03.10.2011
Panoramik özet:
Devrimci Cephe’nin çok uzun zamandır belirlemesini yaptığı tarihsel gidiş artık giderek pratik bir süreç halini almaya başladı;Türkiye’nin de doğrudan bir aktörü olacağı bölgesel savaş artık her kesim tarafından görülür olmakta.
Sürecin gözlemlenmesinde aslında ikili bir durum söz konusu; bir yandan, yukarıda belirttiğimiz gibikimi tarihsel öngörüler giderek daha somut güncel veriler haline dönüşüp belirginleşirken, bir diğer yandan da, her savaş ortamı gibi, momentin belirsizlikler düzeyi gelişiyor.
Savaş henüz uzakta bir tarihsel olasılık olarak kendini belli ettiğinde oldukça net bir şekilde görülüp tarif edilebilen iç akıntılar, kaosun içine girdikçe karmaşanın kendisi olarak karşımıza çıkmaya başladı. Savaş, doğrusal olmayan ya da doğulu tarihsel dinamiklerin devreye girdiği çapraz ilişkilenmeler üzerinden bölgesel somutunda ele alındığında, tanımındaki“belirsizlikler-çoklu olasılıklar ortamı” iyice koyulaşıyor.Örneğin, ABD emperyalizminin işbirlikçisi olarak iktidara getirilen AKP’nin İsrail’le arasındaki gerilimin bölgede başka kırılma alanları yaratmakta olduğundan; örneğin, PKK’ye karşı oluşturulmakta olan TC-İran yakınlaşmasının TC-Suriye geriliminin yerini almakta olduğundan söz edilebiliyor.
Bu karmaşık ilişkiler içinde sürece doğru bir çözümleme getirebilmek için resme biraz, deyim yerindeyse, zaman içinde uzaklaşarak bakmakta, bölgesel savaş olasılığının güncel verilerinibugüne kadar tarihsel zorunluluğunu ortaya koyduğumuz akış üzerinden gözden geçirmekte yarar vardır.
Devrimci Cephe okurları,emperyalizmin doğuyu entegre politikaları ve verili yeniden paylaşım sürecindeki iç eğilimleri hakkında oldukça geniş bilgilenme imkanları bulabilmişlerdi.Burada izleyebildiğimiz gibi, W. Bush döneminde, geleceği “Amerikan yüzyılı” kavramında şekillendirmek isteyen neo-con’lar başarısız kalarakyerlerini Baker-Hamilton uzlaşısına bırakırken, bu uzlaşının arka planını oluşturan Brzesinsky’nin “Seçenek” planına karşı kendi eski yaklaşımlarındaki ısrarlarını “Zaferi Seçmek” pesiyle sürdürmüşlerdi.
Söylemeye gerek yok ki,farklı peler, uluslararası finans kapitalin değişik sermaye yapılanmalarının ihtiyaç farklılıklarıüzerindenortaya çıkmaktadır. İki plan arasındaki temel farklılıklar üzerine kısa bir hatırlatma bağlamında denebilir ki;petrol, askeri sanayi ve finans önderlikli neo-con politikalar tümüyle Amerikan hegemonyasındaki bir küresel sistem hayalini gerçekleştirebilmek için gerekirse doğrudan Amerikan özgücüyle yürütülecek bir askeri programa dayanmayı öngörürken, özellikle Bush döneminde neo-con tercihin zaaf ve açmazlarını gören bilişim ve teknoloji önderlikli reel sermaye grupları Amerikan ve Avrupa sermayeleri arasındaki bir dayanışmayla verili kriz konjonktürünü aşarak Ortadoğu üzerindeki emperyal hegemonyayı yenilemeyi uygun bulmaktadırlar.
Bu yaklaşım farklılıkları itibariyle neo-con’lar Amerikan halkına Vietnam Sendromu’nu aşacak kertede cenazelere alışmayı önerirken, diğerleri böyle bir sürtünmeli sürece başta Amerikan toplumsal birliğinin dayanamayacağı görüşündeydiler. Neo-con’lar çok dolanmadan doğrudan İran’a yönelmeyi, bunun için –başka kaynaklarında islamofaşizm olarak niteledikleri- islamın hiç bir türüyle “ittifak” temelli ilişkilenmenin gereksizliğini vurgularken, diğerleri özellikle Filistin konusunda odaklaşan ve bu zeminde ağırlıkla İran’ın hesabına yazan islamdayanışmasını bozmayı esas alıp, hatta süreci kontrol dışında akıtmak isteyen İsrail’in İran’a yönelik olası hava operasyonlarına karşı icabında İsrail uçaklarının vurulmasından bile söz edebiliyorlardı.
Zaman geçip, Obama’nın –ayrıntısını burada tartışmaya gerek olmayan, ama esas olarak finansal kriz zemininde sürdürülmek istenen küresel dengelerin kısıtlayıcılıklarından kaynaklı- başarısızlıkları, ABD önderlikli emperyal süreci işlemez hale getirmeye başlayınca neo-con politikalar kendi yaklaşımlarını yeniden pratikleştirmeye yöneldiler. Amerikan parlamentosuna yasıyan başarılı performanslarını İsrail’in sürece doğrudan müdahaleleriyle bölgesel/küresel politik gündeme de etkin kılmaya başladılar. Bu gelişmede Mavi Marmara olayı önemli bir moment oluşturdu.
