Devrimci ahlak sorunu bugüne dek hep tartışılageldi. Hatta en çok tartışılan konulardan biri oldu. Ve tartışılmaya da devam edilmektedir. Bizler de çok şey söyledik; defalarca tartıştık, yazdık. Ama buna rağmen, bugün yeniden yazma ihtiyacı kendini dayatıyor, çünkü alabildiğine zorlu bir süreçten geçiyoruz. Emperyalist–kapitalist sistem bütün saldırganlığıyla toplumu çürütmeye yöneldiği, bütün değerlerin yerine paranın geçirildiği bir süreçte, bu kavramın devrimci içeriği daha da önem arz ediyor.
Bugüne dek doğru bildiklerimizi; devrimci ustaların, geleneklerin bizlere miras bıraktıkları değer yargılarını dahi alt üst eden, bulanıklaştıran, yozlaştıran, giderek yok etmeyi hedefleyen süreçleri çok yaşadık. Sosyalizmin yenilgi döneminde bu saldırganlık ve karşılık bulması daha yoğun oldu. Bu aynı zamanda değerlerimizle birlikte her şeyimizin tasfiye dalgasıydı -geçici de olsa- devrimci saflarda büyük gedikler açtığını da hesaba katarsak, bu yoğun saldırı rüzgarlarının kendi içimizde de ciddi sarsıntılar, fırtınalar yarattığını, giderek erozyona uğrayan, aşınan birçok yanın gelişmesine yol açtığını kabullenmek gerekiyor.
Sosyalizmi, yeni insanı yerle bir etmeyi önüne koyan; emperyalist-kapitalist sistem vahşetinden arındığı aldatmacasını bilinçlere yerleştirerek yıkılmazlığını garanti altına almak isterken, bu çok yönlü saldırısını demokrasi adı altında şekillenmesi, isimlendirmesi boşuna değildir. Tarihte yeni bir sayfa açıldığı ve artık geriye dönüşün mümkün olmadığı imajını empoze etmeye çalışırken salt silahlı-silahsız politik saldırılara başvurmanın sonuç almaya yetmeyeceğini de hesaba katarak ideolojik-kültürel-felsefi bombardımanı da öncelikli olarak hep gündemde tuttu. Değersizleşmenin felsefesini sosyal ve toplumsal yaşamın bütün hücrelerine yansıtmaya çalıştı…
Değersizleşme, ahlaksızlaşma, emperyalizm tarafından adeta insana ait bir özellik, insani bir özellik olarak sunuldu, sunuluyor. Engels; “Ahlaksızlık taslayandan daha alçak insan yoktur”(*) diyordu. Bugün emperyalizm, ahlaksızlık taslamayı “moda” haline getirmeye çalışıyor. 80’li yılların başından itibaren yükselişe geçen bu yoz felsefe, yaşamın her alanında karşımıza çıktı. Gazete sayfalarından televizyon ekranlarına, internete varıncaya dek her türlü iletişim aracı kullanılarak, insanların bilinç altına sızdırılıyor. Hiçbir şeyin değerinin olmadığı, her türlü rezilliğin insana özgü olduğu, her türlü sapkınlığın, hastalıklı düşüncenin, davranışın “doğal” olduğu, insani olduğu şırınga ediliyor. Her şeyde, insanın insanlaşma sürecinin karşısına, insanın hayvanlaşması alternatif olarak konuluyor, bunun propagandası yapılıyor.
İnsanın özgürleşmesi denildiğinde, artık bilinçler bulanık. Oysa insanın özgürleşmesi, onun insanlaşma sürecidir. “Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen gerekir”(**) diyor Marks.
Solun bu durumdan etkilenmediğini söylemek gerçekçi olmayacaktır. Ne yazık ki bu durum sola da yansımaktadır. Devrimciler arası ilişkilerdeki yozlaşmada, çarpıklıkta; yoldaşlık duygularının olabilecek en zayıf noktaya yaklaşmasında, örgüt içindeki insanlara bakışın sıradanlaşması, birbirine davranışlar vb. çoğaltmak mümkündür.
Dünyanın herhangi bir bölgesinde yaşanan bir eylemlilik, toplumsal bir başkaldırı, dünyanın bir başka bölgesinde ses bulurken, bu unutulmaya, yok edilmeye çalışıldı. Bugün bu yok olmaya yüz tutan duygu, dayanışma, kısacası enternasyonalizmin böylesine zayıfladığı bir dönemde Rojava ile yeniden canlandı.
