Devrimci Karargah Savascisi Ali Haydar Yoldas’la Roportaj 2. Bolum

Öncelikle Türkiye ‘deki güncel durumu değerlendirebilir misiniz?

Türkiye’nin bugünkü durumunu biz, bir ara sınıf iktidarından çıkarak oligarşinin yeniden yapılandırılmasına geçiş süreci olarak tanımlıyoruz. Bu süreç elbette emperyalizmin, özellikle de ABD emperyalizminin küresel sürecine koşut olarak gelişiyor. Bildiğiniz gibi emperyalizmin 70’lerin ortalarında başlattığı ve 2000’lerin başında bir üst perdeden yenilediği bir neo-liberal saldırı süreci yaşadı, dünya pazarları. Ancak oğul Bush sonrasında bunun sürdürülemeyeceği anlaşılarak şimdi ortaya çıkan sonuçlar üzerinden bir post neo-liberal dönem örgütleniyor. Uzun uzun anlatmaya gerek yok.

Neo liberalizmin ötesine geçerken bu dönem için işlevlendirilen ve haliyle artık işlevsizleşen sınıf ve sermaye yapıları da terkediliyor. Birinci neo-liberal saldırı sırasında Özal’la oligarşi içine çekilen, ikinci neo-liberal saldırı öncesinde de AKP ile iktidara getirilen İslamcı ticaret burjuvazisi böyle bir sınıf. Gelişmeler sonrasında, artık dünya pazarının bu tür rant ve ticaret üzerinden para tırtıklayan sermaye yapılarıyla yenilenmesi mümkün olamayacağı anlaşıldığı için şimdi bunlar tarihin tasfiyesine terk ediliyorlar.

Türkiye’de AKP, tıpkı Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi bu tarihsel kaderden kaçmak için gene bir tarihsel tesadüf olarak emperyalizmin kendilerine bahşettiği iktidar mekanizmalarını kullanarak kendilerini koruma altına almaya çalışıyorlar. Böyle bir sınıfsal yok oluştan kaçınmak için elbette ellerinden geleni de artlarına koymuyorlar. Olan bitenin tarihsel izahı bu. Böyle bir ara sınıf iktidarının kendini bu denli dayatabilmesi ise Türkiye’deki sınıf mücadelesinin, daha doğrusu sosyal sınıfların kahredici kişiliksizliği, maddesizliği, ruhsuzluğu.

Düşünün, fabrikaları, Istanbul’u işgal ederken bile devrimci aydınına kendi varlığını tartıştıran ve sosyal varlığı ile siyasal varlığı arasında anormal bir uçurum bulunan bir işçi sınıfımız var. Burjuvazi ise işçi sınıfından beter. Dünyadaki bütün tarihsel gelişmeler tersineyken kendi sermaye yapılanmasını devletin egemenliğine göre şekillendiren bir burjuvazi.. Ve bu burjuvazi şimdi devlet RTE’nin elinde diye hala ona yaltaklanmaktan başka bir davranış geliştirme gücünde değil. Yani en ilksel sınıfsal çıkarlarını bile siyaset haline getiremeyen bir sosyal sınıflar coğrafyasıdır, ülkemiz. Eh bu durumda RTE de çomaksız gezinmekten çekinmemektedir. Ta ki Sivas’ın ötesine geçinceye kadar.

Bugün RTE iktidarına karşı ciddi muhalefetin iki kaynağı vardır. Birincisi uluslararası finans kapitalizm.. İncirlik’i alınca patriotları çekip RTE’yi savunmasızlık algısına itecek kadar katı bir muhalefeti vardır, uluslararası burjuvazinin. Bir diğer muhalefet ise Kürt halkından, Kürt özgürlükçülüğünden gelmektedir. RTE ise, ara sınıf iktidarını kalıcılaştırabilmek için bu tür iktidarların kaçınılmazca yaptığı tercihi yapıyor; tarihsel tasfiyesine karşı reel politik bir egemenlikle karşı koymak istiyor.

