“Faşizm; paramparça edilip yere serilmeden,
aramızdan hiç kimse dinlenme ve mola verme
hakkına sahip değildir.’’ Clara Zetkin
İçinden geçtiğimiz süreçte bölge ve ülkemizde bir dönüm noktasındayız. Bugün Türkiye ekonomik, siyasi, askeri, her alanda büyük kriz içinde. Ortadoğu’da izlediği tüm politikaları iflasa sürüklendi. Avrupa’da tam bir tecrit yaşıyor. Kendi içindeki çatlakları giderek büyürken diğer yanda yıllardır ülkede estirdikleri zulüm, saldırganlık karşısında tabanında kaygı içerisinde. Anayasa oylamasıyla hayır çıkarsa, bugüne kadar yan yana yaşadıkları tepede baktıkları komşularıyla nasıl yaşayacakları kaygısındalar. Toplumda tepki, öfke her geçen gün baskı ve şiddet karşısında sineceğini beklerlerken tam tersi giderek kabarıyor. Bu dönüm noktası yıllardır özlemini çektiğimiz, her türlü bedeli ödediğimiz, ödemeye de devam ettiğimiz idealimiz olan devrime dönüşebilir. Ya da bizler yaşanan tarihsel sürecin ciddiyetini kavrayamayıp, gerekliliğini yerine getirmeyip bu sürecin büyük bir yenilgiye dönüşmesi ve on yılları aşacak bir karanlık sürecin başlangıcı olacaktır. Onun için şimdi hemen devrim demeliyiz…
Çünkü günümüz koşullarında, emperyalizm ve işbirlikçi uşaklarının kendi içlerindeki çelişki ve çatışmalar yoğunlaşırken ve her gün bu çatışmada ittifak politikaları yer değiştiriyorken bizler bu çatlaktan faydalanmazsak, bu süreci değerlendiremezsek büyük bir fırsatı da kaçırmış olacağız. Onların kendi aralarındaki tüm it dalaşlarına rağmen biz ezilenler, yok sayılanlara yönelik boğma, imha ve saldırısı hep önde olacaktır. Bunun karşısında en temel insani değerleri sahiplenip korumak bile ciddi direnişleri, zorlu bedelleri göze almayı gerektiriyor. AKP-DAİŞ zihniyeti sınıfları tarihinde eşine az rastlanır boyutlarda sergilediği vahşetini, barbarlığını kanıksatma ve kabullendirme çabasını sınıflar mücadelesi perspektifiyle ele alıp değerlendirmek zorundayız. Bu yapılamadığında, yaşananlar karşısında oradan oraya savrulmak kaçınılmazdır.
Sınıf mücadelesi perspektifinden uzak bir yaklaşım, Türkiye oligarşisi ve onun temsilcisi RTE-DAİŞ’i ayrı görmek, bunların yek pareliğini görmemek, bir birinden ayırmak büyük bir siyasi körlük demektir. Bu bakış açısı yaşanan süreci manipüle etmede sahip olduğu olanak ve avantajlar karşısında direnişi küçümsemeye, hatta gereksiz görme, saldırıyı ve düşmanı abartma ya da tarafsız kalma, faşizmin saldırılarının sorumlusu devrimci mücadeleyi görme hatalarına kolayca düşmeyi beraberinde getirecektir.
TAK eylemlerinden dolayı; “SYKP, ÖDP, EMEP, Halkevleri genel başkan, sözcü ve yazarları yaptıkları ‘kınamala’ daha akıllarda. HDP de her zaman ki gibi bir ucundan bu kınamaya katıldı. Ama bunların içinde ÖDP ve onun akıl hocalarından Melih Pekdemir çok daha ileriye gitti.