Ancak buda yetmiyor, yetmemeli de, çünkü bu sonuca yol açan nedenleri doğru tanımlayamazsak ortaya çıkan olumsuzluğun giderilmesinde gerekli-yeterli adımları atmak da mümkün olmayacaktır. Tüm olumsuzlukları bireylerin kişilikleriyle, zaafları, korkuları, yozlukları vb. genel geçer birtakım olumsuzluklarla açıklamak elbette olanaklıdır. Ama bu bir şeyi değiştirmeyecektir. Zira böylesine dar-sığ bir yaklaşımla ancak kendimizi aldatır, çözümsüzlüğe bir halka daha eklemiş oluruz. Ya da çok daha uç noktalara savrulup yenilgiyi kimilerinin yaptıkları gibi sosyalizmin gerçekleşmeyecek bir düş olmasında, insanların değişmeyeceklerine inanmakta arayanların durumuna düşeriz.
Yenilginin emperyalizmin başarısından değil, kendi hata-zaaflarımızdan kaynaklandığını açık yüreklilikle ifade etmeliyiz. Sosyalizmin yenilgisinin nedenlerini tartışmak bu yazının konusu değil. Ancak bu yenilginin sonuçlarından birinin de devrimci ahlak konusundaki yozlaşma, dejenerasyon olduğunu vurgulayarak bu noktada nasıl bir çaba içinde olmamız gerektiğine değinmeye çalışacağız. Aslında bu durum tüm yenilgi dönemlerinin ortak bir özelliğidir. Rusya’daki 1905 yenilgisi sonrasında; Uruguay, Salvador, Şili gibi Latin Amerika ülkelerinde birbiri ardı sıra yaşanan yenilgilerde; Filistin halkının ihanete uğraması sonrasında karşı karşıya kaldığı gerçeklikte birbirine tıpatıp benzeyen örnekleri bulmak olanaklıdır. Bizim (TDH olarak) yaşadığımız süreç bu örneklere göre çok daha ciddi boyutlardadır, çünkü yenilgi ülke veya bölge boyutlarında değil, tüm dünya boyutundayken, bugün tüm dünyada toplumsal muhalefet ve devrimci güçler bundan sıyrılma ve yol açma çabasında.
Yenilgi ve bu yenilginin yarattığı inanç zayıflığı, belirsizlik durumu solun kendi zaaflarında ısrarıyla, yaşananlardan ders çıkarmamasıyla birleşince, devrimci yaşamın içinde bulunan insanlar da bu durumdan doğrudan etkileniyor, sistemin-düzenin etkilerine daha açık hale geliyorlar. Savrulmalar birbirini izliyor, hatta en uç boyutlara vararak düzene dahil olma, ya da düzenin savunucusu haline gelme örnekleri sıkça yaşandı/ yaşanıyor. Emperyalist- kapitalist sitemin, yerleştirmeye çalıştığı felsefe de bunu körükledi. Birey olmanın nimetlerinin bolca pompalandığı, örgütlülüğün lanetlendiği koşullarda “boşuna uğraşmayın, hayatınızı yaşayın, düzende her şey var” vb. yalanlarıyla kendi mantığını şırınga etti. Gel-gittiler yaşayan, ikircikli ve geri bilinç düzeyindeki birçok insan giderek buna endekslendi. Bırakın devrimci değerlerin aşınmasını bir yana, en basit insani duygular, değerler bile çamura bulandı, üzerinde tepinildi.
Vefa, dayanışma, yoldaşlık aşındı, örgüt ilişkileri adeta teknik bir büronun birlikte çalışmak zorunda kalan insanları arasındaki ilişkiler haline geldi. Aynı davanın insanları arasında olması gereken yoldaşça ilişkilerin yerine içtenlikten, sıcaklıktan uzak, donuk, zoraki ilişkiler egemen olmaya başladı. Bunun doğal sonucu olarak da bencillik, korumacılık geçer akçe haline geldi. Her şeyin merkezine kendini koyan yaklaşım tarzı ilişkilerin yozlaşmasında varılacak en uç noktayı oluşturuyordu. Bu noktadan sonra her türlü hata-zaaf doğal bir özellik kazanıyordu adeta. Her şeyin merkezine kendisini koyan bir kişiliğin bu konumunu korumak, ya da kabul ettirmek üzere yalan söylemesi, “görev yapıyorum”a sığınarak kendini dayatması kaçınılmaz hale gelir. İçtenliğin, samimiyetin yok olduğu, kendine -ve bunun doğal sonucu olarak- örgüte, halka ve devrime yabancılaşmanın egemen olduğu böylesi bir durumun kabul edilmesi kuşkusuz mümkün değildir.