Bunun da en garanti yolu savaş çıkarmaktır. III. Napolyon’un Sedan arayışı gibi RTE de yıllardır, Suriye’de, Irak’ta, Kürdistan’da hep bir savaş arayışında oldu. Ama emperyalizmin saha planlaması artık netleşmiştir. Bu planlamada RTE’ye yer gözükmemektedir. Seçimli seçimsiz, savaşlı savaşsız tasfiye olacaktır. O da eceli gelen her köpek gibi çareyi saldırganlığını artırmakta bulmaktadır. Ama karşısında 30 yıllık savaş ve yüz yıllık sömürge tecrübesiyle Kürt halkı duruyor. RTE’nin 2016’yı göreceğini sanmıyorum.

Biliyorsunuz 2013 yılından bu yana devam eden ” çözüm süreci ” vardı. Ancak 7 Haziran seçimleriyle birlikte iktidardan alaşağı edilen AKP/RTE  devleti yeni bir savaş konseptini devreye soktu. AKP/RTE devletinin devreye koyduğu yeni savaş konsepti ne ifade ediyor?

Biz daha ileri sürüldükleri ilk andan itibaren ne “çözüm” ne de “barış” süreçlerinin siyasal bir geçerliliklerinin olabileceğine asla inanmadık. Geçerli olamayacaklarını ise hem tarihsel hem de güncel politik olarak hep iddia ettik. 2011 Haziran seçimlerinde Kürt devriminin devrimci halk savaşı çağrısına karşı işbirlikçi Kürt burjuvazisi ve liberal sol “ille de barış” diye halay çekerken seçimlerin ortaya bir savaş hükümeti çıkaracağını yazıyordu, bizim bildirilerimiz. Öyle de oldu. Ondan sonraki dönemlerde de “çözüm” ve “barış”ın Kürt devrimini durdurmanın bir tılsımından başka bir şey olamayacağını, bu iktidarın Kürt halkına hiçbir şey veremeyeceğini hep yazdık, söyledik.

Bugün gelinen aşamada Kürt halkının ve savaşçılarının üzerine yöneltilen cehennemcil ateş, açıkça ilan edilen sömürge yönetimleri, RTE’nin ağzından sağa sola savrulan “tek tek”çi Türk salyaları işbirlikçi Kürt burjuvazisi ve onun etrafında öbeklenen liberal Türk solunun değil, Kürt devrimci hareketinin ve bizim haklılığımızın kanıtlarıdırlar. Kendi adımıza konuşalım. Bizim bu saptamaları yapmamızın nedeni RTE iktidarıyla aramızdaki şiddetli düşmanlık değildi. Tümüyle tarihsel ve sınıfsal bakışımızın bir sonucu idi. Az önce söyledik; AKP bir ara sınıf iktidarıdır.

Ticaret ve rant burjuvazisini temsil eder. Soyu Muaviye bezirgânlığına dayanır. Sermaye yoğunlaşması Kayseri-Konya eksenlidir. Ve bütün seçim haritaları göstermiştir ki, sahiller modern, kentli, eğitimli orta sınıfın siyasal etkinliğindeyken bu orta Anadolu sermayesiyle esas hedeflediği Arap pazarı arasında koca bir Kürt coğrafyası tampon gibi, takoz gibi durmaktadır. Hangi tüccar sermaye böyle bir rakibe siyasal ve iktisadi meşruiyet vermeye yanaşır? Orayı bir sömürge olarak tutmak, tümüyle kendi siyasal ve iktisadi ilişkileri içine hapsetmek onun asıl temel güdüsü olur.

Türk tekelci sermayesi asıl pazar ilişkilerini batıda kurduğu için Kürt pazarına Kürt kimliğini de tanıyan yeni sömürge ilişkileri çerçevesinde bakabiliyor. Ama İslamcı yeni Türk burjuvazisi sermaye yapısı gereği böyle olamıyor. Bunun için TÜSİAD’la MÜSİAD arasında Kürt meselesine bakışta önemli bir açı oluşuyor. AKP iktidarını MÜSİAD’çı İslamcı Türkler oluşturduğu için de, biz “çözüm” ve “barış” politikalarını tümüyle Türk sömürgeciliğinin yeniden yapılandırılması olarak gördük ve asla bu politikalardan Kürt halkına dişe dokunur bir yarar gelmeyeceğini hep yazdık, çizdik. Gün döndü, devran döndü..