Mavi Marmara olayı gerçekleştiğinde sadece ülkede değil, izleyebildiğimiz kadarıyla ülke dışında da konuya getirilen belirgin yaklaşım Türkiye-İsrail arasında arızi bir gerilim tarifinden öte geçmedi. Devrimci Cephe satırlarında ise olay, “politik geleceğe yol çizme ihtimalinde olan bir provokasyon”[1]olarak adlandırılmıştı. Anılan “politik gelecek” ise elbettteki bölgesel/küresel savaş’ın kendisiydi.
Yeniden derinleşen küresel finans krizi ve Demokratların savaş bütçesi açıklarında kuyruğu iyice Cumhuriyetçilerin onayına kaptırması gibi güncel verilerin ışığında bir yılı aşkın bir zaman öncesinde yazılan şu satırlar gereksiz bir tekrar olmaktan çıkmaktadır: ”İsrail saldırısı, mevcut Amerikan politikalarına, Obama’yla yürütülmeye çalışılan emperyalist bölge politikalarına, Baker-Hamilton uzlaşmasına karşı yapılmıştır. Neocon-Siyonist çizginin sürece müdahalesi ve inisiyatif alma hamlesidir. ‘Satranç’tan ‘Seçenek’e kayarak bütünleşik bir küresel politikaya ulaşan dünya emperyalizmine yeniden ‘Zaferi Seçmek’i dayatan bir hamledir. Ve küresel finanskapital krizinin ‘V’ den ‘W’ ya doğru seyrettiğinin artık akademik değil gündelik değerlendirmelerin konusu olduğu bir konjonktürde uluslararası emperyalist karar vericilerin bu dayatmaya diretme şansı oldukça azdır.”[2]
Bu satırların yazılmasından bu yana yaşanan en önemli siyasal gelişme, “Arap Baharı” olarak adlandırılan islam coğrafyasının bölgesel savaşa göre düzenlenmesiydi. Obama’nın imdadına yetişen bu süreç emperyal politikalarda yeniden bölgesel ittifaklara verilen önemi öne çıkarırken bu gidişin elbette İsrail’i rahatsız etmemesinin koşulu yoktu. İslamın herhangi bir türüyle yapılacak ittifak, küresel sistemde Filistin’de ikili devletleşmeyi kaçınılmaz kılacaktı. İsrail bu yüzden Arap Baharı’nda özellikle geliştirilen sünni Kayseri-Kahire hattını bu kez Kahire ucundan da kanırtmaktan geri durmadı ve nasıl olduğu henüz tam açığa çıkmayan İsrail içindeki bir eylem üzerinden Mısır’lı polisleri öldürerek İsrail’in içinde bulunacağı bir kampla,İran’a karşı da olsa,islami bir ittifakı zeminsiz kılmanın hamlelerini geliştirdi. Mısır halkının İsrail konsolosluğu üzerine yürüyüşü İsrail’in eylemli diplomasisinin başarılı bir sonucu olarak okunmalıdır.
İsrail’in hamlelerinden ve sonuçlarından bölgesel dengelere ve sürece ilişkin bir çok şeyi saptamak mümkün olmaktadır. Birinci olarak, Obama politikalarının bu zeminde neo-con politikalara yenik düştüğü Abbas tarafından BM gündemine getirilecek olan Filistin Devletleşmesi üzerine görüşmeleri engelleme çabasından kolayca izlenebilmektedir, çünkü bu zeminli bir takvim bizzat Obama yönetimi tarafından şekillendirilmişti ve şimdi İsrail’in daha ileri provokasyonlarını engellemek adına Abbas bastırılmaya çalışılmaktadır. Amerika Filistin gündemini engelleyemeyince veto kararını da şimdiden ilan etmek durumunda kalmıştır. Yani Brzezinsky’nin planına göre İran müdahalesinin öngününde halledilmesi gereken iki devletli Filistin çözümü bizzat bu planın hazırlayıcıları tarafından geri çekilmiş durumdadır.[3]
İkinci olarak İsrail’in provokatif siyaset tarzından, İran’a yönelik emperyalist müdahalenin askeri tarzını çoktan garantilemiş olduğunu, üzerine kendisi için ek bölgesel avantajların düzenlemesini yapmakta olduğunu gözlemek mümkün olabilmektedir. Görüldüğü gibi, Obama politikalarının tıkanıklığı, emperyalist politikaların iki temel eğilimini neo-con renklerin giderek daha koyulaştığı bir zeminde buluşmaya doğru getirmektedir. Tamamlayıcı bir gelişme olarak, küresel emperyalizmin Suriye kapılarına dayanması göstermektedir ki; Obama yönetimi, bir yandan finansal krizin hem Amerika hem de Avrupa finanskapitalizmi için artık taşınamaz hale gelmesi,diğer yandan İsrail’in keza kendi toplumsal yapısında açığa çıkan gerilimler ve ideolojik tahammülsüzlükleri üzerinden yaptığı dayatmaların bunaltıcılığı karşısında, Hazar ötesine geçişi politik olarak bugüne kadar yönetmeye çalıştığı gibi İran’ın içsel dönüşümlerini zorlayan bir sabırla değil, doğrudan askeri temelde çözme planına artık daha yatkın hale gelmiş durumdadır.
