğünde gençliğin dinamik rol oynadığı örgüt saflarında küçük burjuva kültür ve anlayışlara karşı ciddi bir mücadele verilmeden, devrimci değer ve gelenekleri yaşatıp güçlendirmek, gerçek anlamıyla genç devrimciler ordusu kurmak mümkün olmayacaktır.

Devrimcileşmeyen, devrimcileşmek için çaba, emek yerine bahane ve mazeret üretenlerin ortaya koyduğu özellikler hemen hemen aynıdır; hava basma, kariyerist – popülist eğilimler, fedakârlık timsali olarak görünme, mücadele arkadaşlarına ve halkına güven vermeme, tembellik gibi davranış unsurlarını çoğunlukla üzerlerinde taşırlar. Her şeyde kendine bir övünme payı çıkarırlar. Kötülükleri başkalarına, iyilikleri kendine meletmeyi severler. Başarılamayan her görev ve işin sorumluluğunu kendi dışlarında görürler. Değişmemekte inat eden, “ben böyleyim” demeyi marifet sayarlar.

Kendilerini yargılamaktan kaçarlar, yargılasalar bile sözde yargılarlar. İşin kökenine inmek istemezler. Bunu yapmaktansa, kendilerinin ne kadar beceriksiz olduklarını ortaya koymaya ve trajik tablolar çizmeye bile razı olurlar. Veya her şeyi günlük olayların içine hapsedip, ne kadar haklı olduklarını ispata çalışarak vicdanlarını rahatlatırlar. Başkalarının da böyle düşünmesine adeta zorunluluk sayarlar. Hata, eksik ve eleştiriler karşısında güçlü bir savunma mantığıyla, özeleştiri vermekten kaçınırlar. Biri olumsuzluklarını ortaya çıkardığında, bunları açık yüreklikle kabullenmek, yanlış bir algılama olduğunda yanlışlığı anlatmak yerine, “kimmiş benim hakkımda konuşan!” diye yalın kılıç sorumlu aramaya başlayabilirler. Her şeyin merkezine önce kendilerini koyarlar. Her şeye kendi pencerelerinden bakar ve gördüklerini tek doğru sayarlar, bilimsel ispat, kanıt peşine koşmazlar.

Fedakârlığı başkalarından, rahatlığı kendi için varsayarlar. Hayatın içinde yer almaktan çok, tribünde seyirci olmayı yeğlerler. Dıştan keskinlik gösterileri yapmaktan üstlerine yoktur. Ama yaşam gelip dayattığında ağlar-sızlar ve ne kadar cesaretsiz olduklarını keşfederler.

Örneğin, ailesini terk etmesi mi gerekiyor; “olacak şey mi?” diye düşünebilirler. Gerekçeleri peş peşe sıralarlar: O, ailesini çok sever! O, olmasa annesi-babası mafolur, hatta ölür. Başkalarını da ailelerini sevdiğini düşünmek bile istemezler. Onlar hiç önemli değildir, sadece onun ailesi vardır o an dünyada; o, ailesi ve eşi başkadır. Diğerleri onun gibi olamaz. Çünkü “o”, eşi benzeri bulunmazdır.

Duygusal bağları, aşkları da öyledir. Katiyen ayrılmaz olur! Ama ciddi bir fedakârlıkla karşı karşıya kalsa, bırakalım ölmeye, aşkını bile unutup en önde kendi kaçar. Zaten bu gerçeklerin altında, fedakârlık duygusundan yoksunluk ve bencilik yatar. Aile, sevgi, şu, bu sadece bunun kendince masumlaştırılmış kılıfıdır.