Bir zamanlar Devrimci Yol’un önderlerinden Melih Pekdemir Bir Gün gazetesinde ki yazısında; “TAK, halk düşmanı bir örgüttür!” diye yazarak, “Hayır, hiç kimse ‘PKK ile TAK ayrı’ demesin. TAK bir takiyye örgütüdür. TAK tarafından yapılanlardan PKK sorumludur ve TAK için söylenenler PKK’ye söylenmelidir. Sol güçlere düşen görevlerden birisi de budur, bunu söylemektir.”
Bununla da yetinmiyor devrimcilere, devrimci hareketlere akıl vermekten de geri kalmıyor, “Demokrasi düşmanı, emek düşmanı ve özgürlük düşmanı AKP-MHP koalisyonuna, MC’ye karşı durabilmek için demokrasi düşmanı, emek düşmanı ve özgürlük düşmanı TAK lanetlenmelidir.” diyor.’’(Sorun TAK mı? yazısında)
Bu uzunca alıntıda da ifade ettiğimiz gibi faşizmin politikalarını görüp ona karşı direnişi örme yerine direnenleri suçlamak ve faşizme biat ederek savuşturacağını sanan liberal uzlaşmacı eğilimler kafa karışıklığı yaratması ile ona güç vermesidir.
Ne demek istiyorlar; “sizin eylemleriniz yüzünden AKP faşizminin terörü artıyor.” Aslında bunu derken, kendi reformist düzen içi politikalarının önlerinin tıkanmasından rahatsız olduğunu ifade ediyor. Biz bu anlayışın yabancısı değiliz, bu anlayış Devrimci Yol’un; TKP, TİP vb. geçmişte yapılanları bize anımsatıyor, “silahlı eylemler nedeniyle faşizm tırmanıyor” edebiyatının devamıdır. 1980 öncesinde de artan sivil faşist terör karşısında reformist kesim, “provokasyona gelmeyelim” anlayışı savunucuları aynıydılar.
İki sınıfın çatışma süreçlerinde, özellikle geçici yenilgi, ya da düşmanın güç göstermesi dönemlerinde bu tür savrulmalar karşımıza daima çıkar. Sınıf bilincinden yoksun emekçi kitlelerin yönelimlerini, davranışlarını belirleyen, tereddüte sürükleyen de bunlardır. Keza küçük burjuvazi gibi ara katmanlar da çarpışmanın keskinleştiği dönemlerde büyük oranda bu olguların etkisi altında belirlerler duruşlarını.
Bu dönemlerde stratejik konumlanış kadar, politik ve taktik atakların, açılımların da büyük önem arz ettiği süreçlerde, savunma ve karşı atağın yanı sıra düşmanın saldırılarının nedenlerini, hedeflerini, kapsamını da kitlelere kavratma noktasında genel geçer ajitasyon ve propagandanın ötesine geçmek zorunludur. Sağlam bir analize, güçlü ve sürekli bir propaganda faaliyetine dayanmayan, alternatifini ortaya koyamayan bir yöneliş başından itibaren bir kısırlık ve darlık taşıyacak, kitlelerin bilinçlerinde doğru bir şekillenme yaratamayacaktır. Yaşamın her alanında, her an sayısız yol, yöntem ve araçla düşman propagandasının bombardımanı altında tutulan kitlelerin yeterince açıklayıcı, kavratıcı ve sarsıcı olmayan birkaç görüşmeyle, birkaç bildiriyle saflaştırılıp kazanılması mümkün olabilir mi? Böylelikle hareketi hissetmesi, ona inanması, destek sunması ve giderek bizzat katılım sağlaması düşünülebilir mi?