Bencilliğin, bireyciliğin gelişmesiyle birlikte karşılıklı güven yitimi de gündeme gelmiş, güvenin bittiği yerde ise birlikte iş yapma, yani kolektivizm konusunda onarılması güç hasarlar ortaya çıkmıştır. Günlük yaşamda çıkarların çatışması gündeme geliyorsa, mücadelenin zorlukları içinde birbirine sırtını dönme nasıl mümkün olacaktır? “Banane”ciliğin, dedikoduculuğun, sorumsuzluğun yeşerdiği yerde yoldaşlığın izlerine rastlanılabilir mi? Dayanışmanın, birbirini sahiplenmenin, birbirinin dertlerini derdimiz bilmenin olmadığı koşullarda geleceğe birlikte ulaşma azim ve kararlılığı yok olmuş demektir. Oysa Emperyalist – kapitalist sistemin saldırganlığın en üst boyutlara çıktığı koşullarda varlığımızı, yaşamımızı sürdürmenin tek yolu örgütlülüğümüzü sürdürmek, sağlamlaştırmak ve el ele geleceğe yürümektir. Yoksa emperyalist saldırganlık ve tasfiyeci dalganın altında kalmaktan kurtulamayız.
Devrime, sosyalizme olan inancın zayıfladığı noktada örgütlenmeye, halka duyulan sorumluluk duygusu da zayıflamıştır. Çünkü bu iki olgu birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Kendimize şu soruları tekrar tekrar soralım: Görev yaparken, bir sorumluluğu yerine getirirken eski içtenlik, görevi yapma yarışı şimdi neden “acaba o da yapıyor mu?” sorusuna bıraktı yerini? Ya da neden “aman bir an önce bitse de kurtulsam” diye bakıyoruz şimdi, her işimizi neden baştan savma yapıyoruz?
Lafı fazlaca dolandırmaya gerek yok. Başkalarını gözleyerek, “kim ne yapıyor, ne kadar yapıyor” diye düşünerek devrimcilik yapan biri gerçekte kendi emeğini aptallık gibi görmektedir. Bir başka deyişle, “bir enayi ben miyim” diye düşünmeye başladığımızda giderek devrimciliğe, kendi emeğimize yabancılaşmış olmuyor muyuz? Bu durum hiç kuşku yok ki bizi uçurumun dibine götürüp bırakacaktır. Devrimci harekete sunduğu olanakları artık sunmaz olan, yaptığı fedakarlıkları artık yapmak istemeyen, var olanı kendi geleceğinde nasıl kullanacağını düşünen birinin devrime, halka bağlılıkla uzak-yakın bir ilişkisi olabilir mi? Devrimci harekete katma yerine “nasıl olur da hareketten yararlanabilirim” diye bakmaya başladığımız, hareketi kendi çevremizi geliştirme basamağı yerine koyduğumuz noktada bırakalım devrimciliğimizi, en sıradan insani değerlerimizi yüz üstü bırakmış olmaz mıyız? O çokça veryansın ettiğimiz emperyalizme teslimiyeti kabul etmiş olmaz mıyız?
Halkta umut yaratacak olan devrimciler umutsuzluk yaratacak bir pratiğin izleyicisi olduklarında, halkta da uzaklaşma, değerlere sırtını dönme, düzenin sunduklarına sarılma eğilimi artıyor.
Örgütlü mücadeleden kaçan, örgütlü mücadeleye tavır alan, düzenin kendisine sunduğu olanakları nimet gibi görüp diyet öderken, bunu etrafında çürüme çemberi yaratmaya dönüştüren tiplerin çoğaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Paranın tek erdem, bencilliğin yaşam biçimi olarak savunulduğu böylesi bir dünyada, devrim adına, mücadele adına değerlere sahip çıkmak, onları savunmak, sosyalist olmaktan öte insan olmanın gereğidir. Çünkü emperyalizm, sosyalizme yönelik saldırılarının içerisine insani değerlerin tümünü almıştır. Doğruluk, iyilik, güzellik adına ne varsa, yok etmek istiyor. Bugün sosyalizmi savunmak, her şeyden önce insani olan her şeye sahip çıkmaktan, onları korumaktan geçiyor.