Bu tür “masum” gerçeklerle, radikal mücadele hattında görev alması söz konusu olduğunda da karşılaşmak mümkündür. En masum ifadeyle, “yapmaz”, “becermez”, “zarar vermekten korkar”. “Hiç sevdiği yoldaşlarına ve hareketine zarar vere bilir mi sanır”, vicdanı sızlar. Eh! Bu durum karşısında ne yapılabilinir? Ya zarar vermesini başta kabul edeceksiniz, ya da ondan vazgeçeceksiniz. Bu ikilem dışında başka bir seçenek yokmuş gibi hareket eder. İşin altını biraz kurcaladığınızda ise “zarar vermek” diye bir derdinin de olmadığını görmek zor değildir.

Oysa “zarar vermek” istemeyen daha çok fedakârlık yapar, daha disiplinli hareket ederek, ilk evvel kararlara uyar. Fakat küçük burjuva-benmerkezci kişilikler üzerinde böyle bir yaklaşım ve hassasiyet bulamazsınız. Asıl derdi “bırakın yakamı da tafra satmaya devam edeyim” demektir. Emin olun, yıllarca bunu yapabilir. Fazla risk görmediği sürece, herkesin karşısına çıkıp radikal mücadele hattının ne kadar gerekli ve doğru olduğunu yıllarca hararetle savunabilir. Yeter ki ondan, söylediklerini yaşama geçirmesini istemeyin. Bunu başkaları yapsan ister. Zarar da, yarar da onlardan gelsin; onlar şehit düşsün, tüm zorluklara onlar göğüslesin ama onun rahatı bozulmasın.

Fiilen bir örgütlenme içinde yer alsa da, ontolojik düzlemde dışındaymış gibi davranır. Bu durum özellikle örgütlenmeyi sahiplenme ve sorunlarını çözmek için çaba sarf etme noktasında kendini gösterir. Sorunların çözümünün kendinde olduğunu anlayamaz. Adeta hep “godot”u bekler.

Devrimci saflarda varlığını lütfen olarak görür. Yaptığı görev ve işler için karşılık ister. Örneğin; sorunların ve örgütlenmenin çözümünü başkasından bekler. Evi, parası, yatacak yeri yoksa bunları çözümlemek için yaratıcı zekâsını kullanmak yerine, “yakınır”. Dertlerine çare bulunmuyor diye kızar, içer. Kendi sorunlarını üstlerine havale eder, ‘üst’ün ihtiyaçlarını da karşılamak konumunda olduklarını aklına bile getirmez. Böylelerinin döneklik yolunu seçtiğinde, tüm sorunların birden çözülüverdiğini görülmesi ise, yakınmaların, sızlamaların altında yatan nedeni kavramak açısından ilginç bir örnek oluşturur.

Fedakârlığı bir meziyet sayarlar, kendi küçük dünyalarında, yaptıkları fenerlikleri büyütürler, “fedakârlığın” devrimci bir görev olduğunu anlayamazlar.

Eleştiriye tahammülsüzdürler. Ama en seviyesiz, kuralsız, ilkesiz eleştiriyi kendileri için hak görürler. Eleştiri karşısında şahlanan küçük burjuva gurur ile adeta pervasızlaşırlar. Kendi içlerindeki duruma karşı güçsüzlükleri nedeni ile kendilerini yargılamak yerine karşılarındakilere saldırmayı tercih ederler. Bu tavırlarına karşı çıkıldığında ise; ‘bireyin görüş hakki kısıtlanıyor’ nakaratıyla karşınıza dikilebilirler.

Bireylere eleştiri yöneltmekten kaçınırlar. Onlar için devrimci hareketin/mücadelenin selameti değil, bireylere hoş görünmek önemlidir. Eleştirmekle davalarına, kendilerine ve arkadaşlarına kötülük yaptıklarının farkında değildirler. Kimi ilişkilerde çok eleştirel görünseler de bu aldatıcı olmamalıdır. Burada belirleyici olan, genellikle karşılarındakilerin kendileri açısından ifade ettiği konudur veya başka zaaflardır. Örneğin eleştiride pusucudurlar, fırsat gözler. Görülen hata ve zaafları devrimci bir görev olarak eleştirmek yerine kendi çıkarlarına uygun bir zamana saklamayı yeğlerler. Daha sonra kendilerine yönelik bir eleştiriye karşı, bunları saldırı aracı olarak kullanıp, karşılarındakileri pasifize etmeye çalışırlar. Güven ve eminlik duygusunu tam anlamıyla taşıyamadıklarında, yanlış anlaşılmaktan veya anlaşılmamaktan korkarlar.