Oysa faşist devlet her fırsatta güç gösterisinde bulunmasına, son derece etkili iletişim araçlarına sahip olmasına, beyinleri dumura uğratmak, bilinçleri bulandırmak için her türlü yolu denemektedir. Karşı-propagandayı en çirkin yöntemlerle sürekli gündemde tutmasına rağmen, (egemen sınıflar tarafından da sıkça dile getirildiği gibi) halkın yarıdan fazlasının mevcut düzene güven duymaması muazzam bir olanak değil midir? Halk düşmanı politika ve uygulamalarıyla kendi kendini teşhir etmekten kurtulamayan, tepeden tırnağa çürümüş bir düzeni bizler ne denli teşhir edebiliyoruz? Bunu sistemli ve yaygın bir çabayla, hayatın içindeki onca zengin yol, yöntem, araç-gereçle ve tam bir devrimci yaratıcılıkla ne ölçüde hayata geçiriyoruz? İşte bu sorulara pratik çabayla verilecek yanıt sayesinde, var olan nicel ve nitel güce sıçrama yaptırmak mümkün olacaktır. Güçlü bir pratiğin önünü aydınlatacak daha açıklayıcı ve ileri teoriyi oluşturmanın başka yolu ve zemini yoktur.
Öyleyse, öncü devrimcilere, inisiyatifi kelimenin tam anlamıyla ve tam bir iradelikle kullanması gerekenlere bu süreçte büyük görevler düştüğü unutulmamalıdır. Emekçi kitlelerin ezici çoğunluğunun bu zalim, zorba, hırsız, tacizci düzene karşı duyduğu hoşnutsuzluk salt bugünkü ekonomik-siyasal tükenişe, çürüyüşe bir tepki değildir. Tepkileri kolayca nötralize edilebilen, manipüle edilmeye açık vb gibi toplumsal özelliklerin yanı sıra, esas olarak gelecek umudunu güçlü ve diri kılacak alternatifler görememenin, bu noktadaki güvensizliğin rolü büyüktür. Emekçilerin öfke ve tepkilerini siyasallaştırma, kitleleri bilinç, moral ve motivasyon yanıyla çarpışma dönemlerine hazırlama, onlara önderlik etme görevini yerine getirme doğrultusunda yeterli çaba harcanmadıkça, istenilen sonuçlara ulaşmak mümkün olmayacaktır. Somut ve maddi bir güce dönüşmeyen, belli bir sistematiğe sahip olmayan öfkenin mevziler kazandığı, devrime yol açtığı görülmemiştir. En küçüğünden en büyüğüne tüm kazanımların altında ciddi bir bilinç, kararlılık, yaratıcılık ve ısrar vardır. Bunlardan yoksun bir pratik görece gelişmeler kaydetse bile, sonuçta kaybetmeye mahkûmdur.
Dünya ve ülkemiz sınıflar mücadelesinin ciddi engellerle karşı karşıya olduğu bir konjonktürde talanı, yalanı, her türlü ahlaksızlığı erdem sayan bir düşmanın binlerce silahlı gücüyle, katliamlar yaparken, teslim alan ve sindirmek için var olan direnişi ezmeyi düşündüğü koşullarda daha fazla katılımla direnmeye devam etmek düşmanı yenilgiye uğratma yolunda atılan önemli bir adımdır. Artık başardığını, zafere yakın olduğunu düşündüğü bir momentte ayağının altındaki toprak kaymaya başlamış, kaybetme korkusu her yanını sarmıştır.
Tarihte hiçbir çarpışma kesin ve nihai zaferi tek başına tayin etmez. Zira bugün asıl belirleyici olan, sosyalizmin dünya ölçeğinde prestij kaybına uğradığı bir süreçten geçip yeniden umut olmaya başladığı bir dönemdeyiz. Bu dönem devrim talebini, koşullarını yaratmıştır. Emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin kesin ezme tavrı karşısında, “taktik” adına geri çekilme ya da direnişten imtina etmenin yaratacağı sonuçları görüp görmemektir. Gelinen aşamaya kadar yaşanan kayıplar, ödenen bedeller, çarpışmadan kaçınarak ödenecek olanlardan daha ağır değildir. Bu iyi görülmesi gereken bir noktadır.
