200 Günlük Direnişin ardından

7 Kasım 2018’de Leyla Güvenin başlattığı ve zindanlardan ülke sınırlarını aşıp dört bir yana yayılan açlık grevi ve ölüm orucu eylemlikleri 200’cü gününde sona erdi.

Tarihsel olarak geniş bir coğrafyaya yayılan bu eylemlerin bir özelliği de, dünya tarihindeki açlık grevi ve ölüm orucu direnişlerinin en kitlesel özelliğinin olmasının yanı sıra, parçalanmış Kürdistan halkının ulusal birlik ve ortak davranış, sahiplenmesiydi. Diğer yandan can bedeli yürütülen bu direnişin, fedai eylemcileri ÜMÜT ACAR, UĞUR ŞAKAR, ZÜLKÜF GEZEN, AYTEN BEÇET, MEDYA ÇINAR, ZEHRA SAĞLAM, YONCA AKINCI, SİRAÇ YÜKSEK anılarının önünde saygıyla eğiliyoruz.

Bu direniş dünyaya kendisini tartıştırdı ve herkesi bu konuda tavır almaya, söz söylemek zorunda birikti. Bu vesileyle bir kesim istemeyerekte olsa, faşist Türk devletiyle ilgili konuşmak tavır belirlemek zorunda kaldılar. Dünyaya bu direnişi konuşturdu, tartıştırdı.

Bu direniş, tecrite büyük bir gedik yarattığı gerçekliği ortada. Ama bu direnişe salt İmralı tecridi temelinde bakmak ve böyle değerlendirmek yanlış olur. Bir bütün olarak toplum üzerindeki tecrite gedikler açtı. Özellikle anaların zindan kapılarını ve meydanları direniş alanına çevirmesi ve bu direnişin simgesi, büyük katkı sağlayarak toplumu sarstı. Bu sarsıntı çokta pratik bir adıma dönüşmese de her kesimi düşünmeye ve gerçeklikle yüz yüze getirmeyi başardı.

Kuşkusuz ki, bu tür siyasal direnişlerin asıl kazanımı ve sonuçları direnişin bitişiyle ortaya çıkan sonuçlarla bakmak bizleri büyük yanılgıya götürür. Bu tür direnişlerin kazanım ve sonuçları asıl olarak sonradan süreçle ortaya çıkar. Önemli olan bu direnişin düşman cephesinde yarattığı çatlamaları genişletmek için yeni pratik adımların atılmasıdır.

Bir bütün olarak faşizmin toplum üzerinde ve özel olarak Kürt halkı ve onun önderliğine uyguladığı teslim alma, çökertme planı çökmüştür. Kuşkusuz ki bununda yerel seçimler ve kayyumların postalanması vb katkısı da olmuştur.

Bu direniş diger yanıyla da bir kez daha göstermiştir ki, bu ülkede Kürt sorunu tüm sorunların kilit noktası haline geldiğidir. Bu nedenledir ki, bu sorun çözülmeden, başka sorunların çözülmesi ya da yeni mücadele hatlarının öne çıkması, faşist diktatörlüğün yıkılması ve demokratik bir ortamın oluşmasının mümkün olmadığıdır.

Diğer yandan, Türkiye devrimci hareketi ve bir bütün olarak sol sosyalist, demokrat kesiminin bu konuda yeterince net ve ilkeli bir duruş içinde olmadığını bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Ezen ulus üstünlüğü ve ırkçı şovenizmin etkilerinin, hele güçlü olarak ağırlıklı bir kesim üzerinde etkisini sürdürdüğüdür.

Birçok kesim gücü oranında bu direnişin bir parçası ve sesi soluğu olmaya çalıştı, ki bunlar zaten Kürt halkının haklı mücadelesiyle şu veya bu şekilde hep birlik, dayanışma temelinde bir çaba içinde. Bizler açısından Yılmazkayacı çizginin sonucu olarak tartışmasız Kürtsüz bir mücadelenin mümkün ve başarılı olmayacağı gerçekliğiyle hep hareket ettik, ediyoruz. Dolaysıyla gerek Kürt halk önderinin üzerinde ki tecrit, gerekse de toplum üzerindeki tecrite karşı mücadelenin salt Kürtlerin gündemi olmadığı tam tersi Kürtlerden çok bizlerin sorumluluğu olması gerektiğidir.

Diğer yanda ise her fırsatta Kürtlerle birlikte olduğunu ve birçok demokratik çalışmada Kürt kurum ve olanakları içinde yer alan bir kısım çevreler, ki bunların bu yönlü duruşunun samimiyetinin kriteri aslında bu direniş karsısındaki tutumları oldu. Teorik olarak ya da sözlü ne denirse densin, pratik tutum asıl duruş ve niyetleri ortaya koymaktadır. Bir direniş içindeyken ona destek sunmak onun daha ileri sıçraması vb konusunda bir duruş olmalıydı. Aksi tutum eleştirel vb yaklaşımlar niyetten bağımsız o direnişi zayıflatmak, düşmanın direnenler karşısında moral güç kazanmasına hizmet eder. Ama ne yazık ki direniş içinde bu hassasiyetten uzak tutum ve davranışlarla çokça karşılaştık. Her direniş karşısında olduğu gibi bu direniş karşısında da mücadele ve sorumluktan kaçmanın klasik teorileri kendisini dışa vurmaktan geri kalmadı; “şimdi sırası mıydı, zamanlaması yanlış, bir kişi için bu yapılmaz, siyasal talepleri yanlış “vb vb bolca sözler edildi, ya da İstanbul nezdinde ortaya çıkan seçimler ve Kürtlerin iradesinin zayıflığı her an birilerinin yedeğine düşeceği teorileri. Bunları daha da çoğaltmak mümkün ama sanırız bu kadarı yeterli. Reformist ve liberalizmin sistem içi çabası ve onla uzlaşma, orta yol bulma çabalarını hergün yaşıyor ve tanıklık ediyoruz zaten.