Trans Atlantik politikaların çerçevesinde görünüyor olsa da, Arap baharı,emperyalist saldırganlık temelinde buluşanbütün küresel eğilimlere oldukça uygun birkonjonktürel fırsat sunmaktadır. “Bahar” kavramıyla meşrulaştırılan “yeniden sömürgecilik” hamlesi şimdi Suriye kapısına dayanmış durumdadır. Daha önceki bölgesel siyasal değişiklikler gibi Suriye’ye dayatılan politik değişim de emperyalizmin demokrasi düşkünlüğünün eseri değildir; İran ittifakı zeminindeki bölgesel direniş politikalarından vazgeçmesi doğrultusundadır.
Niçin Suriye?
Amerikan pragmatizminin bile,bütün “küçük ve çorak”lığına karşın Suriye kapılarına gelip dayanması, sanki bölgedeki tarihselliğin, reel politiğin bile onsuz oluşturulamaz gücünü bize gösteren bir politik somutluk halidir.
Ortadoğu’daki tarihsel aşamalar, bütün ileri hamlelerini Suriye coğrafyasında yapmıştır, dersek yanlış olmaz. Mezopotamya’nın ilk kent devletleşmeleri bu coğrafyada olmuştur. “Antika büyük Yakın Doğu Uygarlıkları’nın (Irak ve Mısır’ın) kavşak noktası Suriye idi.” Ve bu nedenle, “kendi ne denli küçük, çorak olursa olsun, Suriye ve Şam, İslâm dünyasının çevresinde döndüğü vazgeçilmez mihveri olarak kalacaktır.”[4]
İslam sadece ilk devletleşmesini Şam vilayeti üzerinden yapmakla kalmamış, Muaviye’nin Medine bezirganlarının sahtekarlıklarıyla Şam valiliğine atanması, Medine-Şam kıskacında islamın kurucu komünal yapısının tasfiyesini getirmiş ve devlet islamının gerici sünni bezirgan karakterini perçinlemiştir.Dün, “İslâm Dünyası’nın gelişimine Suriye’de toptan bakış, İslâm Rönesansı üzerinde oldukça genel bir kanı edinmeye yarayabilir.”[5] idiyse, bugün,Suriye üzerine yönelik hamle, sanki Baas devrimleriyle az çok kısıtlanan Muaviye islamının emperyalist yeniden sömürgeciliğe uygun bir şekilde bir kez daha yapılandırılması olarak görülebilir.
Şam’ın, Mekke- Medine’yi söndürecek tarzda merkezileşmesi nasıl Umman üzeri akan kadim Güney Yolu yerine Orta yol ve Filistin kavşağı üzerindeki egemenliği nedeniyle mümkün olmuşsa, aynı şekilde,Filistin üzerindeki hakimiyeti Şam’ı sadece islam açısından değil, Arap milliyetçiliği üzerinde de belirleyici kılmıştır. Kendini bir parçası olarak konumlandırdığı yeni bir Arap milliyetçiliği tanımıyla Nasır’ın Mısır merkezli dar Arap milliyetçiliğini kırabilmek,Filistin meselesiyle bütünleşiklik üzerinden aldığı güçle Suriye Baas’ının ideolojik ve siyasal atağı olabilmiştir.Bir çok ülkeye bölüştürülmüş Arap milleti açısından toplayıcı siyasal ve ideolojik öge Filistin olduğu sürece Suriye bölgesel Arap davranışının önemli bir belirleyeni olmaya devam edecektir, çünkü Siyonizmin işgalinde sadece Filistin değil aynı zamanda Suriye toprakları da bulunmaktadır. “İşgal edilmiş topraklar” kavramı, bölgede anti-siyonist, anti-emperyalist Arap politikasının merkezine Suriye’yi kaçınılmaz bir şekilde oturtmaktadır.
Bu kaçınılmazlık gereği Suriye, Filistin toprağı Lübnan politikasının da bir parçasıdır. Lübnan, Şii hilalinin önemli bir halkası olan Hizbullah’ın vatanıdır.Geçtiğimiz zaman içinde emperyalizm ve siyonizm, Suriye ordularının Lübnan’dan çıkartılmasını başardılarsa da, 2006’da İsrail saldırısında görüldü ki, Hizbullah ve Komünistlerin direnişi Lübnan’ın emperyalist ve siyonist zincire vurulmasının önünde büyük bir engel olarak durmaktadır. 2006’da İsrail, Hizbullah’ı tasfiye ederek Lübnan’a egemen olabilseydi, emperyalizmin Suriye’yi içeren yeniden yapılandırma programı belki İran saldırısının sonrasına da bırakabilirdi. Ancak mümkün olmadı. 2006’da İsrail’in Lübnan’da yaşadığı “mufacaa”yı bir kez daha yaşamadan aşabilmesinin konvansiyonel yegane tedbiri Hariri koalisyonuyla birlikte Hizbullah’a yeniden saldırabilmektir. Lübnan’daki işbirlikçi güçlerin böyle bir ittifaka yönelebilmesi ise ancak Suriye’nin başının belada olmasına, ancak Lübnan’la uğraşamayacak kertede kendi derdine yoğunlaşmak zorunda kalmasıyla mümkündür.