Şimdi bizim dediğimiz noktaya gelindi. Dileriz halkın bin bir fedakârlıkla geliştirilen mücadelesi bundan sonra bu tür algı ve analiz arızalarına kurban gitmez. Gene de görülüyor ki, bütün yaşananlara karşın bu tehlike hala mevcuttur. Sivil Kürt siyasetinin 7 Haziran seçimleri gibi başarıyla çıkılmış bir siyasal momenti, bugün Kürt halkının direnişi için bir dayanak haline getiremiyor olmasını bu tehlike çerçevesinde görüyoruz. Geçmişte de Kürt devriminin önünü tıkayan politikaların sahibi olması Kürt sivil siyasetinin ağırlıkla işbirlikçi burjuva niteliğinden kaynaklanmaktadır.

Çünkü artık 30 yıllık mücadelenin ve bölgesel konjonktürün gösterdiği gibi bir Kürt siyasal varlığı önümüzdeki yakın dönemde bölgemizde bir gerçek olacaktır. Peki, bu siyasal varlığın siyasal ve iktisadi egemenliği kime ait olacaktır? Kuzeyin ve güneyin Barzanicilerine mi yoksa yoksul Kürt halkına ve onun temsilcisi Kürt devrimine mi? Kürt burjuvazisinin Kürt halkı üzerinden Kürt devrimine kendini dayatması imkânsızdır. Kürt halkı, gerillası, genci ve kadınıyla Kürt devrimini oluşturuyor. Bu durumda Kürt toplumu üzerinde Kürt burjuvazisinin egemenlik iddiası ancak sömürgecileriyle işbirliği içinde elde ettiği siyasal avantajlar üzerinden olabilir.  İşbirlikçiliğin mekanizması budur. Bu yüzden bugün Kürt özgürlükçülüğü içinde de gizli açık bir sınıf mücadelesi vardır ve bizim ikirciksiz yoldaşlığımız Kürt devrimiyledir.

Çözüm ve barış süreçlerine bu çerçevede yaklaşırsanız az önce ifade ettiğimiz gibi, AKP’nin bir varlık nedeni olarak ihtiyaç duyduğu savaş konseptinin, niçin Kürt coğrafyasında realize olduğuna da açıklık getirmiş oluruz. Yani özetle tarihsel bir tasfiyeye mahkûm olan AKP iktidarı reel politik egemenliğini sürdürebilmek için bir savaşa ihtiyaç duymaktadır. Bu egemenliği bölge pazarı üzerinde gerçekleştirebilmek için ise özellikle Bakuru kendi sömürge ilişkileri içinde yeniden yapılandırmak zorundadır. AKP’nin savaş konsepti özetle budur.

Türkiye solunun içinde bulunduğu genel durumu değerlendirebilir misiniz? Yaşanan bunalımı aşmak için ne yapmak gerekiyor?

Bölge bütünüyle bir geçiş yaşarken Türkiye solunun bundan azade olması düşünülemez. Türkiye solu da bir geçiş yaşıyor. 90’larda Kuruçeşme ile bir siyasal çizgi haline gelerek sol ortama tahakkümünü kuran oportünizmden yeni bir devrimci evreye geçişin dinamikleri devrede. Bu geçişin problemleri gündemde. Daha önce aktardık. Gene de kısa bir özetle söyleyecek olursak, Bostancı-Gezi ve Kobane dizilişi, bu üç müthiş direniş örneği Türkiye solunun oportunizmin tahakkümünden çıkışına yol veriyor ve oportunizmi kendi iç bunalımlarına sürüklüyor.