Disiplinli değildirler, disiplini başkalarında beklerler.

Kendi hayalleri ve değer verdiği düşüncelerin yoğunluğundan, devrimci görev ve perspektiflere ilişkin sık sık hafıza kaybına uğrarlar.

İkna olmakta zorluk çekerler, ikna oldukları zamanda görüntüde ikna olurlar. Örneğin bölük-pörçük düşüncelerinin yetersizliğini görüldüğünde geriye çekilme olabilir. Aldanmamak gerekir. Kafalarındaki bulanıklık devam eder ve ayni konularda tekrar tekrar ikna olma talebiyle gelirler.

Sorumluluk duyguları zaaflıdır. Örgütlenmeyi, halkı ve yoldaşları açısından hangi davranış nelere yol açacağını düşünmek yerine, kendilerini ön planda tutarlar. Her hangi bir gösteride, eylemin başarısı için kafa yormak yerine, cop darbesinde nasıl kurtulacaklarını, nasıl yakalanmadan kaçacaklarını düşünebilirler; hatta bir bahane çıksa da eylem olmasa diye duacı olabilirler. Ama başarısızlık durumunda yine en çok onların morali bozulur. İşkence ve düşman saldırısı karşısında dayanıksızdırlar. Kendilerini acıdan kurtarmak için, pekâlâ başkalarını işkence tezgâhına gönderebilir.

Tabloyu daha da uzatmak mümkün. Daha ileri veya geri nitelikleri gösteren yüzlerce biçim burada sıralanabilir. Ama hepsinin kaynağı tektir: Kapitalist-bencil kültür… Bu kültür kendini son derece değişik ve masum kılıklarla sunmaya o kadar yeteneklidir ki, davranışın altında ki gerçeği kavrayamadığımızda, bazen kendisiyle birlikte sizi bile ağlatabilir. Burada bunları sıralamaktan çok, bunların altında yatan bencil kültüre dikkat çekmek ve ona karşı ciddi bir savaş açmak gerekliği üzerine durmak gerek…

Bu mücadelede basarili olmak için, düzeni temsil eden bencil kültürün çok boyutlu olduğunu kavramak gerekiyor. Yaşam içinde tüm davranışları, devrimci kolektivizm perspektifiyle irdelemek ve bencilikleri açığa çıkarmak gerekir. Kolektiflik ise sadece maddi değerlerin paylaşımı olarak algılanmamalıdır. Maddi değerlerin paylaşımı kolektifliğin unsurlarından sadece biridir. Örneğin, yukarda ki özellikleri gösteren birinin, cebinde ki on kuruşu paylaştığına tanık olmak pekâlâ mümkündür. Kolektifliğin asıl boyutu, örgütlenmenin, halkın sorunlarını kendi sorunu olarak görmek, mücadelenin fedakârlıklarını, acılarını bedellerini paylaşmak; kültürel ve ruhsal paylaşımda ortaya çıkar.

Devrimciliğin bir kültür, kültürün ise bir yaşamın kendisi olduğu gerçeğini bilince çıkarılması ise, bu mücadelede yakalanması gereken temel halkadır.

Yıllardır kapitalizmin egemenliği altında yaşayan, her açıdan onun normlarıyla donanmış biri, hangi gerekçeyle devrim saflarına katılmış olursa olsun, ne kadar büyük bir istekle mücadele etme azmi taşırsa taşısın, devrimciliğin gerektirdiği niteliklere sahip olamaz. Öncelikle bu gerçekliği kavramak ve mücadele içinde kapitalist kültürden arınarak, devrimci kültürü benliğine sindirmek zorunluluğu hissedilmelidir.