Özetle; emperyalizmin, Libya’da izlediğimiz filmi Suriye’de de gösterime sokmaktaki ısrarı, Lübnan’da 2006’da yaşanan “sürpriz”i yeni koşullarda geçersiz kılmak içindir.2006’da akamete uğrayan girişimin yeni koşullarda yenileneceği açıktır. Ya da başka cümlelerle söylersek, Suriye’nin bir şekilde emperyalist orduların saldırısına maruz kalmasının ardından gelecek hamlenin İsrail’in Lübnan’a yönelik yeni bir işgal operasyonu olması mümkündür. Aksi durum, yani Suriye hamlesinin Lübnan üzerinden İran’a yönelik bir ön hamle olarak ele alınmadığı koşullarda bu hamlenin yukarıda açıklandığı gibi tarihsel ağırlığı gene ortadan kalkmaz ama pratik süreç için dayatıcı bir öncelliğinden söz etmek gerekmeyebilirdi. Oysa olayları gözleyen herkesin kolayca görebileceği gibi güncel bölgesel süreç Suriye kapısındadır.
Madem ki emperyalist satrancın güncel taktik hamlesi Suriye müdahalesidir, o halde emperyalistlerin böyle bir hamleyi kendilerine yeni ve güçlü –hele ki bölgesel- bir katılım sağlamadan yapamayacaklarını oldukça zorlanarak tamamlanan Libya süreci yeterince göstermiş durumdadır. Stratejik hamle Suriye ise taktik taş Türkiye olmaktadır.
TC’nin Pozisyonu:
Küresel süreç bölgesel fırtınanın odağına doğru ilerlerken Erdoğan ve yeni Türk burjuvazisi 12 Eylül referandum sürecinden itibaren yaptıkları hamlelerin sonucunu 12 Haziran seçimlerinde %50’lik oy desteğiyle almış bulunuyor.
Devrimci Cephe okurları, Türkiye toplumunun “sivil toplum” olmaktaki tarih-toplumsal engellerinin, kadim yapısını aşamamış toplumsal formasyonlardaki ezilen yığınların davranışlarında görüldüğü üzeresadece sinmeye, geri çekilmeye değil aynı zamanda kendini Poseidon’vari cehennemlere uğurlayan bir içe çöküş kendiliğindenliğine yol açabileceği uyarısını almışlardı.[6] Bu tarih-toplum gerçekliğine hala gözünü kapayan, bütün sosyo-siyasal çözümlerini batılı modernite örneklerinden edinmeye çalışan Türkiyeli “demokrasi güçleri”nin bu sonuç karşısında şaşırmaktan ve ağlaşarak kaderlerine razı olmaktan başka çareleri yoktu. Öyle de yapıyorlar. Ancak emperyalist ve sömürgeci savaş arabaları, liberal ve sol küçük burjuvalardan oluşan bu iradesiz güruhu tekerleklerinin altında çamurlara gömerekbölgesel yeniden paylaşım sürecini koşmayı sürdürüyorlar.
Yeni Tük burjuvazisiülkede pekiştirdiği iktidar gücüyle yeniden paylaşım kavgalarının iyice oynaklaştırdığı kaygan Ortadoğu toprakları üzerine kendi bayrağını da iliştirebilmeyi başardı.İsrail destekli neo-con itirazlar ve batılı emperyalistlerin doğulu bir ittifaka duydukları güvensizlik bugün de hala sürüyorken[7] Erdoğan’ın yeni Türk burjuvazisinin bayrağı için de bir yer bulabilmesi için elbette sadece ülkedeki egemenlik koşullarını güçlendirmesi yeterli olamazdı. Erdoğan, uluslararası emperyalizmin dereyi geçerken at değiştirmek istemeyeceği gerçeğini de arkasına alarak pozisyonunu güçlendirecek iki hamle daha yaptı. Bunlardan birincisi Suriye’ye müdahale aracı olmayı kabul etti, ikincisi bölgesel savaşta İsrail’i koruyan, İran’ı tehdit altına alan füze kalkanı sisteminin Anadolu topraklarına yerleştirilmesini kabul etti.
Bu anlaşma, hem Türkiye-İsrail arasındaki gerilimin aslında İsrail yönlendirmeli bir gerilim olduğunu, hem de Türkiye’nin, bölgesel güçler mevzilenmesindeki yerini son derece net bir şekilde göstermiştir. Türkiye bu anlaşmayla, emperyal sistemin, başta İran olmak üzere doğu haklarına karşı mevzilenmesinde bir ileri karakol olduğunu tescil etmiş durumdadır.
BM zemininde Erdoğan-Obama görüşmesi üzerine yapılan bütün mütalaalar “füze kalkanı anlaşmasıyla birlikte ABD ve TC arasında yeni bir dönemin başladığı” üzerinedir. Erdoğan’ın ve AKP’nin kendi üzerlerindeki “eksen kayması” vb gibi büyük ölçekli emperyal kuşkular artık gündemden kalkmıştır.