Başta faşist diktatörlük ve sözcüleri olmak üzere, belli kesimlerin katliamların sorumlusu olarak devrimcileri Kürt Özgürlük Hareketi’ni gösterme çabaları bazı kesimleri etkisi altında olanlar ve demokrat, aydın, ilerici kesimler “en demokratik” taleplerin bile ne tür bedeller gerektirdiğini bir kez daha görmüşlerdir. Zorlukları göğüslemeden, barışçıl yoldan zafere ulaşma vaazlarının beş para etmediği, etmeyeceği bir kez daha açığa çıkmıştır. Emekçilerin gerçek iktidarının ancak dişe diş ve dövüşe dövüşe elde edileceğinin, gerisinin ancak laf ebeliği olacağının altı kalınca çizilmiştir.
AKP-DAİŞ zihniyetli faşist devlet Kürdistan’da şehirleri, onlarca insanımızı alçakça katlederken, yüzlercesini izleri bir yaşam boyu sürecek sakatlıklarla yaşamaya mahkûm ederken, binlercesini tutsak almış, işinden etmiştir. Burada asıl hedefi yok etme, sindirme teslim almak iken ikilidir, bunu başarmadığı noktada, devrimci dinamikleri yoracağı, yıpratıp zayıflatacağı umutsuz düşürme düşüncesidir.
Ama çok iyi biliyoruz ki onların yaptığı rüzgâr ekmekten başka bir şey değildir ve fırtına biçmekten gecikmeyeceklerdir. Evet, önemli kayıplar verilmiştir, veriliyor. Görmeyen gözleri açacak, suskun dilleri çözecek denli sarsıcı ve güçlü bedeller söz konusudur.
Faşizmin sürekli olduğu bu coğrafyada, sürüngenler gibi yaşamaktansa ölümü tercih edecek yüzlerce, binlerce devrimcinin, yurtseverin varlığını hesaba katmayan faşizm, suçlarına yeni suçlar eklemenin ötesine geçmemiştir. Kürdistan da yaşanan katliamları anlatmaya insanın dili varmaz. Henüz örgütlü olmasalar da, milyonlarca emekçinin öfkeyle yatıp öfkeyle kalktığı, yarın hesabı yapamaz duruma düşürüldüğü bir ülkede, kimsenin yaptığı yanına kâr kalmamıştır, kalmayacaktır da. En temel haklarından yoksun bırakılmış milyonlarca insanın adeta kölece yaşatılmak istendiği ülkemizde, halkların eşitçe, özgürce ve insanca yaşaması için mücadele veren devrimciler öteden beri ölümlerle korkutulmamış mıydı? Bu ülkenin kentlerinde, kırlarında birkaç saatte onlarcasını katletmediler mi? Devrimcileri ağır ve insanlık dışı işkencelerle, kaybetmelerle yıldırmak istememişler miydi? Her gün idam korkusuyla yaşamaları için ellerinden geleni yapmadılar mı? Devrimcileri farelerin bile zor yaşadığı hücrelere pes etsinler, aman dilesinler diye yıllarca hapsetmediler mi? Henüz ömrünün baharındaki devrimcileri, yurtseverleri bir şafak vakti, tek pişmanlık sözcüğü dahi alamadan birer ikişer asmamışlar mıydı? Bu kanlı, kirli düzenin sahiplerinin denemedikleri ne kalmıştır? Neleri denemiş, ne sonuçlar almışlardı? Kısacası, ne zulüm yeni, ne de zulme karşı direnişin kendisi…
O halde bugün elzem olan, devrimci dili teoride ve pratikte yalın ve akıcı bir biçimde kullanmakta ustalaşmaktır. Yaşanan olumsuzluklar, yetersizlikler emperyalist efendilerin ve yerli işbirlikçilerinin “karşı konulmaz” iradeleriyle açıklamak doğru ve gerçekçi değildir diyorsak, buna inanıyorsak, bilinçlerdeki tahribatı, yenilgi psikozunu politik-pratik bir bütünlük içerisinde ortadan kaldırmanın hesaplarını bir an önce yapmak zorundayız. Bu başarılmadan yaşanan süreç karşısında sürüklenmelerin önünde set oluşturmak mümkün değildir.
