16 MART KATLİAMINI UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ!

 

Tarih 16 Mart 1978. İstanbul Üniversitesi’nde faşist katillerin öğrencilere karşı geliştirdikleri bombalı ve silahlı saldırıda 7 devrimci, demokrat, yurtsever öğrenci katledildi, onlarcası yaralandı. 16 Mart 1978 sabahı, öğrenimini tamamlayıp topluca İ.Ü. merkez binasından çıkmakta olan Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencileri, Beyazıt Meydanı’na açılan dış kapıyı geçip, Eczacılık Fakültesi önündeki küçük meydana geldiklerinde, bomba ve kurşun yağmuruna tutuldular. Öğrenci gençliğe vahşice saldıran faşist caniler, çevredeki tüm “güvenlik önlemlerine” rağmen ellerini kollarını sallayarak uzaklaştılar.

16 Mart, kitle katliamlarının bir başlangıcıydı. Bu süreçten sonra, emekçi haklarımıza ve kitlelere saldırılar faşizmin kullandığı bir “yöntem” olarak gündemde kalacaktır. Faşist niteliğe sahip olan oligarşi, 70’ler sonrası yükselen toplumsal muhalefeti bastırmak için, devlet destekli sivil faşist terör aracılığıyla “kendinden olmayan” herkese saldırarak, var olan devrimci örgütlülüğü dağıtmak, insanları bir daha başkaldıramayacak biçimde sindirmek ve kendine taban oluşturmayı amaçlıyordu.

İçerisinde bulunduğumuz, bu yeni dönemin bizlere yüklediği misyonu yerine getirebilmemizin yollarından biri şudur: Türkiye devrimci mücadelesinde siyasi dönüm noktaları özelliğindeki tarihlere ve bu tarihler içerisinde gençliğin yürüttüğü anti-emperyalist, anti-faşist direniş çizgisinden zengin dersler çıkarıp öğrenmeliyiz. 16 Mart Katliamı da sınıflar mücadelesi içerisinde önemli bir yeri oluşturmaktadır. Bu nedenle, kısaca, 70’ler sonrası Türkiye’sinin genel durumuna değinmemiz gerekmektedir.

12 Mart faşist cuntasını gerçekleştiren emperyalistler ile işbirlikçi oligarşi, 1961 Anayasası’nın getirdiği nispi demokrattık hakları da bu saldırıyla birlikte tamamen ortadan kaldırmayı planlamıştı. Ordu ve bürokrasi içerisinde yer alan ve anti-emperyalist niteliğe sahip olan ilerici-aydın-küçük burjuva kesimler, tekelci burjuvazi tarafından tasfiye edilerek, kanlı bir faşist diktatörlük oluşturuldu. 12 Mart cuntasıyla, 68’lerde başlayan ve 70’li yılların başında emekçi halklarımızın yükselen devrimci mücadelesine önderlik etme noktasına tırmanan devrimci önderliklerin fizikken imhası, siyasal arenadan bütünüyle yok edilmesi hedeflendi. ‘70 sonrasında “kendinden olmayan herkese saldır ve yok et” yöntemi, ‘90’lı yıllarda, “Ya sev ya terk et!” biçimine büründürüldü. Kısacası, isçi sınıfından öğrencisine, yoksul köylüsünden emekçilere, aydınlara kadar her kesime karşı bir faşist terör ve yönelim söz konusuydu.

Tüm bu saldırıların temel nedeni; burjuvazinin bir türlü aşamadığı ve her geçen gün daha da büyüyen ekonomik-siyasal krizlerini aşma çabalarıydı. Ne var ki, egemen güçler kendi iç çelişkilerini bu yöntemlerle aşamadığı gibi, tam aksine bunalımlarını daha da derinleştirdi. Bu koşulların egemen olduğu bir süreçte, askeri faşist cunta tüm demokratik temel hak ve özgürlükleri Amerikan yapımı askerî botları altında ezerek, emekçi halklar nezdinde büyüyen bir korku, inançsızlık, güvensizlik, karamsarlık, vb. yaratmak istedi. Devrimci, ilerici güçler çevresinin dağınık ve örgütsüz olması, geleceği inşa etme çabalarının tırpanlanması hedefleniyordu.