Kendini ancak dolaşım süreçlerinde var edebilen bir sermaye sınıfı olarak yeni Türk burjuvazisinin , kendi gelişiminin ileri evrelerini ancak küresel finans kapitalizmin daha geniş çaplı yörüngelerine atlamakta bulabileceğini ve ülke zemininde Türkiye geleneksel finans kapitaline karşı yürüttüğü egemenlik kavgasını bile uluslararası finans kapitalin birikim süreçlerinde yer almakla sürdürebildiğini; bu nedenle yeni Türk burjuvazisinden ne Hamas gibi ideolojik temelli siyasal bir direniş çizgisinin, ne de, Sykes-Picot’a atıfla, Kürdistan haritasını yeniden çizmede emperyalizme karşı bölgesel egemenler arasındaki bir AhmediNecat-Erdoğan anlaşmasının çıkabileceğini belirlemiştik.[8]Çok yıllar öncesinden saptadığımız gibi, küresel gidişin tarihsel diyalektiği TC’yi İran’a karşı emperyalizmin ileri kolu olmaya mahkum etmiştir.
Kürt Süreci:
Barış ve Savaş ya da Hayaller ve Gerçekler
Emperyalizm-TC ilişkileri artık Erdoğan-Obama anlaşması üzerinden sürdürülecekse, Suriye müdahalesi ve füze anlaşmasıyla somutlanan emperyal talepler karşısında yeni Türk burjuvazisinin bölgesel talepleri de bu anlaşmaya içkin olarak küresel bir kabule gelmiş demektir.
Bununla birlikte bu anlaşma, tarafların verili aşamada TC-Kürt sorununun çözümüne ilişkin temel yaklaşımlarında esasa ilişkin önemli farklılıklar bulunduğu gerçeğini etkisizleştirmez, değersizleştirmez.
Çözümlememizi daha ilerletmek için burada önce metodolojik bir ayar gerekmektedir:
Bundan böyle, yani; Ortadoğu merkezli yeniden paylaşım krizine içkin bütün gerilimlerin artık nihai hesaplaşmaya dönük tarzda bölgeye iyice yığılmaya başladığı verili siyasal süreçte bölgede söz sahibi olan ve olmak isteyen güçlerin karşıtlıklar içinde birlikte yürümeleri ya da birlikte yürürlerken bile karşıtlıklarıyla mücadele etmelerikafamızı karıştırmamalı, görüşümüzü bulanıklaştırmamalıdır. Zamanı iyice daralan bölgesel savaşın dayatıcılığında bölgeye ilişkin politikalarda artık stratejik ve taktik düzeyler aynı gündelik politikaya yansır hale gelmiş, içiçe yürür olmuşlardır. Sürecin gelişim yönünü saptayabilmemiz için sadece doğru denklemler kurmak yeterli değildir; düzeyler karmaşasında doğru değerleri doğru yerlerine koyabilmek de gereklidir. Kaos içinde belirleyici akıntıları seçebilmemiz marksizmin tarih ve toplum diyalektiğini ne kadar başarıyla kullanabildiğimize bağlı olacaktır.
TC- Kürt sorunu, bu çerçevede, bölgeye ilişkin olaylar yığını içinde gidişe yön verecek çekirdek olay olma niteliğiyle, kendi içindeki iç akıntıların her birinin bir bütün olarak bölgesel çözülmenin yönünü etkileme gücüyle oldukça özel bir nitelik göstermektedir.
Amerika’nın, özellikle bölgesel savaşın öngünlerinde ihtiyaç duyduğu acil çözüm, Cengiz Çandar’ın TESEV raporunda belirttiği gibi “Kürtlerin ulusal talepleri, kimlik hakları ve bu konularda yapılması gereken yasal düzenlemeler”e hiç takılmadan “PKK’nin silahlarını sonsuza dek nasıl bırakacağı”; yani kimin ne alıp verdiğinden bağımsız olarak mutlak bir TC-PKK anlaşmasıyken[9], yeni Türk burjuvazisi soruna, yeni sermaye birikim sürecinde kendi doğal hinterlandı olarak gördüğü bölgeyi kent-kasaba eşrafı, acenta-bezirgan ilişkileri üzerinden islamcı ideolojinin yapıştırıcılığında merkezine artık kendisini koyduğu TC zemininde yeniden yapılandırmak stratejisiyle yanaşmaktadır.
Bu farklılıklar üzerinden söylenebilir ki, Doğu seferini öncelleyen program itibariyle; TC’yi ılımlı islamdan sonra işbirlikçi devletçi Kürtle yeniden yapılandırma sürecini hala tamamlayamamış emperyal dünya, bu programını geciktiren geleneksel devletçi-kemalist eğilimin tasfiyesinden sonra bu kez de yeni Osmanlıcı yeni Türk burjuvazisinin programatik hedefleri tarafından zorlanmaktadır.
TC-Kürt sorununda bugün cari olan AKP’nin sömürgeci savaş politikalarına Amerika’nın destek sunmasının nedeni Türkiye’nin Suriye ve füze kalkanı gibi konularda işbirlikçiliğinin ödülüdür. Ancak bu destek, Amerikan politikalarında –en azından bu aşamada- taktik bir esnemeden daha ileri bir anlam taşımamaktadır.
Uluslararası emperyalizmin salık verdiği tarzda, Türkiyeli ve Kürt liberallar üzerinden, Kürt haklarına ilişkin statü kazanımlarından bağımsız olarak mutlaka geçilmesi gereken “asgari” politik düzey olarak “eylemsizlik” halinin gerçekleştirilebilmesi için AKP ve Erdoğan’a yönelik basınçlardan anlaşılacağı gibi, AKP’nin Kürtler üzerine savaş politikalarına Amerika’nın desteği kerhendir, sınırlıdır.