Yasalcı ve kendiliğindenci sol liberal ve oportunist anlayış Türkiye işçi sınıfının siyasal varlığının düşük bir profil göstermesinden dolayı bugüne kadar pek aşılamadı. Bu teslimiyetçi çizgiye itiraz geliştirenlerin önerdiği devrim tarihimiz ise ne yazık ki ciddi yenilgilerle dolu idi. Bu da siyasal hafızalarda ciddi bir yer bulmuştu. Buna karşın 90’dan itibaren oportünizmin de kitleler tarafından sınanacağı, deneneceği çeyrek asırlık bir zaman dilimi yaşandı. Artık oportünizmin de bir tarihi var. Ve bu tarih, Bostancı ve Gezi gibi, ardından Kobane gibi devrimci itirazlarla da doldurulunca oportünizmin kendini dayatabilmesinin koşulu kalkmadı. Şimdi yeni bir devrimci yükseliş dalgasının eşiğinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Düşmanın korkusu da bu yüzdendir.

Tersinden bir yaklaşımla, bizim de korkumuz bu yüzdendir, yani bu devrimci yükseliş sürecinin hakkını verememek kaygısından söz ediyorum. Oportünist 3. dönemi tasfiye ederken yerine devrimci 4. dönem atılımını, örgüt ve mücadele düzeyleriyle geliştirememe kaygısından söz ediyorum. Sol ortamın örgüt ve mücadele krizini aşmak için bunu başarmak zorundayız ve Kürt devrimi bize bu konuda büyük imkânlar sunmaktadır. Ancak imkân dediğiniz bir nesnelliktir, onun kendindeki gerçeğini bizim mücadelemizin bir gerçeği haline çevirebilmek ise bu nesnelliği ciddi ve özel bir öznellikle ele almayı gerektirmektedir.

Örneğin hep oportünizmin 90’daki örgütlenmesinden ve mücadelenin çeyrek asırlık geleceğine saltanat kurmasından söz ediyoruz oysa 90’dan önce 87-90 arasında Türkiye devrimci hareketinin çok ciddi bir atılım dönemi de yaşanmıştır. Ve bu atılım kendini önceleyen bir süreçte Bekaa’daki devrimci örgütlenmelerin varlığında gelişmiştir. O dönemde de, şimdi tıpkı Kürt devrim alanlarında olduğu gibi her koruganın altında bir Türkiyeli devrimci yapının bayrağı dalgalanıyordu.

Ve bu yapılar yapabildikleri ölçüde bu devrimci duruşu tekil ölçeklerde Türkiye sahasına taşıdılar ve oligarşinin saldırıları karşısında kaderlerini ortaklaştırarak tasfiye oldular, ağır darbeler aldılar. Şimdiki kuşaklar bu dönemi neredeyse hatırlamıyorlar, bile. Oysa oportünizm bu yenilgileri de kendine fırsat bilerek ortamı şekillendirdi ve Kuruçeşme’de kolektif bir çizgi oluşturdu. Sonrası parçalanma vs geldiyse de Kuruçeşme’de yapılan bu kolektif çıkış ortamı oportünizmden yana formatlamaya yeterli oldu.

Şimdi Rojava’da ve diğer Kürt devrimi sahalarında, Kobane’den sonra verili statüko solculuğundan sıyrılarak gelen Türkiyeli devrimci örgütlerin önemli bir yığınağı var. Elbette bu örgütlerin her biri gelecek açısından büyük iddialar sahibi. Ancak eğer bizler bu iddialarımızı ve hedeflerimizi ortaklaştıramazsak, buralardaki devrimci duruşumuzu Türkiye’ye taşıyacak kolektif bir mana kazandıramazsak emperyalizmin ve oligarşinin saldırıları karşısında yeniden tutunmakta zorluk çekebiliriz ve bu tür zaaflarımızdan yararlanan gene oportünizm ve statüko solculuğu olur.

Biz bu aşamada devrimci savaş zemininde kendini Kürt devrim sahalarında örgütleyen yapıların değişik düzeylerdeki ortaklaşmalarını geliştirmelerine özel bir önem atfediyoruz ve bunu gündemleştirmeye çalışıyoruz.

AKP/RTE devleti devreye koyduğu bu yeni savaş konsepti karşısında Türkiye solunun tutumu ne olmalıdır?