12 Mart cuntası karşısında yaşanan yenilginin nedenlerini tahlil edemeyenler, yeni arayışlara yöneldiler. Reformizm on yıllardan beri bilinen teorileri yeniden keşfedilmeye başlandı. Oysa, tüm yılgınlığa, karamsarlığa, davaya inançsızlığa rağmen, ‘71 DEV-GENÇ çizgisinin devrimci geleneğini sahiplenen yeni bir gençlik ortaya çıkmıştı. ‘71’deki THKP-C geleneğine sahip çıkan gençlik, hiçbir tereddüt göstermeden yeniden adım adım ördüğü mücadelede, hiçbir inkara yönelmeden, ‘71’de başlatılan silahlı mücadele çizgisine sahip çıktı. Doğal olarak da, devrimci çizgiye sahip çıkmanın verdiği siyasal güvenin etkisiyle öğrenci kesimle sınırlı kalmayan, diğer kesimleri de yaratılmak istenen yılgınlık, inançsızlık ve örgütsüzlükten sıyırdılar. Üç-dört yıl gibi, kısa bir dönem süren toplumsal suskunluk zinciri parçalandı ve mücadele cephesi yeniden canlandı. Bu ise, oligarşinin başından bir türlü savamadığı krizinin derinleşmesine neden oldu. Üç-dört yıllık süreçte, oligarşi bir yandan en kanlı diktatörlüğünün gerekliliklerini yerine getirirken, diğer yandan egemenlerin ciddiye aldığı tepki ve hoşnutsuzluğu nötralize etmek için reformizm devreye soktu. Reformizm birtakım demagojilere başvurarak, 1973 seçimlerinde Ecevit’in kuyruğuna takıldı. “Karaoğlan” kimliğinin arkasına saklanan Ecevit’in büyük bir oy oranına kavuşarak iktidara taşınmasında rol aldı. Halklara seçim vaatlerinde bulunmasına rağmen, seçim sonrasında bunları unutarak prestij kaybına uğradı. 1974’te Kıbrıs Sorunu üzerinden politika yapılmaya çalışılması bile Ecevit’in gerileyişinin önüne geçemedi. 14 aylık CHP-MSP Hükümeti döneminden sonra, AP-MHP-MSP ortaklığında 1.MC hükümeti kuruldu. Emperyalistlerin ve devletin desteğindeki sivil faşist örgütlenmenin güçlendirilmesi görevini 1.MC Hükümeti yerine getirdi. Sürekli olarak geçmiş dönemlerden dersler çıkartan egemenler, ‘71 sonrasından da yeni dersler çıkardı. Emekçi halkların düzenle çelişkilerinin derinleşmesi; halk muhalefetinin yükselmesiyle birlikte ortaya çıkan bu çelişkilerin önünü almak ve mücadeleyi amaçlarından saptırmak için, sivil faşist terör estirilerek emekçi halk kitleleri pasifize edilmeye çalışıldı.

Yukarıda kısaca dile getirdiğimiz ortamda, halkın en dinamik kesimlerinde, yani okullarda, fabrikalarda, mahallelerde, işyerlerinde, hatta köylerde bile faşist işgaller başlatıldı. Sivil faşist örgütlenmenin üstlendiği kontrgerilla faaliyetleri ve karşı-devrimci çalışmaları, devlet güçlerine yardımcı olma temelinde organize edilmektedir. Toplumsal muhalefetin “gayrı meşru” yollardan, baskı ve terörle susturulmasını sağlama yolunda, MHP türü sivil faşist örgütlenmeler oluşturulur. MHP gibi sivil faşist çeteler, egemen sınıfların ve emperyalizmin çıkarlarının korunmasında, aktif olarak devreye sokulacak nitelikte ve her koşulda el altında tutulması gereken bir saldırgan güç misyonuyla yönlendirilmektedir.

Bugün bir kez daha 16 Mart şehitlerini anarken, hem o günkü siyasal koşularını kısacada olsa bir hafıza tazelemek önemli. Aynı zamanda o günden bugüne dersler çıkarıp bugün içinde yaşadığımız açık faşist diktatörlük karşısında ki mücadelede perspektifler çıkarmak ta bir o kadar önemli. Geçmişi tekrarlamak değil, ya da geçmiş üzerine hamasetler yapmakta değil. Geçmişten öğrenip geleceğe taşmaktır.

Önceki İçerikMart ayı umutların, Direncin, Başeğmezlerin ayıdır
Sonraki İçerikİki bini aşkın kentte iklim yürüyüşleri