Sınırlıdır; çünkü, uzun yıllar öncesinden geliştirilen konjonktür çözümlemelerimizde belirlediğimiz gibi[10], İran savaşının cephe ve/veya cephe gerisi olacak Kürdistan topraklarının bir Kürt-Türk savaşıyla emperyal güçlere istikrarsızlaştırılması emperyalizmin stratejik olarak bölgede kaybetmesinin nedenlerinden birini oluşturacaktır. Bu doğrultuda sorun çıkaran TC’nin geleneksel devletçi kanatlarının tasfiyesi sağlandıysa, şimdi ise aynı sorunun AKP üzerinden gündeme gelmesini son ana kadar ertelemek Amerikan stratejisinin taktik ihtiyacı gereğidir.
Son an’ın momentcil politik tanımı ise, TC’nin Suriye’ye müdahalesidir.
Süreci iyice kendi varlığına mahkum etmek isteyen İsrail gibi ya da gelişmeyi olgunlaşmadan patlatmak amaçlı Hizbullah gibi sürpriz faktörler devreye girmezse, masa üstü planlamalar itibariyle açık bir şekilde görülmektedir ki, TC’nin Suriye müdahalesi emperyalizm açısından mutlaka kazanılması gereken bir savaş halidir. Yukarıda tanımlamaya çalıştığımız taktik ve stratejik düzeyler karmaşası itibariyle ise, Suriye’de kazanmak, emperyalizm ve TC açısından farklı kapsamlar taşımaktadır. Emperyalizmin TC müdahalesiyle Suriye’de kazanması, bir Türk-Kürt savaşına yol vermeksizin Esat rejiminin yıkılmasıdır. TC’nin, emperyalizm desteğiyle Suriye’de kazanması, kendisine en uzun Kürt sınırları üzerinde tampon bir bölge oluşturmaktır.
Bilindiği gibi, bütün eğilimleriyle TC oligarşisi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin stratejik mevzilenmesi olan Medya Savunma Alanları’nın oluşmasını ABD’nin Irak serüvenine intikal etmemenin cezası olarak değerlendirmekte ortaklaşmaktadırlar. Bu nedenle, TC’yi Suriye müdahalesine motive eden havuç, en uzun Kürt sınırını oluşturan bu ülkede kendine ait bir tampon bölge oluşturma imkanıdır. Ancak bu imkanın en birincil gerçekleşme koşulu, Kürt Özgürlükçülüğünün Rojava’da Türk ordu güçlerinin karşısına çıkmamasıdır.
Kürt özgürlükçülüğünün, son dönemlerde Rojava’da, önemli örgütsel ve siyasal gelişmeler sağlamış olsada Nato kapsamlı bir askeri operasyona direnç göstermekte yeterli düzeye ulaşabildiğini söylemek zordur. Dolayısıyla Rojava’da Nato-TC güçlerine karşı gösterilebilecek kapsamlı bir direnişin Medya Savunma Alanları’ndaki güçlerin askeri ve özellikle Bakur’daki halkın siyasal desteğine ihtiyacı olacaktır. 30 yıllık bir savaşta üstesinden gelemediği bu gücün sürece müdahil olması halinde, Türk ordu güçlerinin, bütün derme çatmalığına karşın Suriye ordusunun karşısında alan tutmasının zorluğu ortadadır. Bu koşullarda Suriye’de kaybeden sadece TC değil, aynı zamanda emperyalizm olacaktır.
Bu yüzden emperyalizm, Suriye hamlesinin kaybettirici koşullarını tasfiyede son derece duyarlıdır. Kürt sorununda savaşçıl çözümü yükselten Erdoğan’a görüşme kasetleri üzerinden yağdırılan aferim’lerin, yeni bir görüşme sürecinin gündemleştirilmesinin nedeni TC-PKK savaş atmosferini soğutarak elde edilecek yeni bir “eylemsizlik” avansı elde etmektir. Hele ki, bir de arkasından “güçlerin Güneye çekilmesi” gibi bir bonus da gelirse.. Muaviye bezirganlığıın Kürt özgürlük hareketinin Suriye ve Kuzey katılımlı kadro ve kurmayları arasında ayrım yaratma ihtimalini bile ciddi ciddi zorluyor olması emperyalist hamlenin Suriye başarısının elde edilmesi için elde avuçta ne imkan varsa bunun masaya sürüleceği anlamına gelmektedir. Bunun son merhalesini Kürt Özgürlük Hareketi’nin topyekün tasfiyesi amaçlı bir “topyekün savaş” aşaması oluşturacaktır.