Bu ülke halkların ve azınlıkların katliamı ve soykırımı üzerden kurulmuş bir cumhuriyet, çokça katliamlar, işkenceler, zulümler yaşandı. İnsanlar diri diri yakıldı, cesetleri panzerlerin arkasına bağlanıp sürüklendi, kentler içindeki insanlarla birlikte yakıldı yıkıldı, kısacası zulmün her türlüsü yaşandı, yaşanıyor. Ama bunun karşısında direnişte hep vardı var olacak.

Sonuç olarak tüm bu acaba, fakat ve lakinli söz ve teorilerin asıl amaç ve niyetinin özünde de yaşanan dönem karşısında alınacak tutumun ortaya konan direnişten uzak durma yada kaçmaktan başka şey değildi. Direniş içerisinde onu eleştiren ve zayıflatacak tavır davranışlardan uzak durmak en doğru tutumdur. Bir eylem içerisinde eylemi tartışmak başta o eylemi başarısızlığa mahkûm etmekten başka bir şey değildir. Niyetimiz ne olursa olsun burun pratik sonucu budur. Bir direniş başlamışsa tavır ve tutum o direnişi en doğru şekilde nasıl başarıya ulaştırılır, halklarımızın özgürlük ve kurtuluş mücadelesinde nasıl bir kilometre taşına dönüştürüleceğine dönük çaba sarf etmek en doğru tutumdur.

Bugün eksikliklerine rağmen can bedeli onurlu bir direniş ortaya kondu. Önemli olan bu eksikliklerden dersler çıkarmak. Uygulanan tecrit, soykırımı ezme, yok etme planları karşısında Kürt halkının özgürlük mücadele ve siper yoldaşlarının ortaya koydukları direniş tartışmasız faşist diktatörlük karşısına bir direnç noktasında oluşturulması onun geriletilmesinde önemli bir direnme noktası olmuştur. Bu direniş bir bütün olarak tıkanma noktasına gelen, gerileyen, suskunlaşan toplumsal muhalefeti yeniden canlandırma faşizmini kırılabileceği, gerilete bileceği göstergesi olmuştur kitleler açısında.

Bunlar karşısında üç maymunu oynayanlar ‘ben ne yapıyorum’ sorusu yerine, bu zulüm karşısında direnenleri eleştirmekten, onları yıpratmaktan geri kalmadılar. Bir diğer önemli nokta ise, tüm toplumun suskunluğu karşısında zindanlarda başlayıp dünyaya yayılan açlık grevi, ölüm oruçları ve fedai eylemler karşındaki yaşanan suskunluğa Leyla Güvenin ifade ettiği gibi “ölürsem beni açlık grevi değil sizlerin suskunluğu öldürür” sözü aslında her şeyi ortaya koymaktaydı.

Bu direnişe her zaman olduğu gibi en iyi yanıtı yine kadınlar, anneler verdi. Annelerin yerlerde sürüklenmesi, taciz ve işkenceye maruz kalması karşısında bir bütün olarak muhalif kesimin takındığı tutum bu ülkede faşizme karşı olduğunu ifade edenler açısından tarihsel bir eksik olarak kaydedildi. Anaların direnişi karşısında toplumsal muhalefette önemli bir yer kaplayan birçok sorunda sokakları, alanları dolduran bir bütün olarak Feministinden sosyalistine, kadın hareketinin suskunluğu, tavırsızlığı bizleri ciddi olarak düşündürmeli ve eksikliğine özel vurgu yapmak gerekiyor. Direnişin sesi olan barış anneleri ve tutsak annelerinin linç edilmesi, yerlerde sürüklenmesi, işkenceye maruz kalması karşısında kadın duyarlılığı açısından sınıfta kalmıştır. Kuşkusuz ki altında yatan nedenleri uzunca sıralamak mümkün ama bunların hiçbirine gerek yok, tek bir yanıtı var, o da ezen ulus üstünlüğü, şovenizmin etkisi ve kendini Kürt’ten ayrı görmenin açık ifadesidir.

İki yüz gün süren ve dünyaya yayılan, dünyayı tartıştıran, 8 fedai eylemin şehadetiyle bu direniş tarihin sayfalarına altın harflerle yazdırdı kendisinin. Şimdi bu direnişin eksik ve yetersizliklerinden derseler çıkarıp, mücadeleyi daha ileriye taşıma, faşist diktatörlüğün yıkılması, özgür Kürdistan ve demokratik Türkiye mücadelesinde bir sıçrama noktası yapmak hepimizin önümüzdeki tarihsel görev ve sorumluluğudur.

26 Mayıs 2019

 

Önceki İçerikDirenişçi anneler ve korkaklığımız!
Sonraki İçerikNeymiş bu antiemperyalizm!