Bu su hiç durmaz

 

31 Mart-23 Haziran seçim sonuçlarının etkisini önümüzdeki günlerde daha çok göreceğiz. Erdoğan iktidarının temel dayanağı olan sandık desteğindeki erime hem Erdoğan açısından hem de muhalefet açısından yeni adımları, hareket planlarını devreye soktu. Bayramdan sonra Anadolu turuyla başlayacağı söylenen toparlanma planının adımları belli ki bayramı beklemeden atılıyor.

Erdoğan’ın taktiği en kaba haliyle “ittifaka devam tahkim et, muhalefeti dağıt” olarak özetlenebilir. İktidar bu taktiği hayata geçirmeye çalışırken Suriyeliler ve Suriye sınırında savaş gibi kullanılışlı araçlara sahip.

İttifakı tahkim et muhalefeti dağıt

Geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan konularından biri Erdoğan’ın Bahçeli’yi, evinde ziyaret etmesi oldu. Bahçeli’nin görüşmeden hemen sonra İyi Partililere yaptığı çağrı, İyi Parti tarafından erken seçim hamlesi olarak yorumlandı. Ancak asıl dikkat çeken ziyaretin MGK toplantısından hemen sonra, YAŞ toplantısından ve “Ankara, ABD ile uzlaşamazsa Fırat’ın doğusunda sınır boyunca 32 kilometre derinliğinde bir güvenli bölgeyi tek taraflı askeri müdahaleyle kuracak” açıklanmasından hemen önce gerçekleşmesiydi. Kimi erken emekliliklere rağmen YAŞ kararları koalisyonun sürdüğünün göstergesi. Bahçeli-Erdoğan görüşmesinin, MHP tabanını memnun eden bu gelişmelerle birlikte okunduğunda ittifaka devam mesajı verdiği söylenebilir. Bahçeli ise bu mesajın İyi Partililer üzerinde etkisini hızlıca test etti. Çünkü muhalefetten koparılan her parça ya da kafa karışıklığı yüzde 50+1 dengesinde önemli olacak.

Koşullar değişse de Erdoğan bir kez daha iktidar bloğunu tutabilmenin ve muhalefeti bölebilmenin “denenmiş aracı” olarak savaşı kullanacak. Fırat’ın doğusunda oldukça geniş bir hat boyunca Kürt güçlerini çıkartma ve yerine Türkiye’deki sığınmacıları yerleştirme iddiasındalar. Her ne kadar “Rusya ve ABD’ye tavrımızı gösterdik, Fırat’ın doğusuna gireceğiz” açıklamaları yapılsa da ne ABD’den ne de Rusya’dan bunu onaylayan bir yanıt gelmedi. Hatta ABD Savunma Bakanı Ankara’da iki ülke heyetlerinin görüşmesi sürerken “Türkiye’nin tek taraflı bir operasyonu kabul edilemez” dedi. Sonuçta pazarlıklar sürüyor ve AKP daha azına yani kısmi bir operasyona da razı.

BBP’sinden MHP’sine her dönemin devletçi ve emperyalizm işbirlikçisi unsurları savaşı ellerini ovuşturarak beklerken CHP’nin çıkıp devletin güvenliği gerekçesi ile operasyona örtülü ya da açık onay vermesi ülkenin aynı senaryoyu bir kez daha yaşaması anlamına gelecek. Şimdi soru şudur; Suriye sınırına oluşturulacak ve içine mültecilerin ve elbette cihatçıların doldurulacağı “tampon bölge” neyi çözecektir? YPG’nin saldırılarını engelleyeceği yalanını kimse dillendirmesin, çünkü ne böyle saldırılar ne de böyle bir niyet mevcut. Açıktır ki “tampon bölge gerekli” safsatası Erdoğan’ın emperyalistler arası oynadığı rolün bir parçası ve bir başka ülkenin topraklarını işgal ve yerleşme niyetinin göstergesidir. Savaşa verilecek desteğin ne ülke savunmasıyla ne de bölge halklarının yararıyla alakası vardır. Bu girişime destek olmak tek bir işe; Erdoğan’ın zayıflamaya başlayan diktatörlüğünü onarmasına yarar.