TC ve emperyalizmin Suriye’de kaybetmesi tıpkı 2006 İsrail’in Lübnan bozgunu gibi emperyalizmin tarihsel Doğu seferini bir kez daha akamete uğratabilecektir. Ancak bu akamet, bu kez sadece zamansal bir gecikme olarak değil, emperyalizmin kendini ayakta tutma töleranslarının son birimlerini kullanmakta olduğu düşünülürse, spekülatif değerler bazında, tıpkı Sovyetler Birliği gibi Amerika’nın da kendi içine çökmesine kadar varabilecek bir tarihsel bükülmeye yol açabilecek potansiyeldedir. Almanya’nın Amerika’nın krizini hafifletmede ve konjonktürü derinleştirmede işleri yavaştan alırken, Rusya ve İran dahil olmak üzere Doğu ülkeleriyle ilişkilerini güçlendiriyor olması, yeniden paylaşımın gereği güçlü bir rakipten kurtulma imkanını sürecin bu kendiliğinden gidişinde görmesinden kaynaklanıyor olabileceği düşünülemez mi?
Gelişmeler, Haziran seçimleri sonrasında barış ve demokrasi hayalleri kurarken niçin’ini nasıl’ını daha henüz çözemedikleri bir savaş koyuluğunun içine düşen Türkiyeli ve Kürt liberal, sol, sosyalistlerin, bir kez daha sanki tanrısal bir hikmetin eseri olduğunu düşünecekleri hayal rüzgarlarıyla serinlemelerine yol açabilecekmiş gibi görünmektedir. Rahatlamak, rahatlamak için yalanlara inanmaya meyletmek son derece insani bir tepkidir ama kaçınılmaz gerçeğin travmatik sonuçlarına hazırlanmak siyasal olandır, çünkü sürecin kaçınılmazları daha kavurucu bir savaş iklimini Anadolu topraklarına getirmek üzeredir.
Gelecek sürecin olası tezahürleri üzerine fikir yürütebilmek için geride kalanın sırlarına yönelmekte yarar bulunmaktadır.
Henüz Haziran seçimleri olmamış, Erdoğan ve yeni Türk burjvazisinin yerel ya da uluslararası bütün muarrızlarına karşı üstünlüğü kamuoyu araştırmalarının iddialarından daha öte değildi. Bu dönemde Erdoğan, Kürt Özgürlükçülüğüne karşı kendi asal politikasını “asardım” sözcükleriyle ifade ederken, küresel güçlerce ayarlanan ve “devlet-hükümet ayrımı” zemininde yürütülen “görüşmeler”i sessizce izlemek zorunda kalıyordu.
O zaman ki; Arap toplumlarının tamamlanamamış bölgesel düzenlemeleri Türkiye’yi iyice öne çıkardığı bir süreçti, Obama’nın küresel politikalar üzerindeki hakimiyetinin zayıflamasıyla Erdoğan’ın seçimlerle gücünü pekiştirmesi örtüştü, o güne kadar hazırlanmasına, tartışılmasına sessizliğiyle neredeyse onay veren “siyasi irade” birden bire protokollere “hayır” deyiverdi.
Olaylara yeniden paylaşım sürecinin küresel/bölgesel çelişki ve ilişkileri üzerinden bakmayı, marksizmin sınıf pusulasını kullanmayı, toplumsal süreçleri tarihsel materyalizmin metod gücüyle anlamayı reddeden burjuva-küçükburjuva, sol-sosyalist, aydın-ulema sürüsü şimdi barıştan savaş sürecine nasıl geçildiğini anlamaya çalışıyorlar. Oysa kasetler, mektuplar sonrasında cevap çırılçıplak ortada:”Başbakan olmaz dedi”. AKP politikaları karşısında Kürt’e düşen silahını bırakmaktır.. Bu kadar!
Cevap yalındır, çünkü yeni Türk burjuvazisinin Kürdistan sömürgeciliğine ilişkin politikası budur, başkası olamaz!. Cevabın bu yalınlığı, Erdoğan’ın önce Balkon konuşmasında tarif ettiği, sonra da en son Makedonya’da, bu tarifi anlamayanlar için son derece yalın haliyle söylediği “Dünya faktörü” olmak iddia ve ideallerinin yeni Türk burjuvazisinin islam pazarına egemenliğini ve bunun için de Kürt pazarı üzerindeki sömürgecilik yapılanmasını kendi merkezinde yenilemeyi ön koşul olduğunu bilenler açısından daha bu cevap verilmeden belliydi. Yeni Türk burjuvazisinin 12 haziran seçimlerine kendisine bir “savaş meclisi” kurmak üzere yöneleceğini neredeyse daha yönelmezden önce bile Devrimci Cephe ortamlarından söyleyenler vardı.[11]
Zarlar atıldı, döndü durdu; beklendik şekilde geldi. Muhtemeldir ki, içinde tarihsel materyalizmin determinizm civası bulunmaktaydı.
Kürt Özgürlük Hareketi, sürecin “oyalama” karakterini mahkum ettiı ve “devrimci halk savaşı”yla yeni Türk burjuvazisinin sömürgeci hamlelerini geriletti. Şimdilerde Türk ve Kürt, sol, sosyalist, liberal küçükburjuvazi, teslimiyetle beslenen hayaller aleminden devrimci halk gerçeğine çarpmanın travmasını yaşıyor. Orta sınıfların hala sürmekte olan travmatik ruh ve bilinç hali , Erdoğan’ın “yeniden görüşmeler başlayabilir” söylemine gereğinden daha fazla değer verme, umut bağlama tehlikesi barındırmaktadır. Bu tehlikeden korunmanın birincil yolu, konu üzerine değerlendirmelere şu özgün besmeleyle başlamaktır; Kürt meselesi bir Ortadoğu meselesi olması üzerinden dünya meselesidir. Küresel gidiş çizgileri içinde kendine yer bulamayan dar ölçekli çözümler sadece geçici karakterli olmak zorundadır.