Emperyalizm on yıllardır devrimci güçlere saldırırken bencilliği öne çıkarmak için uğraşıyordu. “Kendinizi yaşayın” derken, bilinç altına düzeni şırınga ediyordu. Bugün tüm bunlar, solda yankısını bulmuş ve her gün değersizleşmenin bir parçası devrimci saflarda yer ediniyor. Tam da bu noktada, nasıl bir ahlak, nasıl bir eğitim konusunda kafa yormak zorundayız. Bir devrimci nelere karşı savaşıyor, neler istiyor? Nasıl bir dünya ve insan yaratmak istiyor? Topluma, çevresine neyi veriyor, vermeye çalışıyor? Tüm bu soruları kendimize sürekli sormalıyız. Bu soruların yanıtları bilinmez değildir. Yeni Amerikalar keşfetmek durumunda değiliz. Değerlerimizi, olumlu geleneklerimizi, yeni insanın özelliklerini yeniden canlandırmak sosyalizme inancın diri tutulmasıyla, emperyalizme karşı mücadele azmi ve kararlılığının her geçen gün biraz daha derinleşmesiyle, sınıf kinimizin bilenmesiyle ilgilidir. Bunu sağlamanın tek yolu ise güçlü bir irade ve bilince sahip olmaktan geçmektedir.
Bu noktada yerine getirilmesi gereken görevlerin başında, örgütlenme, örgüt insanı olma bilincini yükseltme gelmektedir. Bunun da emperyalizmin lanetli ilan ettiği Marksizm-Leninizm’i iradi-sistematik bir çalışma ile çok daha iyi kavramaktan geçtiği ortadadır. Sosyalizme inanç ve bağlılık bilincin üzerine oturtulabilirse yıkılmaz bir güç özelliği kazanır.
Kuşkusuz tek başına bilinç de yeterli değildir. Burjuvazinin damarlarımıza şırınga etmeye çalıştığı bireyciliğe, mülkiyet tutkunluğuna, bencilliğe karşı en güçlü silahımız yoldaşlık ilişkilerinin güçlendirilmesi, halkımızın en güzel değer yargılarının üzerine oturmuş olan devrimci ahlakın bilincimizin en derindeki hücrelerine kazınması ve halka-devrime bağlılık duygularının yaşam tarzı haline dönüştürülmesidir.
O yüzdendir ki, sosyalizm mücadelesinin yarattığı değerlerle beslenen, bilimsel düşünce tarzını içselleştirmiş ve kendini yetkinleştirmiş, emperyalist-kapitalist sistemin her türlü saldırısı karşısında donanımlı bir kişilik, bizim için temel önemde olmalıdır.
Başta da belirttik. Sosyalizm bir yenilgi döneminden geçiyor. Ama bu kimilerinin utanmazca dile getirdikleri gibi, sosyolojik olarak kaçınılmaz, değiştirilemez bir sonucu ifade etmiyor. Sosyalizm hatalarıyla, zaaflarıyla, eksikleriyle ve emperyalizmin akıl almaz şiddetteki saldırılarıyla bir yenilgi aldı. Bunu kabullenmek durumundayız. Ama gerek yıkılan sosyalist ülkelerde bugün yaşananlar, gerekse emperyalizmin içinde bulunduğu durum -sürekli tekrarlanan demagojilerin aksine-, insanlığın tek çözümünün sosyalizm olduğunu gözlerimize sokarcasına gösteriyor. Öyleyse yapılacak olan şey, bu yenilgiden dersler çıkararak aynı yanlışlara düşmeden kendimizi yenilemek, sosyalist insanı, yeni insanı yaratmak için tüm gücümüzü seferber etmektir.
Çünkü biz insani değerlerin tarafıyız. Namusun, onurun, örgütlülüğün ve güzelliğin tarafıyız. Düzende yer kapmak için, ya da kendimizi yaşatmak için başkalarının sırtına binen, onları kullanan, ya da ekarte etmek için her türlü numarayı çeviren bir kişiliği, düzenin empoze ettiği ahlakı (ahlaksızlığı) reddeden bir tarafız. Biz devrimciler, dünya sosyalistleri, başarı, yetmezlikleriyle, insanlığın kavgasından yana olduk. İnsanlığı lekeleyecek hiçbir haksızlığın içinde bulunmadık. O yüzdendir ki onuru temsil etmenin başı dik insanlarıyız. Çürümenin, rezilleşmenin, değersizleşmenin insanlığı yok etmeye başladığı böylesi bir süreçte, biz aykırı olacağız…
Dipnotlar:
(*) Engels’in J. Marks’a yazdığı 15.8.1870 tarihli mektuptan
(**) Marks’ın L. Kugelman’a yazdığı 12.10.1868 tarihli mektuptan
Onur Yucel
Kasım 2018