Bunu temel bir hedef olarak önlerine koymayanlar, fiilen devrim saflarında görünseler bile, kafa, ruh ve davranış olarak kapitalizm saflarında seyrederler. Bir anlamıyla, devrim saflarında düzenin temsilcisi gibidirler. Alışkanlıkları, davranışları, disiplinsizlikleri, korkuları, yoz ahlaki davranışları, duyarsızlıkları, kabalıkları, mütevazilikten uzak davranışları ve hatta sayılmayacak kadar olumsuzlukları, içinde yer aldıkları mücadeleye bir çok kez önemli zararlar verirler. Hatta kimi zamanlar devrimin en amansız düşmanlarından bile çok zarar verdikleri durumlarla karşılaşmak mümkündür.

Bencil kültüre karşı savaş, önemli ve köklü bir savaşı gerektirir. Bu savaşta mücadelenin şurasında veya burasında yer almanın yarattığı kendiliğinden dönüşümle yetinemez. Onun kendi içinde iradi bir çabayla da tamamlamak gerekir. Bu çaba ‘eskiden şöyleydim, şimdi şu kadar geliştim’ gibi reformist anlayışlarla değil, köktenci-radikal bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Aksi taktirde, bencil kültürün kimi unsurlarına karşı kazanılan mücadelenin ve bundan sağlanan motivasyonun ömrü uzun olmaz, zorluklar karşısında kolayca çözülmeye uğrar. Moral bozukluğunda, aşırı heyecana sürüklenen biri istikrarsızlıktan kurtulamaz.

İşin en önemli yanı, birçok davranışın “bencil kültür” ürünü olduğunun farkına varılmamasıdır. Kendi doğallığı içinde gündeme geldiğinde, aldatıcı ve inandırıcı olabilmektedir. Devrimci kültürü benliğine sindirmeyenler, kendinde ve dışında fark etmekte zorluk çeker. Örneğin birçok zaafı bünyesinde taşıyan biri, sürekli bir gülümseme ve ses tonundaki zarafetle bir anda karşısındakinin ruhunu fethedebilir. Yürüyüş ve davranışlarındaki militan eda ile karşısındakilere dudak ısırtabilir. Hep canlı ve şiir gibi akan konuşmalarıyla yürek hoplatabilir. Ama devrimci bir kültürü bünyesine sindirenler için bunların altında yatan şekilciliği yakalamak zor olmayacaktır. Çünkü onun şaşmaz pusulası pratik hayattır. O, görüntüye değil, öze bakan, mücadeleye katkıları, ne denli örgüt ve dava adamı olduğu gibi özellikleri temel alır.

Sonuç olarak diye biliriz ki; mücadele saflarına katılan her devrimci, yeni bir yaşama başladığının bilinciyle hareket etmelidir. Devrimcilik değişmek ve dönüştürmektir anlayışını kafasına iyice kazımalıdır.

Özelikle Marksizm-Leninizm saflarında yer alan küçük-burjuvalar için değişmek, olmazsa olmaz bir koşuldur. Eskiden edinilen alışkanlıklar, davranışlar ve kültürü yadsımadan, mücadelenin ağır işçiliği içinde kendini yeniden yaratmadan, devrimci niteliklere sahip olması mümkün değildir. Er yâda geç düzenin batağına yuvarlanmak, sömürü düzeninin unsurlarından biri olmak zorunda kalır. Bu nedenle sistemin yaratmış olduğu bencil kültüre karşı verilen mücadelede, statükoları hızla parçalayarak gerçek bir devrimci olma yolunda hiç bir engel tanımayacaktır.

Şemdin Şimşir

Ekim 2015

Önceki İçerikBARAN DERSİM SONSUZLUĞA UĞURLANDI
Sonraki İçerikRejim ordusu DAİŞ çetesine karşı kara operasyonu başlattı