Bugün yaşamın her alanında, daha örgütlü ve bilinçli bir duruşa gereksinim vardır. Yaşanan somut gelişmeler üzerinden değerlendirdiğimizde, her türlü manipülasyonla karşı karşıya olan kitleler bir yana, ilerici ve sol dinamiklerde de sosyalizme inancın zayıfladığını, özgüven yitiminin yaygın hale geldiği dönemin geride kaldığını görüyorsak, somut bir durum olarak tespit ediyorsak, bunun önümüze çıkardığı görevleri önemsemek durumundayız.
O zaman öncelikle Marksist-Leninist bilincin beyinlerde yeniden işlenmesi, bu bilincin gerektirdiği yaratıcılığın yakalanmasıdır. Olmazı olur kılan bir iradenin yeniden ve daha güçlü bir biçimde inşasıdır. Devrimci dili, devrimin dilini ustaca kullanacak bir iradenin yaratılmasıdır ki, bugün bu konuda atılan adımlar küçümsenmeyecek boyutta. Ama bunun yetersiz olduğunun da bilincindeyiz.
Böyle bir çabanın öznesi olmak, nerede yaşanırsa yaşansın ve koşullar ne olursa olsun, emperyalistlerin ve işbirlikçisi bir avuç asalağın çıkarlarının dayatıldığı bir dünyayı cepheden reddetmektir. Buna uygun düşünmek, yaşamda, pratikte buna uygun konumlanmak ve davranmaktır. Dayatılan her türlü teslimiyete karşı direnmektir. Faşizmin topyekün saldırısına karşı safları seyrekleştirmek değil, sıklaştırmak ve örgütlü davranışta ısrar etmektir. Bu mücadelenin öznesi olmak, yaşamdaki olumsuzlukları alt etmenin, engelleri ortadan kaldırmanın, zorlukların aşılmasının ancak emekle, sabırla, özveri, kararlılık ve cüretle gerçekleşebileceğini bilince çıkarmak ve bunun da bir süreç sorunu olduğunu kavramaktır.
Devrimci mücadeleyi zafere taşıma iddiasının sahipleri olarak, önce hissedilecek, sonra inanılıp güven duyulacak ve ardından da destek sunulacak, gösterdiği doğru hedefleri ölümüne başarmaya çalışacak bir tempo yaratmayı başarmalıyız. Faşizmin her türlü terör ve zorbalığa pervasızca başvurduğu, iktidarını sürdürebilmesinin doğrudan buna bağlı olduğu koşullarda, söylem ve eylem tutarlılığı bakımından emekçi halklarla bütünleşme yaşadığımız oranda sahiplenme ve destek sorunu yaşamayacağımızı ısrarla yineliyoruz.
Gelinen aşama yeterince tatmin edici değilse de, her türlü engele rağmen, kendi özgünlüğümüz açısından geçerli onlarca olumsuzluğa rağmen, doğru bir zeminde ilerlediğimiz kuşkusuzdur. Sorun, mesajlarımızı devrimden çıkarı olan kesimlere doğrudan taşıyabilecek ilişki ve yönelimlerin daha da netleştirilmesidir. Sorun, mücadelenin görevlerini her koşulda yerine getirme doğrultusundaki adımları atılırken, hedeflerde ve programda açılımlar geliştirebilmektir. Bunun başlıca koşulu ise, yaşadığımız ülke ve mücadelenin reddedilmez bir gerçeği olarak, faşizmin canı istediği zaman darbeler vuramayacağı bir biçimde kendi güvenliğini sağlayabilen bir konuma ulaşmaktır. Darbeleyen ama darbe almayı önleyebilen olmak. İhtiyacımız olan budur ve bu başarılacaktır.
Şemdin Şimşir
31 Mart 2017