Bu noktada HDP’nin “Başta CHP olmak üzere parlamentoda yer alan ve parlamento dışında olan tüm siyasi partileri toplumsal barış için sorumluluk almaya ve savaş politikalarına karşı çıkmaya çağırıyoruz” açıklaması anlamlıdır. Ancak yeterli midir? Bugün bölge halklarının çıkarlarını savunmak, tutarlı bir anti-emperyalist çizgi ve savaş politikalarına karşı mücadeleyi gerektiriyor. Bu savaşın halklar arası kardeşliği zedeleyen, komşu ülkenin egemenlik haklarını ihlal eden haksız bir savaş ve asıl olarak sınır ötesini değil sınır içini hedef alan bir iktidar savaşı olduğunun halka anlatılması sosyalistlerin önemli görevlerinden biri. Bu toprakların yurtseverleri, devrimcileri savaşın karşısında daha önce gösterdikleri iradeyi yine gösterecektir.

Savaş politikalarıyla bağlantılı ve muhalefeti bölen hamlelerden biri olmaya aday bir diğer mesele Suriyeli sığınmacıların geri gönderilmesi. Yıllardır savaş politikalarını sürdürmenin ve emperyalistlerle pazarlık yapmanın bir aracına dönüştürülen Suriyeli sığınmacılar, yerel seçimlerden hemen sonra bu kez düşmanlaştıran bir dille Süleyman Soylu tarafından gündeme getirildi. Suriyeliler ve Türkiye’deki göçmen sorunu çok katmanlı ve derinlemesine çalışarak politika üretilmesi gereken bir konu. Ancak kesin olan bir şey var ki, Suriye topraklarında cihatçı çeteleri besleyerek savaşı kışkırtan ve şimdi de aynı savaşı sürdürme konusunda ısrarcı olan AKP’nin hesap vereceği yerde, Suriyeliler üzerinden hem toplumu hem de muhalefeti kamplaştırmasına izin verilmemeli. Dahası Suriyeli sığınmacıların mağduriyetlerinin giderilmesi ve AKP’nin sığınmacıları bir siyaset aracı olarak kullanmaması için mültecilik haklarının bir an önce tanınması talep edilmeli. Bugün sosyalistler, dünyada Erdoğan benzeri bütün faşist iktidarların gücünü sağladığı göçmen düşmanlığının ülkemiz topraklarında halkları bölen bir araca dönmesini engellemek için önce en yakınından başlayarak somut politikalar üretmeli, savaş siyasetini yaygın bir şekilde teşhir etmelidir.

Ne yaparsa yapsın Erdoğan’ı çevreleyen üç büyük sorun varlığını sürdürüyor. Ekonomik kriz, S-400 kriziyle iyice büyüyen ABD-Rusya ile ilişkiler ve tabii ki seçmen desteğindeki erime. Bu sorun alanlarının hepsi birbirinin içine geçmiş vaziyette. Erdoğan seçim yenilgisinde en etkili nedenlerden biri olan ekonomik krizi yokmuş gibi göstermeye çalışıyor. Faizlerin düşmesiyle enflasyon düşecek dese de Temmuz ayı enflasyonu 2003 yılından bu yana kaydedilen en yüksek orana ulaştı. Kamu işçisine zam yapmamak için kırk takla atanlar zorla faiz düşürünce harcamaların artacağını varsayıyor. Fakat, hangi gelirle? Halkın can alıcı sorunu burada birikiyor.