Bu durumda, kısa vadede emperyalizmin önündeki hamle Suriye müdahalesi olarak görülüyor ise, Kürt meselesinde de kısa vadede karşımıza çıkacak olan küresel ve bölgesel politik yönelme ve yönlendirmeler Suriye sürecinin emperyalist çıkarlar temelinde aşılmasına bağlı olarak zorlanacaktır.
Lübnan’da İsrail başarısı için Suriye’nin, Suriye’de Nato-TC güçlerinin başarısı için Kürt Özgürlük Hareketi’nin bloke edilmesi ön gereklilikler olarak karşımıza çıkıyorsa, TC-Kürt ilişkilerinde ya Kürt Özgürlük Hareketinin TC’den beklediği koşulların sağlanması şarttır ya da yeniden başlayacağı duyurulan “görüşmeler” trafiği ile yeni bir “oyalama” sürecinin yürürlüğe sokulması..
Ancak bu süreç sanki daha başından ölü doğuyor gibi gözükmektedir; Erdoğan, İmralı’da ulaşılmış olan protokolleri doğrudan yalanlarken ya -en basitinden- süreci geriye sarıp zaman kazanmayı, meseleyi yeniden sürüncemeye bırakarak “oyalama” pozisyonunu korumayı istemektedir ya da Makedonya’da “Dünya Partisi” olma iddia ve idealini deklere etmesine uygun olarak sömürgeci politik tavrının yalın bir sunumunu yapmaktadır. Diğer taraftan sadece “görüşmeler”e başlamasına bağlı olarak oluşacak bir “eylemsizlik” ikliminin ömrü, TC’nin Suriye müdahalesine kadardır. Bu durumda, kendi varlığını ve varoluşunu merkeze koyan tehlikeler taşıyacağı için Kürt Özgürlük Hareketi’nin TC’ye karşı tavırsız kalması düşünülemez. Böyle olduğunda ise savaş ateşi, salt Rojava’ya değil, bölgeye daha kavurucu olarak düşecektir, çünkü Amerika, TC’nin kaybetmemesini, Kürt özgürlükçülüğünü liberaller üzerinden kendi arabasına bağlamakla sağlayamıyorsa onun stratejik tasfiye sürecine yönelmekten başka yol bulamayacaktır. Kendi politikasına uygun yeni bir siyasal iktidar düzenleme ihtimali için artık vakit çok geçtir. Yol dereye vurmak üzeredir ve bütün negatiflerine karşı Erdoğan emperyalizmin bulabileceği en güçlü işbirlikçidir.
Safları belirlemek için artık önümüzde çok bir zaman kalmadı, gibi.
Türk ve Kürt liberaller, orta sınıf siyasetçileri, Kürt halkının ve öncüsünün “An Azadi!, an Azadi!” sloganını küresel ve bölgesel sömürgeci güçler karşısında bir teslimiyet içeren , türkçe “ya Barış! Ya Barış!” şekline işitip yorumlamaktan artık vaz geçmelidirler.
Statükonun burjuva ve küçükburjuva demokratlarının peşine takılıp bunlarla aralarındaki sınırları çoktan silmiş olan küçükburjuva sosyalistleri, emperyalizmin ve sömürgeciliğin bölge halklarını köleleştirme programına karşı, Kürt özgürlükçülüğünün “Demokratik Komünalizm” ve “Demokratik Konfederalizm” bayraklarının yanına Türkiyeli “anti emperyalizm ve anti sömürgecilik” bayrağını dikmeye halklar tarihinin yücelttiği ahlak açısından zorunlu olduklarını artık görmelidirler.
Ve Türkiyeli devrim güçlerinin “devrim ve sosyalizm” bayrağı..
Uluslararası sınıflar mücadelesi tarihi bize yolumuzu gösteriyor:
“Barış isteği ancak devrimci bir savaşın çağrısıyla proleter bir öz kazanır…
“Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes hükümetlere ve burjuvaziye karşı ‘devrimci savaş’tan yana olmak zorundadır. (Lenin)
03.10.11
Behdinan
[1]“Arşidük’e Kurşun”, Serdar Kaya, 03.06.2010, devrimcicephe.org
[2]Keza..
[3]Bu konuda paralel bir gözlem için bkz: M. Ali Birant. 23 Eylül 2011, Milliyet
[4]Günlük Anılar, H. Kıvılcımlı, 16.06.71 tarihli notlarından..
[5]keza
[6]Erdoğan’ın 12 Eylülü, Serdar Kaya, devrimcicephe.org
[7]Bkz; Economist, 23 Eylül 2011
[8]Bkz; E12E..
[9]„Dağdan İniş; PKK Nasıl Silah Bırakır”, TESEV Raporu, Cengiz Çandar, s7..
[10]Çald-İran Süreci ve Bizler, Serdar Kaya, Demokratik Dönüşüm, 20.01.07
[11]Bkz; Devrimci Cephe “1 Mayıs 2011” ve “Seçim 2011” Bildirileri ve konuya ilişkin ön gelen makaleler..