Prensip açısından bu sorunun cevabı açık: Türkiye solunun tutumu Kürt devriminin tutumu olmalıdır. Yani AKP-RTE iktidarına karşı tıpkı Gezi Haziranında olduğu gibi ayaklanmalı ve bu ayaklanmayı Gezi Haziranı’ndan çıkardığı dersler doğrultusunda daha da devrimcileştire bilmelidir. Ama bu söylediklerimizin sadece bizim içimizdeki bir niyetlenme olduğunu, bunların pratik bir karşılığının ne yazık ki henüz olmadığını bilebiliyoruz. Kıvılcımlı batıda Ortaçağ tektir, doğuda çoktur diyor.

Ortadoğu’da tarih kendi öznesiyle buluşana kadar bir düzeyde tekerrür edebiliyor. Bu nedenle şimdi kaçırmakta olduğumuz süreci, neleri kaçırmakta olduğumuz ve neleri gelecekte yakalamak zorunda olduğumuz bilinciyle bir hazırlık dönemi olarak değerlendirmekten öteye şimdilik elimizden bir şey gelmiyor. Bununla birlikte emperyalizmin bölgeyi yeniden biçimlendirmek için önüne koyduğu “uzun savaş” konseptinin bizim de gereken hazırlıklarımızı yapmamız için gereken süreçlere ihtiyacımızı karşılamak için uygun olacağını da düşünüyoruz.

Ve bunun da oldukça önemli ve ağır bir süreç olduğunu söylemeliyiz. Tarihe ambargo koymak haddimize değil ama metropol devrimini yükseltemediğimiz sürece Kürt devriminin de eksikli kalabilmesi mümkündür. Gerçekten özgür ve demokratik bir Kürdistan için Türkiyeli devrimin de özneleşmesi önemli bir ihtiyaç olabilir. Biz böyle bir devrim için hazırlanıyoruz.

Diğer yandan, basından takip edebildiğimiz kadarıyla ahlaksız bir ihanet ve sefil bir teslimiyet içinde olan oportünist ve liberal solcuların Kürtlerin biraz ileri gittiğini, RTE’yi devirmek için ateşkese gidilmesi gerektiğini, Kürt sorununun Kürdistan sorunu haline getirilmemesini vazetmelerini de büyük bir tiksintiyle karşılıyoruz.  Bu gibi yaklaşımlar bizden uzaktır. Bize göre Kürt devrimi bugün elinden geleni ardına koymamalıdır.

Konjonktür onun siyasal hedeflerine varmasına bugün için elvermiyor gibi görünse de devrimci zorlamanın konjonktürleri kendine göre düzenlemek olduğu da bilinmelidir. Devrimcilik devrimin nesnelliğine biçim veren öznelliktir. Bunlar afaki tanımlar değildir. Şurası çok açıktır ki Kürt devriminin bugün kazandığı mevziler yarın kaçınılmazca kurulacak müzakere masalarında birer koz niteliği taşıyacaktır.

Söyleşi teklifimize verdiğiniz olumlu yanıt için teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Bize görüşlerimizi ifade etme imkânı verdiğiniz için asıl biz size müteşekkiriz. Bunca açıklamanın ardından son söz olarak Türkiye devrimci gençliğine seslenmek istiyorum.  Bugün toplumun en ilerici, en devrimci, en uyanık gücü olarak Türkiye devrimci gençliğinin oportünizmin bütün oyalamalarından hızla sıyrılarak kendi tarihinin gösterdiği devrimci yola yönelmesi ve böyle bir tarihin bugün yeniden öznesi olma görevi vardır. Bu görev zemininde Türkiye devrimci gençliğini, bulunduğu her alanda Bostancı-Gezi ve Kobane’yle çizgileşen yeni devrimci atılımın ajit-prop örgütsel bir momentini oluşturmaya çağırıyoruz.

Tekrar teşekkür ederiz.

 

* Devrimcikarargah.org sitesinden alinmistir

Önceki İçerikAKP’LİLEŞTİREMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?
Sonraki İçerikDevrimci Cephe Zorunluluğu