Dağa yürüyen insan seline kulak verelim

Tüm bu krizler sürerken ülkenin oksijen deposunda bir ekoloji direnişi patlak verdi. Kaz Dağları’nda altın aramak isteyen Alamos Gold’un, bölgenin doğasını ve suyunu yok edecek çalışmalarına #KazdağlarıHepimizin denilerek karşı çıkıldı. Üstelik sadece Kaz Dağları’nı değil, Salda Gölü’nü, Munzur’u, Hasankeyf’i de savunan bir tepki hareketi oluştu. Bu durumda yıllardır biriken mücadelelerin yanı sıra yerel seçim sonrası oluşan “kazanabiliriz” atmosferinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz. Kaz Dağları’ndaki direnişi, özellikle CHP’li Çanakkale Belediyesi’nin sahiplenmesi muhalefetin güçlenmesinde ve sesini tüm ülkeye yaymasında etkili ve olumlu bir katkı yapmıştır. Hatta bundan sonrası için tüm belediyelere örnek olması gereken niteliktedir. Ancak açıktır ki ülkemizde ekoloji mücadelesi ne CHP içine hapsedilebilir ne de CHP’ye terk edilebilir. CHP’nin ister parti teşkilatı isterse belediyesi, bu mücadelenin sadece bileşenlerinden biri olabilir. Ekoloji mücadelesi çok bileşenli, çok katmanlı ve mutlaka sosyalistlerin öncülüğünde yürütüldüğünde kapitalist sistemin azgınlığına ve Erdoğan’ın talanına “dur” denilebilir. Sosyalistler AKP iktidarının sermayeyle kurduğu yağma ve hırsızlık ittifakına karşı oluşan bu öfkeye doğru bir eylem çizgisi kazandırmakla ve halkı direnişin aktif bir öznesi yapmakla sorumludur.

Toplumsal muhalefet için ders niteliğinde iki kritik olay yaşandı; CHP’li Torbalı Belediye Başkanı’nın oğlunu belediye şirketine müdür yardımcısı olarak ataması ve CHP’li Karaburun Belediye Başkanı’nın da belediye şirketinde kendisini müdür sıfatıyla görevlendirmesi. Daha sonra bu iki isim de kararlarını geri çektiler. Hem atama hem geri çektirme şunu göstermiştir; seçme iradesi, basitçe “iradeyi devretmeye” terk edilirse suiistimaller kaçınılmazdır ve CHP’li belediye başkanları da bundan muaf değildir. Toplumsal muhalefet unsurları kontrol ve denetleme görevlerini yerine getirdiklerinde ise yerel yönetimlerdeki “kaçak”ların oluşmasını engelledikleri gibi AKP’li belediyeler de dâhil olmak üzere toplumsal baskı büyütülebilir. Bu müdahalelerin sosyalistlerin öncülüğünde yapılması ise egemenler karşısında (kim olursa olsun) halkın bağımsız bir güç olmasının kanalını büyütür.

AKP’den alınan belediyelerde önemli bir gelişme de belediye çalışanlarının sendikalarında yaşanıyor. Şimdilik düşük oranlarda olsa da Hak-İş üye kaybederken diğer konfederasyonlarda üye artışı yaşanıyor. Ve elbette Tüm Bel Sen’de.* Türkiye’de sendikalaşma oranının en yüksek olduğu iş kolu genel hizmetler. Hizmet-İş’in 202 bin 572 üyesine karşılık Genel-İş’in 95 bin 42 üyesi var. Ancak CHP’nin yönetimlerde olmasına rağmen belediye emekçilerini DİSK’e ve KESK’e bağlı sendikalara üye yapma konusunda çok da “istekli” olmadığı görülmektedir. Bu durumun kabul edilmesi veya CHP’li belediye başkanlarının icazetine bırakılması düşünülemez. Hedef CHP’li belediyelerde çalışan tüm emekçilerin, DİSK ve KESK bünyesinde meşru ve kararlı bir mücadele içinde sendikalaşmalarını sağlanmaktır.

***

Dağa yürüyen insan seline hem kulak verelim, hem güç verelim. Türkiye’nin farklı bölgelerinden Kaz Dağları’na akan binlerce yaşam savunucusu bu ülkede suyun hiç durulmayacağını bir kez daha gösterdi. Yaz sıcağı, seçim rehaveti vs. hiçbirinin bir önemi yok yeter ki kendine akacağı meşru bir kanal bulsun. Yağma ve hırsızlık ittifakının karşısında bu su hiç durmayacak.

Dipnot:

* 31 Mart’taki belediyelerdeki değişimle birlikte KESK’e bağlı Tüm Bel-Sen’in üye sayısı yıllar sonra ilk kez arttı. Tüm Bel-Sen’in üye sayısı 18 bin 797’ten 21 bin 64’e yükseldi. Ve artmaya da devam ediyor.)

7 Ağustos 2019 sendika.org

Önceki İçerikMazlum Ebdî: Tüm sınır güvenliği sağlanmalı
Sonraki İçerikKayyum, soygun, terörle gelirler, direnişle giderler